- 310 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZAFERLER AYI: AĞUSTOS
ZAFERLER AYI: AĞUSTOS
Sevgili okuyucular, bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı…
Bir aydır bazı basın yayın organlarında “zaferler ayı” diye nitelenen “ağustos zaferleri” hakkında makaleler okudum, söyleşiler dinledim; dolayısıyla 26 Ağustos 1922 Büyük Taarruz ile başlayıp 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Savaşı zaferiyle sonuçlanan gurur günümüz hakkında ben de bir şeyler yazmak istedim. Biliyorsunuz ki ben tarihçi değil, edebiyatçıyım. Bu nedenle ağustos aylarındaki zaferlerimizi anlatan bir şiirden söz edeceğim.
Şiir, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ait ve başlığı: “At Ağustoslar Türküsü"
27 Ağustos 1071 Malazgirt savaşından 30 Ağustos 1922 Dumlupınar’a kadar ağustos aylarında gerçekleşen Türk zaferlerini anlatan bu şiire “Ağustos Atları Türküsü” başlığı konsaydı, “Bu kelime grubu, zincirleme isim tamlamasıdır.” derdik. Fakat şair “At Ağustoslar Türküsü” diyerek bizi şaşırtıyor. Bence çok ilginç, çok çarpıcı ve Dağlarca’nın dil dehasına yakışan çok özgün bir ifade.
Başlıkta dikkati çeken bir özellik de “türkü” kelimesinin seçilmesidir. Kelime seçimi şiirde çok önemlidir. Meselâ Akif, İstiklâl Marşı’nın birinci dizesindeki “sancak” kelimesini “bayrak” anlamında kullanıyor. “Bayrak” sözcüğünü kullansaydı dize aruz ölçüsüne yine uyardı ve kafiyeleniş de bozulmazdı. Akif’in “sancak” sözcüğünü seçme sebebi şudur:
Bilindiği gibi sancak, bir askerî birliği temsil eden ve o birliğin şerefi kabul edilen bayraktır. Akif “bayrak” yerine
“sancak”ı kullanarak İstiklâl Savaşı’nda milletimizin yediden yetmişe kenetlenmiş bir ordu gibi olduğunu hatırlatıyor; zihnimizde ordu-millet çağrışımı yaratıyor. Tıpkı bunun gibi Dağlarca da bu başlıkta Farsça kökenli “destan” kelimesini kullanmıyor, destan anlamına gelecek şekilde “türkü”yü tercih ediyor. Çünkü bu kelimenin ardında koskoca bir Türk kültürü, Anadolu insanı, ağıtlar, ninniler, efsaneler vardır.
Ayrıca şair hemen hemen her şiirinde yararlandığı aliterasyonla (aynı ünsüzlerin bulunduğu sözcükleri seçerek iç ahenk yaratma) bu dizeye bir ahenk katıyor. Bahsettiğimiz iç ahenk “t” ve “s” ünsüzleriyle sağlanıyor. Şiiri okuyunca göreceğiniz gibi “s” ünsüzü başlıktan son dizeye kadar şiire hâkim olan en belirgin ses… “Ağustos” kelimesindeki “s” ünsüzünün çokluğu, yaz mevsiminin kavurucu sıcaklığını okuyucuya hissettirmek için tercih edilmiş. Şimdi bu şiirin ilk bendini birlikte okuyalım:
AT AĞUSTOSLAR TÜRKÜSÜ
“26 Ağustos 1071:
Malazgirt; doruklardan
Parlamıştı kocaman Asyalılar.
Asya’nın sıkılmış bir yumruğa benzeyen ucunda
Selçuklu, Uygur, Karahanlı, Kırgız…
Gökyüzü kocaman bir tuğ avucunda,
Aha, almıştır uzağı ağustos atlarımız!”
Bu dizelerde dikkati çeken başka özellik de kelimelerle oynamayı seven, bazı sözcüklere alışılmış anlamları dışında anlamlar yükleyen şairin “parlamak, uzak” sözcüklerini kullanış biçimidir. Dağlarca üçüncü dizede, yaratıcılığının bir ürünü olarak “parlamak” sözcüğüne “görünmek, belirmek, ortaya çıkmak” gibi bir anlam kazandırıyor.
Ayrıca “uzağı almak” imgesi bir okuyucu olarak bana Osmanlının “Kızılelma” idealini çağrıştırıyor. Kızılelma, Osmanlıda bir hedeftir ama belirli bir mekân değildir. Kızılelma önce Bursa’ydı, sonra İstanbul oldu, sonra da Viyana… Kısaca Kızılelma, fethedilecek uzak diyarlar demekti. Son iki dizede “uzağı almak” kelime grubuyla birbirini tamamlayan “gökyüzünün avuçlarda kocaman bir tuğ olması” Kızılelma idealinin İslâmiyet öncesi dönemdeki hâlini de hatırlatıyor bize.
Oğuz Kağan fetihlere başlamadan önce askerlerine bir nutuk söyler ve hitabesini: “Takı taluy takı müren / Kün tuğ bolgıl kök kurıkan” (Daha deniz, daha ırmak; güneş tuğumuz, gök çadırımız olsun,) sözleriyle bitirir. Oğuz Kağan’la başlayıp Osmanlılarla devam eden Kızılelma ülküsünü, güneşin tuğ olması hayalini Dağlarca ustalıkla yansıtmış şiirine.
Birinci bentte dikkat çeken bir başka özellik de bilinçli olarak yapılmış, çok ilginç ve özgün bir benzetmedir. Şair Asya’nın ucunu, sıkılmış bir yumruğa benzetmektedir. Bu benzetme zihnimizde birçok çağrışımlar yaratır. Avrupa’nın asırlardır Asya’yı sömürdüğünü; Asya’nın geri kalmışlığını, Asya’nın Avrupa’ya kin beslediğini, intikam almak için fırsat kolladığını düşünürüz. Bu benzetme günümüzde de geçerlidir. Asya, Avrupa’ya karşı hâlâ sıkılmış bir yumruk gibidir. Günümüz Türkiye’sini düşünelim. Avrupa’daki bir ülkeyle yaptığımız basit bir futbol maçında bile sıkılmış yumruğa benziyoruz. Maça giderken bazı fanatik seyircilerimizin: “Avrupa, Avrupa; duy sesimizi, bu gelen Türklerin ayak sesleri!” sloganları binlerce yıllık öfkenin bir tezahürü değil midir?
Dağlarca şiirine şu dizelerle devam ediyor:
“27 Ağustos 1389:
Kosova; bir sarı yön, uykusuz
Sancaklar açılmış dağdan taştan.
Gürz sesleriyle,
Kalkan sesleriyle inlemiş Tuna boyları.
Öyle susamışız ki yeryüzü bir yudum kımız…
Doymaz gerile gerile yeniçerilerin yayları.
Suca akan bir yalazdır ağustos atlarımız.”
Bu bentle birlikte şiirde ilginç ve özgün bir anlatımın veya konuya farklı bir yaklaşımın mevcut olduğunu görüyoruz. Birinci bendin son dizesinde uzak diyarları fethedenlerin atlar olduğu söyleniyordu. Bu bakış açısı ikinci bentte daha belirgin biçimde devam etmektedir.
Sanatta bir olayı, manzarayı, durumu farklı ve yeni bir bakış açısıyla anlatabilmek ustalık, ustalıktan öte deha gerektirir. Meselâ Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” şiirinin çok sevilme nedenlerinden biri, belki de birincisi şiirdeki farklı bakış açısıdır. Şair gözlerini kapamış, İstanbul’u dinlemektedir; işittiklerinden, kokladıklarından, dokunma duyu organıyla algıladıklarından hareketle okuyucunun zihninde çağrışımlar yaratmaktadır. Başka deyişle İstanbul’u binlerce şair anlatmıştır ama hepsi de gözlemlerine ve duygularına yer vermiştir. Orhan Veli ise işitme, koklama, dokunma duyu organları vasıtasıyla algıladıklarını anlatmaktadır bize. Orhan Veli’nin ölçü, redif, edebî sanat gibi unsurlardan yaralanmadan yazdığı bu şiirin beğenilme sebebi işte bu farklı bakış açısıdır.
Dağlarca’nın şiirinde de bu örneklere benzer farklı bir bakış açısı mevcuttur. Sanki savaşanlar uykusuz sancaklarmış, yeniçerilerin yayları ok atıyormuş, su gibi akarak fetihler yapan atlarmış gibi bir anlatım görüyoruz. Bu bakış açısının diğer bentlerde de devam ettiğini söyleyebiliriz. Kısaca bu şiirde Türklerin tarih boyunca, ağustos aylarında fetihlere çıkıp savaşmaları anlatılıyor ama şiir boyunca askerlerden çok az söz ediliyor ve zaferler kazananların atlar olduğu ifade ediliyor. Farklı, ilginç ve şairane bir bakış açısı…
Bentteki ilginç ve beni mest eden bir ifade de “Doymaz gerile gerile yeniçerilerin yayları” dizesidir. Dizedeki “r” ve “l” ünsüzleriyle yapılan aliterasyonun mükemmelliğini söylemeye gerek yok. Bu dizeyi “Yeniçeriler sürekli ok atıyordu” veya “Yaylardan durmadan oklar fırlatılıyordu” biçiminde söyleyin, ak duvara çamur fırlatmış olursunuz. Aslında şairin söylediği budur. Fakat şiirde önemli olan neyi söylediğin değil, nasıl söylediğindir. Yayların gerile gerile doymaması imgesi gerçekten alkışa değer, hayran olunacak bir ifadedir.
Şiirin devamı şöyledir:
11 Ağustos 1473:
Otlukbeli; kaya savaş,
Yankılanmış mağaralar:
Ur bre, ur bre!..
Yaylalar kan çiçek, kan kardeş…
Apayrı, apaçık, şahadetler yapyalnız.
Geceyi gündüzle değiştirecek
Çağlayanlar köpüğü ağustos atlarımız.
23 Ağustos 1514:
Çaldıran; inançla yakın,
Kardeşin kardeşle boy ölçüştüğü bir aygır ova…
Çaldıran’da bin sayılır yiğidin teki.
Ölüm mü? Kız oğlan kız…
Kara gece kılıçların ölümle bilendiği
Bir kara pösteki…
Almıştır yokluktan varlığı ağustos atlarımız.
26 Ağustos 1516:
Mercidabık; şimşekten üzengiler…
Üç kara parçasını kilitlemek tanrı katında…
Asya’yı, Avrupa’yı, Afrika’yı birlikte yaşamak…
Yaklaşa, yaklaşa, yaklaşa bizim olmuş bir yıldız;
Bayraklarca kırmızı, yüreklerce ak.
Çöller susuzluğundan dokunmuş güney denizlerine
Ağustos atlarımız.
30 Ağustos 1922:
Dumlupınar; nineden bebeğe dek
Erdemin dirilişi koçaklama gerisinden…
Biri var,
Ulus tutsaklığını son kez parçalamış orda.
Biri,
Kurtuluşlardan bütün ülkelere inen hız…
Yarışmış güne karşı alda, yeşilde, morda;
Aldır, yeşildir, mordur ağustos atlarımız.
İşte dedelerimin nal izleri
Yeryüzü güzelliğince…
Doğudan batıya hep o sevgi,
Hep o arama, hep o sonsuzluk…
Nerde bir daralma varsa oraya bir soluk götürmüşüz neden
Dinelmişiz at ağız?
Nerde bir karanlık varsa oraya inmişiz bir aydınlık düşünceden.
İşte yellerle, yellerle, yellerle uzun ağustos atlarımız.
(Not: Bu sayfaya sığmayacağı için 3,4, ve 5. bentlerdeki şiir ve ifade güzelliklerini es geçip son bentlerdeki birkaç harikulade ifadeden bahsedeceğim.)
Atatürk’ün anlatıldığı dizeler de ustaca söylenmiş sözlerdir. Dağlarca birçok şairin söylediği “büyük komutan, eşsiz önder, yüce lider” gibi sıfatlar kullanmıyor. “Biri” diyor sadece. Bu sözcüğün seçilme sebebi Atatürk’ün içimizden biri oluşudur; Türk milletinin bağrından çıkan bir insan olduğunu vurgulamıştır kısaca. “Ulus tutsaklığını son kez parçalamak” imgesi hayalimizde kırılıp parçalanan prangaları, zincirleri canlandırır. “Son kez” demesi ise bu milletin bir daha asla boyunduruk altına girmeyeceğine olan inancın ifadesidir.
Atatürk’ün “kurtuluşlardan bütün ülkelere inen hız” şeklinde betimlenmesi muhteşem diyebileceğimiz bir benzetmedir. Bu dizeyle birlikte çok hızlı uçan bir kartal düşünürüz ve bu kartalın süratle uçarak sömürülen ülkelere konduğunu, yani o ülkelerin insanlarına rehber olduğunu hayal ederiz. Atatürk’ün başarıları; ezilmiş, sömürülmüş, esaret altında yaşayan milletlere örnek oluşu bundan daha güzel nasıl ifade edilebilir?
Son bentte dedelerimizin nal izlerinin yeryüzü güzelliğince olduğunu söylüyor. Savaş katliamdır, savaş korkunçtur ve kötüdür ama Osmanlı fethettiği toprakları sömürmemiş, hâkimiyeti altına aldığı coğrafyalara adalet, huzur ve barış götürmüştür. Bir zamanlar dünyanın en güzel beldeleri sayılan Bağdat, Kudüs gibi şehirler bugün ne hâlde herkes biliyor. O beldelerde Osmanlı varken insanlar huzurlu ve mutluydu. İngiliz oyunlarına kanan Araplar isyan edip Osmanlıdan koptuktan sonra parçalandılar ve emperyalistlerin oyuncağı ve sömürgesi oldular.
Şairimiz son bentte “Doğudan batıya hep o sevgi, hep o arama, hep o sonsuzluk” derken Osmanlının “huzur ve adalet” için fetihler yaptığını ifade ediyor. Ayrıca son dizelerde kargaşa olan yörelere rahatlama, huzur; geri kalmış ülkelere bilim götürüldüğü anlatılıyor.
(Not: Bu yazı “Şiire Bakış Ötesi” başlıklı kitabımdan kısaltılarak alınmıştır.)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.