- 1240 Okunma
- 10 Yorum
- 9 Beğeni
'sehpa'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Eskiden güneşin doğuşunu denizin içinde beklediğim günler olurdu. Sırtımı suyun kaldırma kuvvetine bırakır, bakışlarımı köprünün berisine doğru ağırdan alır ve o sarı ışığın günü değiştiren devamlılığına özenirdim. Yine kimilerine ilham olur, hayatlarının bir dakikasına bile olsa dokunuşlarımın olduğunu duyunca ya da görünce mutlu bir çocuk olur, kendimi sokaklara atar, caddelere doğru sevinçle cirit atardım. Bir şeylerin eskide kalma ihtimali artık gerçeklik haline dönüşümünü tamamlayınca geriye yalnızca basit hazların duyumsanma ihtimalleri ortaya çıkıyor ki, bu benim gibi azımsanmayacak derece de saplanmayı arayan biri için kâbus demekti. Uzun bir süre banyodaki dolabın üzerinde bekleşen kalıp sabunların yanına, lavanta kokulu sabunlardan almayı düşünüyordum. ‘Ayşe gelince, banyo güzel koksun’ düşüncesi aklımın ucundan bile geçmemişti. Ayşe zaten eskisi kadar meraklı olmadığından, banyo dolabı üzerine yeni koyduğum lavanta kokulu kalıp sabunlardan bahsetmemişti. Yıllar tıpkı çöp kutusu kenarında pis bir halde bekleyen bu dolap gibi Ayşe’yi de değiştiriyordu. O dolap işime yaradı, banyonun en güzel köşesinde yerini çoktan almıştı. Ayşe’nin de yeri değişmeyecek kadar derin ve güzeldi! Ancak yine de bazı ufak değişimlerin oluşu gözden kaçabilir miydi? Ayşe ‘değiştim’ diyordu, ‘ben çok değiştim.’ ‘Sana anlatamadığım, aslında anlatmak istemediğim bir sürü sıkıntım var.’ Değişim, yeni sıkıntıları doğurmakla meşgulken, Ayşe ilk görüşte bayıldığım pantolonunun paçasını düzeltiyor, bir yandan da ‘saçım oldu mu’ diye soruyordu. Ben James Joyce değildim; ‘çok tatlısın’ derken hafif nemli dudaklarım yanağında bir anlığına duraksıyordu.
Trio. Es verip ‘bir daha, bir daha’ diye bağırmak istiyorum. Dün gece çamaşır suyu içip öyle uyumuştum. Son günlerde bu kötü alışkanlığımdan bir türlü kurtulamıyorum. Her sabah aynı temizlikte kalkabilmem için mutlaka çamaşır suyu içmem gerekiyor. İşin ilginç tarafı yoğun çamaşır suları ilk tercihim oluyor. Sulandırıp içince daha bir güzel; hayatıma tazelik katıyor. Ayşe’ye bakıyordum. O benim bazı garip alışkanlıklarımı bilmediği için ne şanslı! Bilseydi herhalde korkardı ve yüzümü bile görmek istemezdi. Aile Hekimim ‘neden böyle bir şey yapıyorsunuz, geçen gün acilden bana ulaşıp, sizi ruh ve sinir hastalıklarına sevk konusunda talebim olup olmadığını sordular. Lütfen, çamaşır suyunu sulandırsanız bile size çok zararlı. İç organlarınıza ciddi zarar veriyor olabilirsiniz’ dediği gün, ‘evet, bırakabilirim, bu mereti içmeden de yaşayabilirim’ diye inanç dopingim kısa sürmüştü. Bunu bir gün iş yerinden arkadaşıma anlattığımda ‘abi sen geri zekâlı mısın ne yapıyorsun’ dediğinde, ‘saçmalama, en azından kedilerin patisine çikolata sürüp yememden daha az zararlı. Geçen gün az kalsın kedi, gözümü çıkarıyordu. Oysa ne de güzel de yalıyordum patisine sürdüğüm çikolatayı’ dediğimde, ‘ya bi siktir git Allah aşkına, sabaha sabah adamı delirteceksin’ tepkisiyle karşılaşmıştım. Ona da hak vermiyor değilim, kedilerin gözüme zarar verme olasılığı ciddi bir mevzu. Neyse ki balıkgözü yediğimi ona anlatmadım! Bir yerlerde duymuştum ve o günden sonra iyice bende alışkanlık haline gelmişti. Gözünde astigmat olanların balıkgözü yemesi öneriliyordu. Ancak geçen gün balıkçıyla fena atışmıştık. Çöpe atmak üzere olduğu balığı kendisinden rica etmiştim. ‘Balık alacaksan, paran yoksa kardeş yarım kilo vereyim ucuz haliyle’ demişti. ‘Yok, o elindeki balığı istiyorum sadece, bir lira versem yeter mi’ diye sormuştum. ‘Ya yok be ya, paraya lüzum yok, alabilirsin’ dedikten sonra balığı avucuma almıştım. Çok uzaklaşmamış, balıkçının iki metre ötesinde duran elektrik direğine sırtımı yaslayıp, cebimden çıkardığım çakıyla balığın gözlerini çıkarmaya çalışıyordum. Bir ara bana baktığını fark ettim. Güç bela balığın gözlerini çıkardıktan sonra az ötede balıkçıları gözetleyen şişmanca tekire balığı fırlatıp, bir avucumda iki balıkgözü, çakıyı tutarken cebimden kağıt peçete çıkardım. Çakıyı bir güzel sildikten sonra cebime çakıyı koyup, yine aynı cepten küçük paket ambalajında tuzu alıp, iki balıkgözünün üzerine bocaladım. Avucumda beni bekleyen ziyafete çok yakınken yüksek bir sesin bana yöneltildiğini duyar gibi oldum: ’Lan deli misin, psikopat mısın, balıkgözü yiyor durmuş karşımda. Yürü git lan buradan!’ İyice çiğneyip, iki gözü de yuttuktan sonra ‘sana ne be birader, sana giren çıkan mı var’ deyip kavganın fitilini ateşlemişken, neyse ki erkekliğin kavgadaki birinci kuralını uygulayıp hızla kendimi ara sokaklara atıvermiştim. Evet, büyük eşeklik etmiştim! Balıkçının gözü önünde, bedavaya balığının gözlerini yemek de elbette büyük eşeklik!
Ayşe soruyor: ‘Bu sehpa mıydı senin bana sorduğun?’ ‘Evet’ diyorum, ‘hiç yoktan bana faydası var. ‘Kötü değil’ diyor ama ‘bununla uğraşmana değmezdi, bu haliyle kullan kullanabildiğin kadar!’ Ona üzerine konuştuğumuz şeyin bir sehpa mı yoksa masa mı olduğu konusunda sorasım geliyor ama çekiniyorum. Evet, ona en yakın halimle ondan çekindiğim anlar da oluyor. Bir yandan tutkuyla ruhuma karışmasını, bir karış mesafe de sıcaklığını umarken, diğer yandan da on dokuzuncu yüzyıl sürgün mahkûmu gibiyim. Ona arada söyleyemediğim öyle saçma şeyler oluyor ki! Mesela geçen mutfağı boyamaya karar verdim. Aslında ben bu kararı vermedim, yapmak zorunda kaldım. Bana kızarak ‘ne bu mutfağın hali böyle, sen eskiden böyle değildin, ne oldu sana’ dedi. Haksız sayılmazdı, eskiden hiç böyle değildim. Evin içinde sigara içmeyen, on sekizinde kıllı göbeğiyle magazin dergilerinin yeni oyuncağı bir garip Türkan Şoray kurallarını yaşatıyordum: ‘Evde asla sigara içilmeyecek! Renkliler ve beyazlar mutlaka ayrı yıkanacak. Makarna salçasız, İtalyan usulü yapılacak!’ Bazı şeylerin fazlasıyla etkisi altında kalmıştım. Kan bağının yüce bir kuvveti, psikanaliz örneklemesi yaşatırcasına beni hayata karşı umursamaz bir kişiliğe büründürmüştü. Göz göre göre yağ yakan bir araba almış, aylarca açık yağ motora ekleyerek arabayla yol almaya gayret etmiştim. Kitap okumalarını bırakmış, öykü denen garabetten elimi eteğimi çekmiş, kedilere bile günlerce yiyecek vermediğim oluyordu. Yemiş, yemiş ve sonra şişip akşama tuvalete gidemeyecek cinsten şişmanlığa erişmiştim. Her şeyim defolu, hatalı idi. Yalnızca araçsallaşan şeyler dışında, kendi vücudumun ve zihnimin bile harabe ehline dönüştüğünü fark etmekten acı duyumsayamıyordum. Ayşe bunların hem farkında hem de değildi! Her şeyi konuşabilir, her şeyden bahsedebilir, her bir yanlışı doğrulatma adına kendimizi vazifeli atfedebilirdik! O bu kadar yakınken, ona bakmak, yüzüne dokunmadan gülüşüne gözlerimle sarılmak, ojesiz boyasız kendi emeğiyle düzgünce tırnaklarını kestiği güçlü ellerini öpmek, yine öpmek kâfiydi!
Uyandığımda yatağımın ucunda bir el beni sarsıyor ‘hadi kalk ya, kalk kahvaltı yapalım’ diyordu. Bir yandan saati soruyor, diğer yandan başka şansımın olmadığını bilircesine ‘daha erken ya’ diyordum. ‘Erken filan değil, hadi ne olur, günü yatarak mı geçireceğiz’ diyen sese karşı koymak istemiyordum. Yorgunluğumla birleşen uykusuzluğum beni yatağın yaylarına doğru çekerken, onun zorlayıcı tarafı hadsiz bir mutluluğu kaslarıma doğru iletiyordu. Geceyi ondan uzakta geçirmiş olmanın aptalca hüznünü, yine onu öperek hafifletirken, ‘ne güzel kokuyorsun’ diyordum. ‘Teni güzel kokan kadınların bahtı güzel olmazmış evlat’ diyecekmiş gibi saçma bir sevinçle bakan gözlerine sığındığım dakikalarda ansızın beni sesiyle dürtüp ‘sana bir şey diyeceğim’ dedi. ‘Gece burada nasıl uyumuşum onu bile hatırlamıyorum. Sonra sanırım üç buçuk gibi boynum hafif ağrıyınca uyandım. Az telefona baktım. Sonra tam gözlerimi tekrar kapattım bir ses duydum. Dikkatimi iyice sese doğru verince, sesin derinlerden geldiğini fark ettim. Önce senin biriyle konuştuğunu sanıp, yanına geldim. Senden çıkan tek ses horultundu. Lavabodan çıkıp tekrar uzandım. Ses gelmeye devam ediyordu. Duvarlar ince deyip duruyorsun ya, karşı komşundan geliyor bu sesler diye düşünmeye başladım. Ayağa kalkıp duvara doğru yürüdüm. Kulağımı duvara yasladım. Ancak sesi hâlâ duysam da, duvarın öteki yanından gelen bir ses değildi. Karanlıkta dolanırken birden sehpaya doğru yaklaştım. Ses, bir süredir beynimi merak içerisinde bırakan ses sehpadan geliyordu. Korktum. Koşup yanına gelip seni uyandırıp, sana sarılmayı düşündüm. Ancak sana da kıyamadım ve tekrar uyuduğum divana döndüm. Gözlerimi kapatıp, sıcak basma pahasına çarşafla başımı bile kapattım. Bir süre sonra ses kesildi ama ben korkudan uyuyamıyordum. Birkaç bildiğim sureden okudum. Nasıl tekrar sızmışım, uyumuşum inan bilmiyorum! Bu nasıl oluyor, bunun bir rüya, kâbus olduğunu söyle lütfen!’
Doksanlardan bir günü yaşıyorduk. ‘Bak’ dedi, ‘seninki çalıyor. Çok seviyordun Ayşegül Aldinç’i.’ ‘Sen bir yerlerde ben bir şehirde, akşam olunca beni hatırla. Mektupları yak, şarkılara küs, hasretler giy, depremler olsun üst üste sonra, kahrından öl. Dağılsın kalbin, öl hatta orada, lanetler yağdır, beni hatırla.’ Aslında özellikle arayıp, dokunup dinlediğim biri değildi. Bir yerlerde, ansızın sevdiğim şarkıcıların şarkılarını duymak daha ayrı bir haz veriyordu. Kimi zaman aynı şarkıyı üç kişi söylüyordu. Önce Tarkan, sonra Ayşe, en son benim sesim. Trio; bir mahkemelik işi vardı hikâyenin! Kendiliğinden düzelen elektrikli araçlar gibi apansız bir sevinç, dargın bir keder havasında; merhaba ey sen! Merhaba gençliğim, geç kalmışlığım, gereksiz yanılsamalarım! Hani bir yerlerde hep mutlu hikâyeler vardır ya; iki kitabım kitaplığımda bana o hikâyelerden bahsederdi. İkisi de sahaftan alınmış, biri mavi, diğeri yaşlı bir kahverengi cilde sahip. İki cümle havada dolanıyordu. Kimi günler amaçsızca dolandığım sahilini, şehirden bir başka görünen denizini, köpeklerini, insanların bile sevdiğim ilçede yürüyorduk. Ne zaman uğrasam, beyaz atlet almamak için kendimi zor tuttuğum küçük giyim mağazasına girdiğimizde alınacak iki şey aklımın ucundaydı: ‘Biri ona tarak, diğeri de bana bıyık makası.’ Ona tarak almasına almıştık ama kendime yine bıyık makası alamamıştım. Küçük bir makas görüp Ayşe’ye ‘bu bıyık makası olur mu’ diye sorduğumda, ‘olur, niye olmasın ki’ diye cevap vermişti. Oysa bıyık makası değildi, tırnak düzeltmek için kullanılan küçücük bir makastı. Boynu bükük mağazadan çıkmamak adına kendime yemek tahtası alıyordum. Yine de mutsuzdum. Bıyıklar için makas alamamıştım.
İki cümle yere iniyordu. Biri ‘sen iyi birisin’ cümlesiydi. Müslüm Gürses’in gençlik şarkıları gibiydi. Birine ‘sen iyi birisin’ demek kahpelikten başka nedir ki? Diğer cümle aslında daha kahpece: ‘Sen bana iyi geliyorsun.’ Ne demek iyi geliyorum? Bugün geliyorum, ya yarın? Ay ki, ay; shit ki shit; here we go again! Neyse ki Ayşe benim ne kadar kötü biri olduğumu biliyor. Kötü biri olmama rağmen Ayşe yine de bana iyi davrandığı oluyor. Hatta abartıyor, gülüyor. Hep gülüyor. Sanki hiç ağlamıyor gibi gülüyor. Gülen insanlar mı bana güzel geliyor, yoksa güzel oldukları için mi gülen insanları seviyorum; ne fark eder ki! İkisi de Ayşe için geçerli ama yine de şansızlığımızı tatbik etmek için sabırsız davranıyoruz. Küçük bir cadde üzeri giyim mağazasına giriyoruz. Üç tane genç kız mağazada çalışıyor ama üçü de birbirinden rüküş halde giyindiklerini fark ediyorum. Ayşe gömlek giyiyor. Yakıştı mı? Yakıştı. Ayşe bir başka gömleği denemek istiyor. Perdeyi aralıyorum. Daha giymemiş; omuzları iki küs kız kardeş: ‘Garip bülbül gibi feryat ederiz!’ Perdeyi kapatıyorum. Önüme bakıyorum. Parmaklarım arasında kırık bir kolye. Utanmak değil de daralıyorum. Yavaş yavaş terliyorum. Güzel mi? Güzel! Bu güzel mi? O da güzel! Ya bu? O da güzel! Bedenine uyan tüm gömlekleri alabilirim ona ama Ayşe bunu kabul etmez. Böyle bir şeye yeltenebilirdim de ama çok geç! Ayşe’nin aklında kalan gömlek teni kadar olmasa da yumuşak ama gereksiz pahalı! Aklımın ucunda ‘bir gün beraber Pendik’e gidelim seninle bol bol alışveriş yapalım’ geçiyor. Şu an için hiçbir şey söyleyemiyorum. Yalnızlığın dününe daha varken, tadını çıkarmalı.
‘Maalesef, ne rüya da ne kâbus duydukların! Sehpa şiir okur bazı geceleri’ diyorum. Alay eden gözlerinin bebekleri irileşiyor ve sonra ciddi bir ses tonuyla ‘benimle oyun oynuyorsun, ne kadar kötüsün ya, altına küçük hoparlör yapıştırıp koydun da beni kandırıyorsun, utanmıyor musun’ dedikten sonra kalkıp sehpayı havaya kaldırdım. ‘Ciddiyim’ dedim, ‘bu gece beraber dinleyelim.’ İnanmayan bakışlarıyla Ayşe gözlerini sehpadan ayırmamışken ‘düşünme bunları, hadi çay içelim’ dedim. Çayı demlemeden önce uzun bir süre kendisine sarılıp kalmıştım. Uyuduğunu anladığımda yavaşça yanından kalkıp çay demledim. Sehpa hafiften mırıldanmaya başlamıştı. Yalnızca karanlıkta okurdu şiirini, şiir olurdu karanlıkta onun duyulan sesi. Onu uyandırdığımda çayı tek içtiğim için bana kızgındı. Sehpaya bakıp bakıp duruyor, kısık bir sesle ‘ne zaman’ diyordu, ‘ne zaman şiir okuyacak?’
Gitmeye yakın her şey daha bir üzgün, üzücü gelir. Dün gülümserken böyle değildin. Şimdi gülüyorsun ama hani bir şey söylesem ağlayacak gibisin. Hani Ayşe, yalnızca ben değil, sehpa, şu ellerin; ‘ellerin, güzel işlerin karıncası/ellerin, ellerden bıkmış ellerimle sığınak’ arasından çıkmış güzellikleri sırtlanan masa, kanepe, divan, şampanya duvarlar, büyük kardeş buzdolabı, kiminin cami halısı diye alay ettiği güzelim Anadolu’m, ana hatırası iki halı, beraber aldığımız şu perde; her bir şey üzgün. Ben henüz farkında olmamalı, olmamalıydı! ‘Gitme, kal be sen de şurada; inan ben değilim, en çok sehpa özler seni, ardından şiirler okur, masa bile eşlik eder, perde, şu yeni bebe bile eşlik eder onlara. Beni bu delilerle, edebiyat kumkumalarıyla yalnız bırakma ne olur’ desem kalır mıydın? En azından olmayacak duaya yeltenecek kadar riyakâr değiliz. Hâlâ iyiyiz, iyiyiz be! Her şeye rağmen ayaktayız, her şeyden biraz, birden bile az; hiçe yakın…
Yanımdaki şu kadın olmasa çoktan gitmiştim. Hayır, ne lüzumu varsa bir de telefonu çıkarıp fotoğraf çekiyor. Ben de iyi yakaladım seni değil mi? Yürüyen merdivenden inişini an gibi bekledim. Belki sen oraya varıncaya kadar nefes alıp vermedim; zaten burası fazlasıyla havasız, dar, dargın ve yalnız. Kalbim, kalbim, kalbim… Bir Fikret Kızılok şarkısı gibi zaman şu an; git diyorsun elinle, hadi git bekleme! Daha gitmeden aklına işlenmiş yine onlarca sorun; ne zaman problemsiz bir gün yaşadık ki biz? Büyükler iyi olsunlar, daha sağlıklı, küçüklerin gözlerinden öperiz hayvanlara inat. Aramızda hep bir cam, ayrılırken mutlaka bir cam olmalı ve küçük bir çocuk mahzunluğu taşımalı yorgun yüzüm. Seni görmüşüm son suyu içer gibi. Bir cam vardı aramızda; soğuk ama canlı, kirli ama dürüst; giderken anladım. Açmalıydım pencereyi, sonuna kadar açmalıydım. Bir fazlaydı azdan, bir yakındı birazdan. Gemilerim batıyordu uzaktan. Kozmosun yitirdiği eski bir taş, vurdu kıyıma apansız. Sarmak isterken, kırdım; kırarım yine kalbini. Pencere çarpıyordu; ne açık ne de kapalı: Biraz.
Sana başımı yaslamış gibi sehpanın yanı başındayım. İnanmayacaksın belki ama kırık bir saç telin yüzümü kaşırken avuçlarım arasındaydı. Tutmak isterken düşürdüm ve bir süre aradım. Bu sehpa; pek utanmaz oldu sen gittikten sonra. Yanından susuyordu ya, şimdi her yanına oturduğumda şiir okuyor. Şairliği bilmem kimden ama gidişine pek üzülmüş; acayip belli ediyor.
‘’bir şiir vardı, bir mısra;
şimdi dilimin ucunda ya,
buralardaydı az önce’’
YORUMLAR
İnsanın içinde derinliklerinde, hayatın bir iyiliğinin olduğu inancı yok mudur? Biraz da o yüzden insan aklı ve kalbi kötülüğü reddeder. Bunu kabul eden zaten insanlıktan uzaklaşmıştır.
Ben bu dünyamı ne kadar iyi ve anlamlı kılarsam sonrasına da kendimi o denli iyi hazırlamış olurum.
Evet, buranın ‘yalnızlığı’ bağırtılı, çağırtılıdır belki. Bu yüzden belki bir gidişin ardından ‘geride’ kalmak bu kadar derinden hissettirir kendini. Üstelik tam mânâsıyla bir uyanmışlık olmamışken bu durum böyledir.
O derin sevgiyi bir isme yüklemek bir varlığa yüklemek… Onsuzluğun ardından kendini daha kirli, daha yalnız ve daha kötü biri olarak hissetmek.
Bir gidişin ardından bakakalmak.Bir gidişin ardından sudan çıkmış balığın gözlerinden başlayarak ölmek. Hayat kimi an bir kedinin patilerine sürülmüş bir çikolatayı yemek gibi güzel görünürken; bir gidişin ardından ise aynı hayat aynı kediye gözleri yenmiş, bir bedeni fırlattırır.
Evet, Ayşe tertemiz hissettiren çamaşır suyu kokusudur.
Evet, Ayşe bir kedinin patisinden çikolata yemenin keyfidir.
Evet, Ayşe mutfağın tertip düzeni, boyalı, sigarasız duvarlarıdır.
Evet, Ayşe sehpanın okuduğu şiirdir.
Masa imiş sehpa imiş ne olduğunun ne önemi vardı. Eşya da konuşur sehpa şiirini okur. Buzdolabı yerini beğenmez olur. Mutfak sigara içer. Kimden dinlediğinin önemi olmayan şarkılar daha derin dinlenir olur.
Bir okuyucu olarak yazı tüm bunları derinden hissettiriyorsa bu yazarının başarısıdır.
Tebrik ederim. Saygı ve selâmlarımla,
HakkınSesi
Bazen biten bir şey ardınca en ince yerleri tekrar görmek adına yorumunu okumak çok iyi geliyor.