- 410 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
-HANGİ TAASSUP DERSİN DE!-(1)
Bir önceki yazımızın başlığıyla benzeşmiyor mu? Bir ölçüde, ama tam değil. Taassup kavramının, bağnazlık, yobazlık şeklinde tanımlanması birebir örtüşmez zannımca. Müspet ve menfi anlamda kullanılmakta çünkü. “Düşüncelerini sonuna kadar savunmak” anlamında karşımıza çıkabilir söz gelimi. Aykırı biçimde fanatik her türlü yaklaşımı da ifade edebilir.
Her alanda, düşüncede karşımıza çıkabilir de. Genellikle dinsel, geleneksel anlayışları tanımlamada kullanılması modern toplumun inşa ettiği bir yaklaşım olmaktadır. Kendisini tesis eden her yeni, eski olanı lanetleyebilir. Bununsa bilimsel değer taşımayacağı, eğitim ve kültür üzerinden işlendikçe alışkanlık, bir kanıksama, özümseme halini alacağı aşikârdır.
Ne ki, aynı nedenle dinsel geleneksel toplumsal yapıların anlayış, değer yargısı, duygu ve düşüncelerinin nitelendirilmesinde kullanılması da muhataplarının kabulüne kolaylıkla sığmaz. Bir geri besleme hali söz konusudur. Gelenekçiliğin Modernizme tepki olarak gelişmesi, defansif yapısı önem arz etmektedir burada. Basınç karşı basıncı doğurmaktadır açıkçası. Bu da ilgili olumsuzlukların ilmi ve ikna edici ölçekte ortaya konulmasını, kabul edilebilir ölçüde konulmasını oldukça müşkülatlı kılacaktır. Duyguları incitmeden ve empati kurarak yaklaşım geliştirmenin önemi ise açıktır.
Ülkemiz bağlamında alırsak, yakın tarihi devirlerden bugüne doğru uzanan sert bir çizgide yürümekteyiz dersem mübalağa mı ederim acaba? Doğu batı, modern gelenek, dinsel laik, sağ sol, vs. kavramsal çekirdek etrafında ideolojik türbülansa kapılırız. Gerçi yeni nesil daha pratik ve pragmatik bir doğrultuda yürümekte. Ancak yine de siyasi, ideolojik yapılanmalar etrafında bir buz kalıbı halini alan zümreler peyda olmakta ve topak yapmakta. Görünüşte kendisinden, kişiliğinden ödün vermeyen, gerçekte ise doğruyu, gerçeği objektif bir zeminde, hak hakikat çizgisinde ortaya koymakta zorlanan, giderek ahlaksal düzlemde erozyona uğrayan bir toplumsallık kapıda belirmekte. Kuşkusuz hala genele teşmil edilemeyeceği söylenebilir.
Bu olumsuzluğun meydana gelmesinde coğrafi, jeopolitik konumumuzun temel bir etken teşkil ettiğine inanırım öteden beri. Hiç şüphesiz kıtalararası geçiş yeri olmamız noktasında binlerce yıla yayılan zengin bir kültür ve medeniyet tarihine sahip olduğumuz gerçekliğini de verir bu durum. Öyle ki, dünya açık hava müzesi tabir ettiğimiz bir haldir bu. Ne ki, dış güçlerin kabaran iştihası ve sergilediği oyunlar göz önüne alındığında, olumluluğu kadar olumsuzluğunu da yaşadığımız gerçeği karşımızdadır.
Bu ise farklı alanlarda birlik beraberlik söylemlerini havada bırakan siyasi, kültürel bir yozlaşmaya kapı açmaktadır.
Mesela bir futbol ya da spor kulübümüz uluslararası alanda başarı gösterir. Şüphesiz milli duygu dahilinde bu durum genel bir memnuniyete mazhar olmaktadır. Ne var ki, içerideki rekabet ilişkisinin doğurduğu fanatizm insanların olumsuza meylederek haset duymasına neden olurken, başarıyı ulusal bir bağlılıkla içselleştirmesine, özümsemesine set çekebilir de. Güçlü taraftarlık bağları milli hislerin önüne de geçebilir hani. Ya da Milli takım bir başka ülkeyi mağlup eder. Golü, golleri hangi takımın oyuncuları attı, daha ziyade hangi takımdan oyuncular sahadaydı, emekleri geçti vs. içi boş duyguları yaşarız vesselam.
Yine son günlerde kadın voleybol milli takımımızın Avrupa üçüncülüğü etrafında toplumumuzda ve sosyal medyada yaşanan met cezir manzaraları, spekülasyonlar, gerginlik uyandıran beyanlar, yorumlar dalga dalga yayılmakta. Çok farklı detaylardan uzak değerlendirme yaptığımızda sığ, yüzeysel bir bakış açısını aştığımız, aşabildiğimiz söylenemez. Görüşlere göre öne sürülen gerekçeler, bir yozlaşmaya da işaret edebilir.
Öncelikle başarının seviyesi nedir? Yirmi yıldır Avrupa düzeyinde ikincilik, üçüncülük çıtasındayız. Son turnuvada da dokuz maçta sekiz galibiyet noktasında tat ve ümit verse dahi Sırbistan’ı yenip final yapamadığımız gerçeği de önümüzde durmakta. Öyleyse başarı sınırlı. Eğer üçüncülük, tarihimizde bir ilk olsa aksi düşünülebilirdi şüphesiz. Ancak mevcut durumda eyyamcılığı da bırakmak gerek. Evveliyatta iki defa ikinciliğimiz var çünkü.
Sporcularımız şüphesiz İtalyan hocanın da katkılarıyla mücadele gücü yüksek iyi bir takım kimliği kazanmakta. Yıldız oyuncuların uyumlu birlikteliği memnuniyet verici olmakta. İyimserim açıkçası. Daha üst seviyede başarılar ufukta. Olumsuzluğa meyletmeden yapıcı eleştiri yapmanın önemine her alanda olduğu gibi burada da inandığımı belirtmek isterim.
Oysa Google ve sosyal medya üzerinden rast geldiğim tenkitlerin önemli bölümü yapıcı görünmüyor bana. Dahası bir bölümü kundaklamak/sabote etmek makamında çalıyor kanaatimce. Allah Allah neden acaba?
Mesela medyatör bazı insan evladı der ki, rakipler bilhassa mı yeniliyor acaba? Bazı oyuncuların sorgulanan kimi tavırları üzerinden, gelenek görenek düşmanı bir proje mi bu, Avrupa üçüncülüğü denilmekte. Bir paylaşımcı bin dokuz yüz otuzlarda güzel olmakla hiç alakası olmayan kimi simaların Avrupa ya da dünya güzeli seçildiğini, bunun da Müslüman Türk kadınını açılıp saçılmaya özendirmek için yapıldığını öne sürmekte ve kadın voleybol takımının başarısını provokatif bulmakta. Şimdi bana, bunlarda mevzu mu Allah’ını seversen diyenler olabilir de, “sinek küçükte olsa mide bulandırır” bağlamında alıyorum.
Bir kere, sosyal medyada yapılan değerlendirme tarzı o kadar bariz ofsayt ki, unutulan yahut göz ardı edilen birkaç nokta var burada. Her devrin farklı bir güzellik, giyim kuşam algısı olduğu Türk modernleşmesi evrelerine bağlı olmayan evrensel bir olgu değil mi? Dünyanın dört bir yanında güzel kadın olarak sunulan ünlü yıldızların profilinde yüz yıllık bir zaman diliminde meydana gelen değişim akla gelebilir. Söz gelimi sinema tarihinde güzellik, giyim tarzı ögelerinin algılanmasının devrelere göre değişimine bakmak fikir verebilir de. Elbette bunun dünya kapitalizmi ölçeğinde kadını metalaştıran, moda üzerinden tüketim toplumunu körükleyen yüzü de bir parametredir. Ancak bir dönem güzel denilen ile başka bir dönemde vitrin olanın değişen yüzü de karşımızdadır. Bu gerçekliği kutsadığım, olması gereken olarak okuduğum sanılmasın. Durum tespitidir benimki. İlgi duymadığımız ya da mesafeli baktığımız sahaların da bir kimyası, oturduğu doğal süreçler ve parametreler elbet vardır.
Beri yandan beslenme ve spor ögelerindeki gelişmelere de bakmak gerekmez mi? Yirminci asrın ilk çeyreğindeki nesil harplerle yoğrulmuş, yaşamını harp çalarak geçirmemiş bir toplum. Oysa geçen yüzyılın ikinci yarısı giderek katlanarak benzer kriterlerde daha dinamik bir hüviyet kazanabilir. Günümüze doğru geldikçe gençlerin spor ve beslenme düzeyleri yükselen bir grafik izler açıkça. Şüphesiz bu dinamizmin tüm toplumsal kesimlere, dünya ölçeğinde de tüm toplumlara adil dağıldığı söylenemez. Artı gıdaların eski devirlere oranla teknoloji ürünü bollaşmasına karşın, sentetik bir çizgide ilerlemesi de handikap oluşturabilir. Geçmiş zamanlara kıyasla boylu yapılı, güzel yakışıklı ama antibiyotiğe bağımlı kof nesiller de peyda edebilir.
Öte yandan, çirkin kadınları dünya güzeli seçerek Müslüman Türk kızını açtılar bahsinin hoyratlığı, kabalığı o kadar açık ki. Hele ki, bunun üzerinden A Milli kadın voleybol takımının kazanımlarını olumsuza almak, küçümsemek Türk bayrağının uluslararası semalarda dalgalanmasından gocunmak değilse nedir acaba?
Bu yaklaşım sahipleri daha önceki bir turnuvada alınan bir neticenin ardından kaptanın fotoğraflarda karşımıza çıkan bir Atatürk duruşuyla verdiği poza takılmaktalar mesela. Her bulunduğu takımda kaptanlık bandını takan karizmatik ve lider bir sporcuya yakıştığı, doğal durduğu görüşündeyim temelde. Buna rağmen o duruşun, pozun erken olduğunu düşünürüm. Avrupa, dünya ve olimpiyat şampiyonu olduğunda o pozu at hanım kızım benim derim. Yoksa Kemalist bir öykünmecilik ya da Erdoğan yönetimine atılan bir taş olarak asla almam.
Bir kere Cumhurbaşkanımız, milletimizin değerli bir hizmetkârı olarak demokrasiye içtenlikle inanan, Atatürk ile herhangi bir problemi olamayacak olan bir devlet büyüğümüz olmaktadır. Elbette yakın tarihimize dönük sorgulamaları, eleştirileri olan bir siyasi gelenekten gelmekte ki, bunun kendisindeki tezahürlerinin iki temel dayanağı vardır. Birincisi İslami Muhafazakar gelenek ile Kemalizm arasındaki tarihsel zıddiyet, ikincisi ise ülkemizin, tarihimizden devraldığı çıkarları uluslararası arenada temsil etmek noktasındadır. Demem şu ki, bu benim İslami Muhafazakar bir toplumsallığın bütününden bağımsız olarak Cumhurbaşkanımızın temsil ettiği konuma bağlı karşıladığım yönü olmaktadır. Ülkemizi, devletimizi dünya ölçeğinde temsil etmenin kaçınılmaz sonucu, gereği üzerinden okuyorum meseleyi açıktır ki.
Yine kadın milli voleybolcularımızın ataerkil bir takım çevrelerde olumsuzluk uyandırması, çemkirmeler, dudak büküp, burun kıvırmalara dönersem; “gâvura kızıp oruç bozmak misali” sisteme, modern çağa kızıp bireye ya da alt gruplara yüklenmenin çarpıklığı bir yana, dini, geleneği kollar görünen fakat bir o kadar samimiyetsizliği ortaya koyan popüler kültür alanlarından gözlediğim bazı örnekler de bulunmakta.
Bunlar filenin sultanları imgesi üzerinden diyorlar ki, böyle açık saçık sultanlık mı olur? Her şeyden önce filenin sultanları bahsi 2003’de alınan Avrupa ikinciliğine bağlı dillendirilen, geliştirilen bir söylem. Bir sportif branşa bağlı, salonla sınırlı kullanılan bir kavram. Ne var ki, geliştirilen bir başarıya dayanmaksızın sürekli tekrar noktasında dumura uğramakta, eyvallah. Ancak erkek branşlarda da on iki dev adam ya da filenin efeleri gibi söylemlere rastlamak mümkün. Bunların tamamının dünya ölçeğinde ciddi tutarlı başarılara dayanmayan medyatik zırzopluklar olduğu ise muhakkak. Amma velakin topunu değil de, yalnızca sultanlar kavramını cımbızlamaksa, yanlış beyler yanlış!
Şimdi size bir başka örnek vereyim. TRT kanalıyla muhtelif tarihi dizileri izliyoruz. Selçuklu, Osmanlı dönemine ait hadiseler, dekorlar, kostümler ekranlarımızı süslemekte. Bu dizilerin Youtube kliplerinin altına düşülen yurdum insanına ait yorumları inceliyorum. Dizilerdeki erkek kahramanlara yapılan övgülere karşın kadın figürler hakkında ağırlıklı olarak bir olumsuzluk gözüme çarpmakta. Yoksa onlarda mı voleybolcularımız gibi dekolte bir kıyafet içerisinde? Yooo, elbet değil. Tarihi devirlerin kılık kıyafetleri hakim dekor olmakta. Buna mukabil, dizilerde kötü adam rolündeki erkek karakterler çoklukla başarılı bulunurken, kötülükleri ilgili tarihi kişiliğe bağlı olarak doğal karşılanırken, kötü kadın tiplemeleri başarılı bir canlandırma değil de, yılan gibi kadın, şu uğursuzu izlerken tüylerim ürperiyor değerlendirmelerine konu olmakta çok defa.
Yine örneğin, “Uyanış: Büyük Selçuklu” adlı dizide Anadolu Selçuklu Devletini kuran Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın kızı Elçin Hatun’un savaşçı yönünü küçümseyen nice ibareye rastladım klip altı yorumlarda. Mesela kişioğlu, Elçin Hatunun bir sahnede birkaç askeri indirmesine kızarken, bir saray kadını Selçuklu askerini deviriyor ne saçma demekte. Yanlış anlaşılmasın saray kadını dediği yarı göçer bir toplumun oba kadını. Eski Türklerde görülen göçerliğe bağlı, erkeği gibi savaşçı Türk kadını Selçuklu ve Osmanlının beylik evresinde henüz etkisini sürdürmekte.
Benzeri sahneler Diriliş Ertuğrul’da da var açıkçası. Ve orada da Aytolun Hatunu doğallıkla soğuk karşılayan kimi insanım Selcan Hatunun Aytolunu erken fark edip erlerine duyurmaya çalışmasından ve bu yolda yaşadığı gerginliklerden yüksünüyorsa, bana kendini anlatamaz. Oba kadınıyla saray kadınını birbirine karıştıran, Müslüman Türk obasında erinin yanında savaşçı yetişen soylu aile kızını İslam adına küçümseyen insanoğlu, hangi bayrağa hizmet eder acaba?
Ve bu anlayış, şimdilerde İslam’ın kadını tipolojisinin ardına saklanarak, batı kaynaklı değil de, Araplıkla İslam’ı birbirine karıştıran bir başka kültür emperyalizminin hizmetkârı olup, kalpazanlık yapacak öyle mi?
L.T.
-DEVAM EDECEK-
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.