- 674 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
892 - YABANDASIN
Onur BİLGE
“Birisine: “Sarhoşluk mu günah işletir, günah mı sarhoş eder?” diye bir soru sordum. “Günah sarhoş eder insanı.” dedi, hiç düşünmeden. Sen ne dersin azizim?” diye bir soruyla açtı sohbeti Define. Sadullah Bey aksini iddia etti. Çoğu zaman öyledir zaten. Bilinenin aksini iddia etmeye ve ispatlamaya bayılır!
“O onun hüsn ü zannı... Eğer günahlarımız bizi sarhoş etseydi, ayık gezemezdik. Üstelik etrafta ayık kimse kalmazdı neredeyse. Sanki kıyamet kopmuş gibi herkes zilzurna, sallanmakta olurdu. Günahsız insan yok ki! Sabiler müstesna...”
“Bana Allah aşkının sarhoşluğu yeter! Bu sarhoşluk da günah işlemeye kolay kolay izin vermez herhalde.”
“Ne zaman yoldan yolculuktan, bu imkân âleminden kurtulur, kendimiz âlem olursak, varlık cennet olur, imkân cehennem... Benle sen, arada Berzah haline gelir. Bütün şeriat hükümleri, senle benden doğar. Çünkü bu hükümler bizim canımıza, bedenimize bağlıdır. Arada senle ben kalmayınca Kâbe, kilise, havra nedir ki? Miraçta olana ibadet yakışır mı? Cenabı Allah’tan dilerim ki bizi kendi katında, ihlaslı, sadık ve salih kul eylesin!”
“Amin! Miraca çıkmak kolay mı! Allah’ı bilmek...”
“İki adım mesafededir. Birinci adım zahiri varlıktan geçmek, ikincisi Hakiki Varlığa vasıl olmak... Bilmek birinci basamak, bulmak ikinci basamak, olmak üçüncü basamak...”
“Olmak çok büyük bir iddia...”
“İlim ile bilmek, can gözüyle görmek, Hakk’a Hak’la Hak olarak yakınlaşmak... Bunlar bildiğin şeyler ama gerçekten de bu köprüden düşmeden geçmek çok zor! Cenabı Hak bütün zorluklar karşısında bize kolaylıklar ihsan etsin! Olmak mümkün, olduğunu söylemek abes... İddia, günahların en büyüğünden... “Sa’y ü gayret...” diyelim kısaca.
"Bekle maarif kapısını
Yüz göstere irfan sana" demiş Niyazi Mısri.”
“Allah “Kulum!” desin yeter!”
“Kolay mı! "Kulum!" demesi için biz O’na nerede, ne zaman, nasıl, neyle kulluk ettik? Bunun bütün yollarını denedik, Onun kahrına lütfuna aynı gözle baktık mı? Onu her yerde müşahede edip de O’nu O’na şikâyetten vaz geçtik mi? Gönlümüz onu misafir edecek kadar bütün şirklerden temizlendi mi? Bütün bunlardan emin miyiz?
"Yabandasın evin yok
Bir yanmış ocağın yok
Issız dağın başında
Mihmanı arzularsın" diyor, Niyazi Mısri.”
Sohbet Define’ye biraz sıkıcı gelmiş olmalı ki eli sigarasına gitti. Konuyu değiştirmek amacıyla olsa gerek:
“Hava iyice karardı güpegündüz. İyi bir yağmur geliyor.” diye laf karıştırma yoluna gitti. Sadullah Bey fena kızar onun tütününe. Dedenin şekeri de var ya...
“Özellikle şeker ile sigara bir aradaysa, kötü bir gelecek hazırlıyorlar sana. Artık anlasana!” dedi. Dede pişkin pişkin sırıtarak çakmağı çaktı.
“İkisi bir arada olunca daha tatlı oluyor.” dedi bir de. Öteki:
“İnadına bir daha yaktı.! Al işte!..” diye küplere binse de dede gırgıra devam etti:
“İçmiyorum, yakıyorum.”
“Havan batsın!.. Kendini yakıyorsun!..”
“Yok be! Benim her tarafım hava olsa ne yazar!”
“Nefsine zulmedene melekler günah yazar!”
“Bizim gönlümüz pazar ama alıcı yok.”
“Pazar gün bütün dükkânlar kapalı da ondan kimse çarşıya çıkmıyor. Herkes ne bilsin senin açtığını! Belki bir arif çıkar da anlar hamlığımızı pişkinliğimizi. Davet eder gönlümüzü gönlüne, açlığımızı susuzluğumuzu giderir, hoşluğuyla hoş, sözleriyle sarhoş eder diye bir ümit işte! Havf ve reca...”
“Korku ve ümit... Yalan dünya...”
“Hak yolda kim zarar etmiş!”
“Haksızlık edenler... Hava karanlık ama içim aydınlık... O kadar mutlu hissediyorum ki kendimi! Allah aşkı böyle bir şey işte!..”
“Allah mutluluğunu ebedileştirsin! Kalbinin üzerine Beka mührünü vursun! Ben de izin isteyeceğim. Yine gevezelik edip durdum.”
“Müsaade senin! Teşekkür ederim teşrif ettiğin ve sohbet için...” diyerek selametle uğurladı onu.
Teşekkür etti sohbet için. Hangi sohbet için? O, anladığını anlattı, diğeri anladı ya da anlamadı, ben yarı yarıya anladım. Belki Mahir daha fazla anlamıştır. Onun az çok Arapçası vardır. Ötekiler ya dinlediler ya da dinlemediler. Kimin ne anladığı meçhul... Espriler anlaşılmıştır şüphesiz...
İlim dili diye bir dil mi var? İnsanın diline yabancı kalması ne kadar kötü! Zaman zaman Sadullah Bey’e: "Türkçe konuşsan da biz de anlasak!" diyoruz. "Ben Türkçe konuşmuyor muyum!" diyor. O dili benimsemiş. O, onun için kolay ve anlaşılır, bizim için değil... Sohbet esnasında kullandığı sözcüklerin çoğunun anlamını Define bile bilmiyor. Bazen aynı anlama gelen üç sözcüğü birden söylüyor, anlaşılması için. Arapçasını Farsçasıyla açıklayabileceğini sanıyor ilkin. Sonra anlaşılamadığını fark edince Türkçe karşılığını bulmaya çalışıyor. Sonunda o kelimeye en yakın olanını buluyor.
"Öyle kelimeler var ki onlarcası ancak bir kelimeyle ifade edebiliyor ama onların asıl karşılıkları o tek kelime değil! Nasıl terk edilir o güzelim kelimeler! Onlar, bizim zamanımızın çok kıymetli mücevherleri..." diye isyan ediyor Sadullah Bey. Sonra da başlıyor Osmanlıca dersi vermeye...
Bizim dünyamız apayrı... Dilimize uydurukça karıştırılmaya çalışıyor. Biz de mi eskidik nedir? Yeni çıkarılan sözcükleri, önceki kullandığımız sözcüklerin yerlerine koyamıyoruz. Onlar cümlelerimizde, klasik mobilyalarla döşenmiş bir salonda, yeni yaldızlanmış eski bir teneke soba gibi duruyorlar. Onlar, kırlarda, çiçeklerin üzerinde değil de evin içinde uçuşan, kelebekler gibiler. Renkleri ve pırıltılarıyla göz kamaştırmalarına rağmen kısa süre sonra ölecekler.
Güzelim Türkçeye karıştırılmak istenen sahte sözcükler, yirmi iki ayar altın takıların yanında bijuteri gibi görünecekler. Geldikleri gibi gidecekler.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 892