- 1025 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
'perde'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ses, insanın hem yüreğini hem de zihnini rahatsız edecek cinstendi. Kimi anlarda vız vız sesleri, bir elektrik kaçağına benzer bir sese dönüşüyor, çok geçmeden başını duvarlara vuran bir kaybedenin ağlayışını da andırıyordu. Ocağın altında yer alan mermerde bir lira genişliğinde boşluk vardı ve böcek oraya düşmüştü. Onu kurtarmam mümkün değildi ama sesinden ötürü duyduğum kaygı ve korku canımı fazlasıyla sıkmaya yetmişti. Püskürtme uçlu plastiğin içindeki beyaz zehri o delikten içeri dökerken, nefessiz bir şekilde toprağın altında kaldığımı hayal ediyordum. Yardım edemeyeceğimi bildiğim bir hadise için gerçekleşecek sonun daha kısa olmasını amaçlayan ben, katil değil miydim? ‘Cehenneme giden yol, iyi niyetlerle döşelidir’ tarzında hadiseyi melodrama dönüştürecek kadar küstah da değilim ama farksız da sayılmazdım! Hadsiz bir korku, yerini tebessüm ve gözyaşına bırakmayalı çok olmuştu.
Kredi kartı ekstresi, günlük gıda harcamaları, arabanın bitmeyen dertleri, devletin her ay ayrı bir zam koyduğu diğer masraflar ve aldığım şu ayakkabı. Bugünümü yalnızca iyi bir insan olsaydım, nasıl yaşardım düşüncesiyle yaşayacağıma söz verdim. Kendisine ‘yeni ihtiyar’ dediğim adamın ayağındaki ayakkabılardan almayı hep hayal etsem de, her seferinde ‘bir ayakkabıya 1400 lira para mı verilir’ sorusuyla hayal kırıklığımı kendim var ettiriyordum. Neredeyse hayal edilenin onda biri fiyatına bir ayakkabıyla yürüyordum. Nereye gittiğimin, nasıl gittiğimin ne önemi olabilirdi ki? Annem ‘evet, üzerindekiler hep eskimiş’ diyordu. Yalnızca eskiyenlerin elbise olmasını öylesine arzulardım ki! Ayşe ‘annen haklı’ diyordu, ‘kendine yeni bir şey almıyorsun ki!’ Almıyorum. Alamamak ya da almamayı bilmekten kaynaklanan bir durum yoktu. Bu durumdan rahatsız olmamak insanlara rahatsızlık verici geliyor. Oysa yarım saatlik bir alışveriş her şeyi değiştirebilir. Umurumda ya da değil; ne fark eder? Koca bir hiçliğin içinde, yetersizliğin kaygısıyla yaşamak mı insanın o ulvi erdemlerin kıyısına ulaştıracak? Erdemlerin kıyısına ulaşmakta iyi hani; tıpkı arabanın plakasından mevzuyu memleketine getiren ihtiyar delikanlı gibi. Gecenin bir buçuğunda açık market bulduğum için şükür edip, kepekli ekmeği cam dolaptan alıp, parayı uzatırken ihtiyar plakaya bakıyordu: ‘Elli ha, bizim oralardan mısın?’ Plaka özürlüsü olduğumu saklayacak değildim. ‘Elli nerenin plakasıydı?’ İhtiyar delikanlı ‘Nevşehir’ diyordu iç çekerek. Muhabbet Nevşehir üzerinden başlayıp, Ankara’ya kadar ulaşmıştı. Az sonra Amerika başkanına kadar gidebilecek muhabbeti en tatlı yerinde sonlandırıp gitme derdine düşmüştüm. Öyle de oldu, gecenin bir buçuğunda daha ne konuşulabilirdi ki? Diğer gece yine saat bir buçuğu gösterirken bir bankın üzerinde oturuyordum. Yanımda bu sefer gerçekten bir genç vardı ve az önce büyük boy enerji içeceklerimizi banktan aşağı devirmişti. Bankın altında ezilen ve fazlasıyla dökülen onun şişesi olmuştu. Az ötemizde taşlı sahilin üzerine katlanabilir sandalyelerini kurup, oturmuş kızlardaydı gözü. ‘Abi’ diyordu, ‘müzik açalım, onlarda duysun.’ Gecenin bir buçuğu, iki genç kız kendi aralarında muhabbet edip otururken, tek başıma olsam yalnızca yanlarından usulca geçip gidecek ben, genç adamın hadsizlikleriyle uğraşmak zorunda kalmıştım. Bana kızıyordu, eteklerini döverek. ‘Haksızsın’ diyordu ve daha bir sürü şey.
Üşümüştüm. ‘Hadi, arabaya geçelim de gidelim’ dediğimde, ‘abi, ne olur şu telefondan şarkıyı aç öyle gidelim’ diyordu. Ben koşar adımlarla arabaya geçtiğimde kızlarında toparlanıp, hemen önümüzdeki lüks araca doğru yöneldiklerini fark ettim. Bir an için çocuksu hayalin içine daldım. Ben bankta otururken bu genç arkadaşım hadsizliğinin farkında olmadan kızların yanına doğru gidip onlardan çakmak isteyecekti. Yine her zamanki gibi patavatsızca konuşacak, kızlardan alacağı sert bir yanıtla yüzü beş karış bir şekilde geri dönecekti. Daha kötüsünü düşünmek bile istemiyordum. Bank ve kızlarla aramızda koca bir ağacın gövdesi vardı. Beni nasıl da mutlu ediyordu! Zihnim doluydu, karışıktı. Üzgün bir adamdım. Nihayetsiz gülüşleri, sesli konuşmaları ve dansları bitmeyen iki genç kızla arama perde çeken ağaç gövdesine teşekkür ediyordum. Arabayı çalıştırıp, kızların lüks arabaları arkasından yola çıkarken kızlara ilk defa dikkatle baktım. Biraz yol aldıktan sonra genç arkadaşın açtığı müziği kısıp ‘cebindeki bozuk telefonu yaptırmaya paran yok, kalkıp altında lüks model araçla gezen kızlara mı heves ediyorsun’ dedim. Kurmuş olduğum ya da kuracağım bağlantıların, korelasyonların uyumlu olup olmamasıyla zerre ilgim yoktu. Kendimi bu sahile gece vakti atma sebebim denize karşı bir iç döküşken, yanıma aldığım genç arkadaş sessizliğimin içine ediyordu. Buraya gelirken yolda durup, Ayşe’nin yazdıklarını okumuştum. Zihnimde cümleleri tekrar edip duruyordu: ‘İnsan yalnız kaldığında ya şair olur ya da delirir, belki ikisini birden olur veyahut hiçbirini. Tuhaf, yakıcı bir tadı var yalnızlığın.’ Bunu, yani yalnızlığı yaşayan birine ithaf ediyordu yalnızlığını. Eşyalarına baktıkça film şeridi gibi ömrünü hatırladığından, eşyalarından bir ruhu olup olmadığından bahsediyordu. Her şeyden biraz biraz haklıydı ama en çokta durmadan artan mutsuzluk konusunda haklıydı. Ben cevap verdiğimde çoktan uyumuştu. Telefonu genç arkadaşa şarkı açması için vermiştim ve her beş dakikada bir ‘mesaj geldi mi’ diye soruyordum.
Bir yanı var hayatın, hani her zaman duyumsamakta zorlanacağımız ama kimi anlarda o duyumsamayla beraber aşkın bir şekilde felsefenin gözüne vurduğumuz dakikalardan bahsediyorum. Cinsiyetsiz bir erdeme yolculuk bu ve kesintiye uğraması muğlak olmayan bu dakikalar sonrası insan bir kamyon un çuvalını indirmiş kadar yorgundur. Başka şeylerin konuşulması yasak, George Wells’in öykülerinden biri olduğuna inanılacak cinsten bir ruh halinden bahsediyorum. Ayşe’ye iki gün önce, saçlarını okşarken de bundan bahsedebilirdim. Düğümleniyor, kenetleniyor bazen kelimelerim. Konuşmaktan korktuğum için değil, konuşamayacağımı fark ediyorum. İkinci kelime olmuyor: ‘Tabi’, ‘tamam’, ‘sonra’, ‘ama’, ‘sen de’, ‘yalnız’, ‘neden’, ‘saçma’, ‘belki de’… Ayşe beni mazur görse de ben kendimi kabullenemiyorum. Rahatsızlığın sönmeyen ateşi içimde ve bir ada içerisinde aptalca yarışma içinde olmadığımız için daha gerçekçi yaklaşabilirim. Neye ve nereye yaklaştığım önemsiz bir şekilde Ayşe’nin yanındayken hiçbir şey yapmadan oturmak bile patavatsız bir sakinlik ve güzellik içeriyor. Huzursuzluğun içinde aptalca bir huzur buluyorum. Yarın olacak; huzursuzum. Yine gideceğim; huzursuzum. Bu ev, bu eşyalar, az ötede küçük bir atölye, k ile başlayan her şey; k ile biten bir düğüm ve k’nin yanı başında duran yine k kadar başıma düşen k, k, k… Basitçe karmaşa, kördüğüm ve kurgu. Hayatın hiç bitmez gibi gelen öykülerine karşı, kendi zihninde kurduğun bir kurgudan bahsediyorum. ‘Yine geleceksin’; huzursuzum. ‘Öleceğiz bir gün’; huzursuzum. ‘Ben daha önce öleceğim, biliyorum’; sessizlik…
Sabah namazının iki rekâtı halının üzerinde kıvranıyor. Güneş halının üzerine doğuyor. Kirli halılar, kalbimden daha kirli olamayacaktı! Yine de biri beyaz çorapla bu halılar üzerinde dolaşsa, çorabında iz bırakacak cinsten bir kirin lekesi yansımayacak. Ne demiştim, iyi biri olacağıma dair bir gün yaşayacaktım. Yeni ayakkabım ayağıma vurdu. Böyle de gereksiz bir deyim var. Eve dönmek istediğim anda çok geçmeden eve dönerim. Evin bile kendi içinde sesleri mevcut. Lavaboda kimi zaman yan daireden sesler duyuyorum. Eve varınca böylesini ilk defa daha net duydum: ‘Şerefsiz, sana diyorum şerefsiz git oraya. Bak şerefsiz kime diyorum!’ Kadın çocuğunu uzaklaştırmak için böyle sesleniyor. Çocuk bir yandan ağlıyor. Duman bir yandan küçük lavabo penceresinden kadının sesiyle birleşip uzaya doğru yolculuğa çıkıyor. Benim oturduğum yerde Halil Cibran otursaydı, başka türden hikâyeler yazabilirdi. ‘’Anne. Güneydoğudan Batı memleketine göçmüş zavallı bir kadındı bağıran: Şerefsiz, git öteye. Çok eski zamanlarda bu dudağa hiç yakışmayacak bir kelime, şereflilerin gün be gün eksildiği ülke sonrası fazlasıyla kullanılır hale gelmişti. Kocası neredeydi kim bilir! Kadın daha mesut yaşamı isteyebilirdi. Bahçesine kediler geldiğinde onlara da bağıracaktı: ‘Şerefsiz pişşik, git öteye!’ ‘’
Uygunsuz bir şekilde acımak bile yorgun düşüyor. Bu yine kötü bir insanın doğuşuna ait hikâyeden esinti, şarkısı bir yerde eksik parça olabilir. Bir yerden sonra yaklaşımın ‘ya şimdi eksiktir’ veya ‘ya şimdi fazla’ olunca anlıyorsun. Bunun en normal kılındığı an perdelerin var oluşudur. Gece bir yerden sonra evrenin ışığına izin verdiğinde, mutlak bir haykırış parçalanıyor. Yıllar evvel otobüs beklerken aramızda kısa bir muhabbetin geçtiği hastabakıcı, Sanatoryumun arka odalarında bir duvarda hâlâ silinmemiş duvar yazısı olduğundan bahsetmişti. Yazı hatırladığım kadarıyla şuna benzerdi:
‘’Sen, yalnızca bu perdelerin ardınca yaşamı özleyen olacaksın ölümü tatmaya yakın. Oysa buraya gelmeden yaşamından nefret eden sen değil miydin? Ne değişti üç duvar, bir pencere ardınca? Yoksa ölümün o en gerçek, soğuk yüzümü ısıttı birden kalbinin özlem buzullarını? Seni asla unutmayacak insanlar var ettiysen, seni ruhunu aramaya çıkmış gezgin gibi sevenler edindiysen mutlu olmaya bak! Son anlarında onları daha mutlu edemediğin, hakkıyla davranamadığın için pişman olma! Seni böyle sevenler daima güzel hatırlayacaktır. Şimdi, daha huzurlu ve güzel ölünmezse ne zaman ölünür? ‘’
Başhekimin kendisinden sonra gelen başhekime ricası, sanatoryumun duvarları boyanacak olsa dahi, bu yazının yer aldığı duvarı boyamayın imiş. Hastabakıcı belki de ruh hastasının tekiydi ve bana böyle bir hikâyede uydurmuş olabilirdi. İnsanlara olan güvenimi yitireli bir asır önceydi. Bir asırdır, doğmadan bu inançsızlıkla varlığım bedenime örülmüş. Bir rüzgâr, kalbimin her çarpışını teessür gibi yaymışsa, suç gözlerimdeki üzüntünün mü? Yahut Güneş, her gün yeni baştan aynı öyküyü ısıtıp durduğundan bozmuşsa aşkla yapılan o yemeği, kabahat sözlerimde mi? Ki ben, meleklerin arasında olduğumu görsem bile kaldıramayacağım bu yükü. Hadsiz bir korku, yerini tebessüm ve gözyaşına bırakalı dün oldu. İşte nefes; Tanrı yeryüzünü histerik insanlardan korusun. İç çekiş ve sonra toprak tutuyor elleriyle adımlarımı. Ruhu güzelliklerle kenetlenenler için de bir düşüş noktası: İnsan! Ben televizyondan izliyor gibiyim. Hâlâ bir masa görsem, köşesinden ve alt tarafından bir parmağımla dokunurum. Tüm yanılgılara ait kortej bile bir an gelir dağılır. Yerini sabitleneceği anın heyecanıyla ruhta yekpare şekilde afacanlığı meşhur sabırsızlığa bırakır. Asla dinmez, dinemez. Bir gün gelir o sabırsızlığın yerini pişmanlıklar alır. Daha sonra ahların sesini, ‘iyi ki vardı’ sesleri böler. Kimileri ölürken bile zengindir sefil birine göre ama aynı toprağın kumaşı sarar vücudunu.
Siyah, simsiyah bir kedi Ay’ın altında yapraklarını açmış genç bir ağaca bakıyor. Ne düşünüyor kim bilir! Yaşlı bir karga perdenin arkasında, pencere eşiğinde huzursuz bir sabahın bekleyişinde; kim bilir o da neler düşünüyordur! Perde güzel Ayşe, olabildiğince açık ve geçirgen; resim yapabiliyor. İyi biri olmaktan da yoruluyorum, kötü olmak kadar ve öyle diyorum, işte öyle her şey bir eksik, bir fazla! Yüzü parıldarken karganın uçup gidiyor. Siyah kedinin tam karşısına siyah tülü asacağım yakında. Dikenler, bıçaklar gibi yaralayacak bir tarla kenarında parmaklarımı. Alışığım kanın kırmızı rengine. Yüce medeniyetler gibi, benim de ruhumun tahtında kanlar var. Ayşe; şair de olabilirsin deli de, bu öykünün yaşamısın. Tüm zorluklara rağmen yılların eskitemediği, biraz kabahat sen de, çoğu hayatın kendisinde. Pencere de, perde de orada kalsın. Uzakta bir dağ gölgesi buldum. Oraya gideceğim içimde seni saklayıp. Düşecek kadar ağır, kaçacak kadar hafif değilsin. Sadece biraz ışık, biraz izandır gereken. İzan, gözün olduğu yer de işte o ruh; tut elimi ne olursun!
Pencereyi kapatıp, perdeyi üzerine yavaşça çekerken, daha iyi biri olamazdım.
YORUMLAR
eskiden olsa yalnızlığı bi cümle içinde n'apar eder bi melankolik havaya sokar ve arabeske bağlardım...yıllar sonra yalnızlık gitgide yerleşik bi ruh haline dönüşünce gözümde şimdi daha erdemli, daha gerçekçi duruyor ve her şeyi red etme gibi de bi huyu var...artık ne istediğini bilen özgüveni ve kendinden emin adımlarla sanki bütün dünyaya karşı tek başına direnip, o taşlardan ördüğü duvarına bir çivi dahi çaktırtmıyor...
şimdi deseler ki 'yalnızlar hadi çekinmeyin! bir adım öne çıkın!' diye biz topu topu kaç kişi olurduk acaba?...kim iddia edebilir ki? kendini bu kadar yalnız hissederken şimdi dünya çapındaki bütün karıncalar kolinisi toplanıp başımıza üşüşse sayıca üstün olmadığımızı onlardan?
aksi gibi şimdi evimde bi perde de yok ki kıpırdasın ve bölsün bu sessizliği...ama bak şimdi tam da bu sıra gökten bi uçağın sesi geliyor kulağıma o da sadece bi anlık birazdan eski kaldığımız yerden yalnızlığımıza kör düğüm bağlanacağız...
tuhaf da bi durum var hani bu kafayla da uzun süre kendinle yalnız da kalamıyosun ki! ağız birliği yapmışçasına yığınla aklına hücum eden seslerin yanında içinde kaç kişilik bi ordu oturuyor kestirmek zor...
şimdi de ahlãklı saygıdeğer kilisemizin çanı çalıyor...her gün olmasa da haftada en az bir iki gün de füzelerin seslerini duyar irkilir donarız olduğumuz yerde... ne şanslıyız ki üsleri buraya yakınmış...gurur duyuyorum onlarla! böyle savaşa hiçbir şey olmamış gibi hazırlandıklarını görünce...her şeye alışıyorum da bi bunlara diyecek söz bulamıyorum...
hani sahildeki o yaşlı bank ve perde gibi aranıza giren o emektar ağaç var ya...işte dedim yalnızlığı asıl onlara sormalı...onların nabzını yoklamalı...
kilisenin sekizi kovalim derken bu dördüncü turu...ve ben hãlã dünyayı yalnızlığımla bitiremedim...
yine güzel bi duygu seli akmış senden taaa bizim bu ellere doğru...sağolasın...varolasın...
HakkınSesi
Ölüm gibi bilinen sonun olduğu yer de, alışamadığın o alçaklık hep vardı maalesef. Alışamamak vicdanın hakkı ve o da olmalı ya zaten.
Neyse, yalnızlığı sormaya devam edeyim ben her bir şeye dediğin gibi.