- 604 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
899 – PERDE
Onur BİLGE
Sadullah Bey yine incinmiş olacak ki birkaç gün Virane’ye uğramadı. Dede onu camide bile görememiş. “Bu defa fene kırıldı galiba!” dedi. Ancak et tırmaktan ayrılır mı!Bugün öğleden sonra, ikindiye doğru çıkageldi!
Miraç yakındı. Efendimiz Miraç’tan üç büyük hediyeyle dönmüştü. Biz de İslam’ın gayesinin sembolleri olan o hediyelerden bahsediyorduk. Miracımız olan namaz, Bakara suresinin son iki ayeti ve isikametini imana çevirenlerin cennete gireceği müjdesi... O da sohbetimize katıldı. Bir ara:
“Allah, kaldıramayacağımız yükü yüklemez.” dedi Define, ona bakarak. Sadullah Bey kinayeyi anında anladı. Aralarında söyleşmeye başladılar. Sitem, kırgınlık, yakınma... Neler yoktu ki o konuşmada!
“Belki de ömür yetmez. Amenna! Fakat yükün cinsi önemli!”
“Gökten ne yağdı da yer kabul etmedi!”
“Belada yağar, rahmet de... Söylendiği kadar kolay olmasa gerek!”
“Neyi layık görürse... “Bana kıyma!” dersem kıymaz,
ama yerimde sayarım. Her musibet, bir basamak daha yükseltir bizi.”
“Bu iki söz çok farklı... “Neye layık görürse...” de teslimiyet var. “Bana kıyma!” bence sakıncalı... Sanki onda amir memur ilişkisin varmış gibi... Hazreti Musa’ya neler etmiş! Zekeriye Aaleyhisselamı testereyle doğratmış. Hazreti İsa’yı çarmıha gerdirmiş. Halilini ateşe attırmış, Eyyub’unu dertlere salmış. "Ya Eyyup, senin sabrın inat yerine geçti! Tövbe et de tövbeni kabul edeyim!" Of be!..”
“Ne oldu? Tövbe etmez mi! O bir peygamber! Tövbede direnen peygamber mi olur!”
“Recep ayı Allah’ın mı?”
“Öyle derler. Fakat temizlik tövbe ayı...”
“Sabrın sınırlarını zorlayan peygamber...”
“Allah’ın verdiği tahammül gücüyle...”
“Tabii ki! Ben verecek değilim ya!”
“Allah’a, bahşettiiğini takdim etmiş!”
“Aslında çok iyi bildiğin konuları neden açıyorum ki? Toksun. Açlık hissin yok! Define’de çok değerli ziynetler, hazineler var! Bazen sana bir şeyler anlatırken utanıyorum.”
“Yok yahu! Bende bilgi falan yok. Pratik zekâ var. Biz neden dayanamıyoruz? Neden sabredemiyoruz? Üstelik pireyi deve yapma huyumuz da var!”
“Zekândan şüphem yok!”
“Ben çok yerde hata yaptım. Günahlarım aklıma geldiikçe Allah’tan af diliyorum.”
“Senin ne günahın var? Affedilemeyecek günahlara mı girdin?”
“Günahkâr olmak için yakınmak yetmez mi! Keşkeler, eğerler... Yakınmalarım külliyyen isyandı! Kime? Bana sayısız nimet vermiş olan cömertler cömerdine... Hata hata... Şimdi düşünüp hatırladığımda pişmanlık pişmanlık pişmanlık... Tövbe tövbe tövbe... Sonsuz tövbe... Soruların en kolayları soruldu, cevaplayamadım. Belaların azıcığı geldi, dayanamadım! Kaptan olmasaydı, bu gemi rotasını asla doğrultamazdı! Çoktan batmıştı!”
“İsyan... Nasuh: Mübalağa etme, abartma... Çok öğüt veren... En saf... Nasuh Tövbesi... Tövbelerin en değerlisi... Estağfurullah el Azim!
Azizim! İçinde sen ve ben olmayan sohbet ve muhabbetlerin zamanı gelmedi mi? Duyulmadık sözlere hasret kulağım! Bu yüzden çok samimi olduğun arkadaşını kendine sakla! Kaptan’dan bahsetme bana artık! Her zaman ön planda o! Kıskanç değilim ama sanki ben yokmuşum gibi davranma!”
“Neden huysuzlanıyorsun? Aksiliğin üzerinde yine! Kaç gündür gelmedin! Camini bile değiştirdin. Orada da göremedim seni. Nedir zorun? Anlayamadım!”
“Hayatım boyunca dostluklardan hep korkmuşumdur. Yükü çok ağır! Taşıyamam! Hem insan muhatabının yanındaki yerini bilirse ona göre tavır alır. İncitmemeye, incinmemeye özen gösterir. Birbirimiz hakkında doğru hüküm vermeye, yanlışlardan kaçınmaya çalışalım! Kimse haddini aşmasın! Böylelikle sözlerimiz acı vermez. Ne dersin?”
“Olduğum gibi olabiliyorum ben. Ismarlama elbise gibi bir kişilik giyemem. Düz vatandaşım yani. Sıradan biri... Art niyetim yoktur ama. Yalnız sen gittiğinde... Yani birkaç gün görünmeyince temelli gittin sandım. Yalnız kaldığımı hissettim. Senin benim yanımda özel bir yerin var. Arkadaştan öte... Dost bildiğim... O boşluğu birileriyle doldurmaya uğraştım. Burada her önüme gelenle tavla oynadım. Senin gibi bir aksi ihtiyar daha var, bilirsin onu. Nadir Bey... Her geldiğinde tavla oynadık onunla ama yarenlik etmedik. Önüme gelenle konuşmam ki ben!”
“Neden? Bu bir istikrarsızlık değil mi? Tanışıklık, arkadaşlık ve dostluk kavramları farklı şeylerdir ama... Yine de...”
“Artık dostluğa da güvenim kalmadı. Büyüyünce o da nankör olacak!”
“Sence herkes nankör mü?”
“Sen ortalıkta görünmeyince, arkadaşımın tek olmaması gerektiğini öğrendim. O gidince yalnız kalmanın burukluğunu yaşadım. O nedenle arkadaş yedeklemeyi öğrendim. Beceremedim ama en azından denedim. Nankör, nakörümsü, nankör değilse de nankör gibi...”
“Nankör yediği ekmeği inkar eden demek. Nan ekmek demek. Nan kör, ekmeğe kör bakan... Nimeti görmeyen...”
“İnsanoğlu aza kanaat etmiyor. Arkadaşlıkla
dostlukla yetinmek istemiyor. Hep dahası
hep daha dahası... Ekmek değil sadece
her türlü nimet...
“Onun adı vefasızlık... Sadakatsizlik... Düzenbazlık...”
“Yakınlık, konuşma, değer verme, zaman ayırma... Bunların hepsi ekmek kadar önemli... O sıfat onunla sınırlı değil...”
“Ben nankör değilim, kimse için “Nankör!” sıfatını kullanmam. Verilen şey iyilikse karşılık beklenemez. Eğer karşılık bekleniyorsa, yapılan iyilik değil... Nedir o halde?”
“Ben iyilikten bahsetmiyorum. Yakınlık... Sıcaklık... Yani samimiyet... İlgi, sevgi... Zaman ve değer verme...”
“Demek ki seçim yanlış! Demek ki haddi aşma var. Ya da sınırı iyi koyamama...”
“Baş nankör sensin!”
“Olabilir. Beni öyle tanımlayabilirsin. Gücenmem!”
“Yeter koyduğum sınır... Samimiyetin sınırı yok. Olmamalı da zaten. İlginin de sınırı yok. Ben beklentilere tam anlamıyla hatta fazlasıyla cevap verdim ama sen çok inatçı, aksi bir ihtiyarsın! Beni arkadaşsız bıraktın. Sayfayı çevirdim. Arkasında başka şeyler yazılı... Allah bir yerde sütre çekti. Belki de benim çekmem gereken sütreyi... Bana kızınca “Sütreli!” diyordun. “Demir Perde!” diyordun sütreme. Perdeyi kaldırdım. O da perdeledi. Biraz güldük eğlendik. Karşılığını ödettirdi.”
“Öyle diyorsan öyledir! Bu kanaatini değiştirecek ikna gücüne sahip değilim. Beni yanlış anladığını veya anlayamadığını hiç düşündün mü?”
“Önce dost etti. Sonra ara açtırttı. Sen her şeyi aklına göre planlayan ve uygulayan diktatör ruhlu çekilmez bir adamsın! İşin kötüsü, ben de öyleyim!”
“Gönül yok mu diyorsun? Sevgi ve hoşgörü?”
“Yok! Aklına esti mi yıkıyorsun!”
“Yani tencere ve kapağı...”
“İki cambaz, iki inatçı keçi... Köprüde kaldık!”
“Köprüsüz yer yok mu? Ya da o köprü üstüne evler yapılmaz mı?”
“Yunus değilim!”
“Seni hiçbir zaman kırmayı aklımın kıyısından bile geçirmedim. Tahrikler öfke üretir. Sözleri tetikler. Bu her zaman kötüye alamet değil ki!
“Kader diyelim.”
“Kaderimi severim. Şikayetim olmamıştır.”
“Karar senindi. Kime şikâyet edeceksin?”
“Karar... Buralar çok hassas çizgiler...”
“Aksiliğin o tezatlardan da bakıyor.”
“Bu gün eli sopalısın! Çatsam bela tütecek!”
“Bu ay tövbe ayı... Tövbe edilecek! Önce muhasebe yapılacak! Eski hesaplar sıfırlanacak. Borç alacak kalmayacak. Borçlar ödenecek, alacaklar tahsil edilecek Tövbe edilecek, temizlik yapılacak. Yeniden başlanacak. Daha hesabımız kapanmadı.”
“Boş ver be! İçinde kalmasın! İstediğini söyle! Üç ayların en zoru hangi ay? Önce buradan başlayalım... Geç oraları! Geçmişi perdele! İpe sıkı sarıl!"
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 899