- 304 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
MİRAÇ YOKTUR
Kovulmuş Şeytandan Rabbime Sığınırım
Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla
“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren O (Allah) yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir.” (İsrâ Suresi 1. Ayet)
Mi’râç, gelenekçilerin, Kur’an ayetlerine muhalif olarak İslâm dışı kültürlerin etkisiyle kurguladıkları hayal ürünü bir hikâyedir. Bu kurgu; Kur’an ayetleri, akıl ve mantık ilkeleri, tarihî gerçeklerle açıkça çelişiyor.
Rivayetlerin, Kur’an ayetleri ışığında sorgulanması gerektiği bilinmiyordu. Bu yüzden de Mi’râç hadisesi sanki gerçekte yaşanmış zannedildi ve yıllar içinde zanlar üzerine, abartılı, gerçek dışı hüsnü zanlar bina edildi. Sonra, ortaya hiçbir hikmeti olmayan bir hikâye çıkarıldı. Hikâye çıkarıldı, dedim; çünkü ilk dönem siyer (Nebimiz Muhammed’in hayatını özet olarak anlatan eserler) kitaplarında Mi’râç olayı anlatılmıyor dahî. İlk dönem siyer kitapları sadece İsrâ’dan bahseder. Başka kültürlerle tanışan Arap İslâm toplumu, Mi’râç hadisesini bu kültürlerden etkilenerek kurgulamıştır. Mi’râç hadisesi ve Kur’an’daki İslâm’la ilgisi olmayan gelenekçi öğretide; İran, Yunan, Hint kültürlerinin etkisini görmek mümkündür.
Mi’râc’ın, Recep ayının 27. gecesi olduğu kabul edilmekle birlikte, hangi tarihte olduğu ve kaç kere olduğu konusunda pek çok farklı rivayet var. Rivayetler; nebiliğin beşinci yılıyla, on ikinci yılı arasında olduğunu söylüyor. Hatta, Nebimiz Muhammed’in nebi olmadan önce bu olayı yaşadığının iddia edildiği garip rivayetler de var. Yine miracın kaç kere olduğu hususunda da ittifak yok. Ayrıca ruhen mi, bedenen mi, rüyada mı, uyanıkken mi olduğu da tartışmalı. İsra ile Mi’râç’ın ayrı ayrı vakitlerde olduğuna dair rivayetler de var.
Zerdüşt ve Mi’râç
Zerdüşt, Nebimiz Muhammed’ten 600 yıl önce İran’da yaşamıştır. Ancak, Zerdüştlerin kutsal kitabı olan Avesta’da yazanlar hayret vericidir:
“Orada ona, feriştehler (melekler) hürmet etmiştir. Zerdüşt, sonra Ahura Mazda’nın huzuruna çıkmış ve “Hayır Dini”nin hükümlerini öğrenmiştir. Tanrı ona yıldızların ve gezegenlerin hareketinden haber vermiş, cennet ve cehennemi göstermiş, her şeyin ilmini öğretmiştir. Melekler sonra Zerdüşt’ün göğsünü yarmış ve içindekileri çıkarıp temizlemiş ve yerine koymuştur. Bundan sonra Ahura Mazda onu, insanları Hayır Dini’ne davet etmekle görevlendirmiştir. Zerdüşt, yolculuğundan sonra maddi âleme, kendisine verilen kutsal kitap Avesta ile dönmüş ve getirdiklerini tebliğe başlamıştır.” (Avestanın Manzum, Lirik Parçaları)
İslâm, hicretten 50 yıl sonra çok hızlı bir yayılma sürecine girmişti. Ancak, İslâm’ı tebliğ eden -sahabe haricindeki- gelenekçiler Kur’an’ın yeterliliği konusunu tam anlamıyla kavrayamamışlardı. Bu dönemde birçok münafık ve müşrik de muhatap oldukları kültürlerin inançlarını bilinçli veya bilinçsiz olarak İslâm itikadına dahil ettiler. Cahil insanlar ise, güya Nebimiz Muhammed’in diğer nebilere ve din adamlarına üstünlüğünü ispatlamak için bu tür anlatımları ve Zerdüşt’ün yaşadıklarını Nebimiz Muhammed’in hayatına uyarladılar.
Öncelikle şunu belirtmek lazım: Mi’râç ve İsrâ iki ayrı konu. Mi’râç kavram ve isim olarak Kur’an’da geçmiyor. Siyer ve hadis âlimlerinin bir bölümü Mi’râç’ı eserlerinde hiç konu edinmemiştir. Örneğin; en eski siyer kitabı İbn-i İshak’ta Mi’râç yoktur.
İsrâ; Nebimiz Muhammed’in bir gece, Mekke’den Kudüs’e gitmesi şeklinde anlatılıyor. Mi’râç ile ilgili rivayetler ise bu âlimlerin eserlerinde yok. Bazı siyer âlimleri de İsrâ olayını anlatırken Kudüs’ten hiç bahsetmezler. Bu rivayetlere göre, Nebimiz Muhammed’in Mekke’den, Allah’ın katına yükselmesi vardır. Kısacası, hadis ve siyer kitaplarında Mi’râç konusundaki rivayetler tutarsızlıklarla dolu.
Beden mi? Ruh mu?
Mi’râç’ta, Nebimiz Muhammed fizikî bedeni ile mi, yoksa ruhen mi yolculuk yaptı? Gelenekçi âlimler arasında bu konuda da bir uzlaşı yok. Mi’râç’ın ne ruhî ne de bedenî bir yolculuk olmadığını, Nebimiz Muhammed’in rüya gördüğünü söyleyenler de var. Hadis otoritelerinin bir bölümü rüya ile ilgili rivayetlerin gerçekten yaşanmış gibi anlatıldığını iddia ediyor. Hadislere göre, Nebimiz Muhammed her sabah kendi rüyasını anlatır veya sahabenin anlattığı rüyaları yorumlarmış. Gelenekçi âlimlerin içinde Mi’râç rüyasının, yaşanmış bir hadiseye dönüştürüldüğünü düşünenler de var.
Gece Yürüyüşü
İsrâ: “Gece yürüyüşü, hızlıca geceleyin yürümek”, anlamına geliyor. Nebimiz Muhammed, gecenin bir bölümünde yürüyerek vahiy meleği ile görüşmeye gidiyor. Kur’an’da, diğer resullerinde geceleyin çeşitli amaçlarla yürüdüğünden/yürütüldüğünden bahsediliyor; Lut ve Musa gibi. Gelenekçiler ise, Kur’an’da hiçbir delil olmamasına karşın bir insan fiili olan “yürümeyi” göklere çıkıp, Allah’ın zatı ile görüşme haline dönüştürüyorlar. Bu yanılgının gerçek nedeni ise Kur’an merkezli, konuları ayetler ışığında düşünmemek/düşünememek.
Hadisler, Kur’an’ın anlaşılmasının önündeki en önemli engel. Kur’an ayetlerini, hadislerle anlamaya çalışıyorlar ve bir süre sonra ayetin bahsetmediği, birbiriyle çelişen birçok unsur anlama sürecine dâhil oluyor ve neticede ayetin işaret ettiği hikmet anlaşılamıyor.
“O (söyledikleri), yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir. Ona (bu Kur’an’ı) üstün (oldukça çetin) bir güç sahibi (Cebrail) öğretmiştir. (Ki O,) Görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. Hemen doğruldu. O, en yüksek bir ufuktaydı. Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi. Nitekim (ikisi arasındaki uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha yakınlaştı. Böylece O’nun kuluna vahyettiğini vahyetti. Onun gördüğünü gönül yalanlamadı. Yine de siz gördüğü (şey) üzerinde onunla tartışacak mısınız? Sidretü’l-Münteha’nın yanında. Ki Cennetü’l-Me’va onun yanındadır. Sidreyi örten örtmekte iken, Göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) aşmadı. Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden olanı gördü.” (Necm Suresi 4-19)
Miraç hadisleri ile Kur’ân ayetleri arasında bariz çelişkiler var. Mi’râç olayında ismi geçen “Sidre-i Münteha, Kab-ı Kavseyn” gibi kavramlar Necm suresinde anlatılmaktadır. Hâlbuki gelenekçi hadis kaynaklarına göre Necm suresi, İsra suresinden en az sekiz sene önce inmiştir! Bu nedenle Necm suresinin kendisinden sekiz sene sonra olacak bir olayı anlatması düşünülemez. Yani, surede yaşanmamış bir olay, Nebimiz Muhammed yaşamış gibi anlatılıyor. Necm suresindeki, Nebimiz Muhammed’in vahiy meleğini veya ruhu görmesidir. Kur’ân’ın hiçbir ayetinde Nebimiz Muhammed’in Allah’ı gördüğüne, göğe çıktığına, O’nunla konuştuğuna dair tek bir kelâm yoktur. Hatta ima bile yoktur.
Gelenekçiler, surelerin nüzul sebebi ve sırasından bahsederler (Kur’an’a göre bunu bilemeyiz). Necm suresi, İsra suresinden 8 yıl önce inmiş. Hem olay üzerine ayet vahyedildi/ayetlerin nüzul sebebi vardır diyorlar hem de daha ortada olay yok ama ayet/ayetler var!
Nebimiz Muhammed’in, vahiy meleğini veya ruhu görmesinden bahseden ayette geçen “Kab-ı Kavseyn” veya “Sidre-i Münteha”, “Cennet’ül Me’vâ” gibi deyimlere, gelenekçiler bambaşka anlamlar yüklemişlerdir. Kab-ı kavseyn; Allah ile âşık olduğu kulu Muhammed’in vuslatı olarak; Sidre-i Münteha da Varlık dünyasının sınırı olarak anlatılmaktadır. Hatta bu son sidre ağacından, cennet nehirleri çıkar, Fırat ve Dicle doğar. [Buhari, Enbiya, 22/2] Cennet’ül Me’vâ ise; ahiret yurdundaki cennetin bir bölümü olarak tasvir edilir.
Ayette bahsedilen sidre ağacı, o vadide yetişen bir ağaç türü olup, “sedr ağacı” veya “Arabistan kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç o dönemde kırsalda yaşayanlar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi /işaret noktası olarak kabul edilirdi.
Cennet kelimesi Kur’ân’da onlarca yerde dünyadaki bahçeler için de kullanılmıştır. Allah nasıl bir zamanlar Musa Nebi ile bir ağacın arkasından konuştu yani ona vahyi iletti ise, şimdi de Nebimiz Muhammed’e Sidre ağacının arkasından konuşmakta ve vahyetmektedir.
“Derken oraya geldiğinde, o kutlu yerdeki vadinin sağ yanında olan bir ağaçtan: ’Ey Musa, Âlemlerin Rabbi olan Allah benim;’ diye seslenildi.” (Kasas Suresi 30. Ayet)
Kab-ı Kavseyn; de o zamanlar için kullanılan bir uzunluk birimidir. “Bir kulaç, iki arşın” vs. gibi! Vahiy meleği, “Bir yay boyu” mesafe kadar Nebimiz Muhammed’e yaklaştı, hatta daha da yakın!
“Cennet-ül me’va “me’va kelimesinin sığınak, barınak, durak anlamları var. Cennet ise ağaç ve bahçelerin olduğu yerdir. Mescit, sözlükte, "secde edilen yer" anlamına gelir. İllâ secde edeceğiniz bir yapı değildir, mescit. Dağda gezerken sürekli namaz kıldığınız bir yer edinmek, orayı mescit edinmektir. Gelenekçiler bu yüzden kendi rivayetleriyle bir kez daha çelişiyorlar:
‘...Yeryüzü benim için bir temizlik vasıtası ve mescit kılındı...’ buyurdu.”
(Müslim 523/5, Ebu Avane 1/395, Tirmizi 1553, İbni Mace 567, Begavi 3617, Ahmed 2/411)
Nebimiz Muhammed bir gece vakti, vahiy almak için yürüyerek Mekke’de Kâbe’nin olduğu yerden, yani yaşadığı yerden bir ağacın yanına, ağaçların olduğu ve daha önce bildiği bir yere vahiy almaya gitti. O dönemde müminler ibadetlerini her yerde yapıyorlardı. Mekke’nin çeşitli yerlerinde namaz kılıyorlardı. Bahçelerin olduğu yerlerde namaz kılabilecekleri yerler edinmiştiler. Buralarda sık sık namaz kılıyorlar ve İslâm’ı tebliğ ediyorlardı. İşte, Nebimiz Muhammed bir gece yürüyerek böyle bir yere gitti, vahiy meleğini gördü, vahyi aldı ve çeşitli görüntüler izledi.
Nebimiz Muhammed, bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya gidiyor. Mescid-i Haram, Mekke’deki Kâbe’nin bulunduğu arazinin adı. Mescid-i Aksa neresi? İşte gelenekçi yanılgı burada başlıyor. Mescid-i Aksa’nın kelime anlamı; uzak mescit, demek. Uzak mescit, Mescid-i Aksa denilince de herkesin aklına Kudüs geliyor. Ancak bu şartlanmış bir bakış açısı. Kelimenin anlamıyla ve tarihî gerçeklerle, bu bakış açısı tutarsızlık arz ediyor. Beyt-ül Makdis kelimesi Kur’an’da geçmez. Ve o dönemde, Kudüs’te bir mescit dahî yok, inşa edilmemiş.
Mi’râç olayının anlatıldığı rivayetlerde, Mi’râç hadisesi olurken Kâbe’de dahî bildiğimiz anlamda bir mescit yoktu. Hâkimiyet müşriklerin elindeydi. Daha İslâm Mekke’de hâkim değilken Hıristiyanların kontrolündeki Kudüs’te nasıl bir mescit olabilir ki? Gelenekçi kaynaklardaki bu iddia da açıkça tarihi gerçeklerle çelişiyor.
Mi’râç’ta, Nebimiz Muhammed’in Kudüs’teki mescitten göğe çıktığı hikâye edilir. Bu konuyla ilgili hadislerde ilginç bir durum vardır. Nebimiz Muhammed, Mi’râç olayını Mekkeli müşriklere anlatır ve onlar da Kudüs’teki mescidi tarif etmesini isterler. Hadislere göre de Nebimiz Muhammed mescidi tarif eder. Hadislerde, mescidin tarifiyle ilgili hiçbir detay yok. O dönemde Kudüs şehri Hıristiyanların elinde. Dolayısıyla bir mescit yapılmış da değil. Hadislere göre ise, Nebimiz Muhammed olmayan bir mescidi tarif ediyor. Mescidin tarif edildiği bilgisi hadiste var ama hiçbir detay yok. Bu durum, hadisin uydurma olduğunun göstergesi.
Mi’râç hadisesi hiçbir zaman gerçekleşmedi
“Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse, onlara bir ayet getirmek için yerde bir tünel açmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa (yap). Eğer Allah dileseydi, onların tümünü hidayet üzere toplardı. Öyleyse sakın cahillerden olma.” (En’âm Suresi 35. Ayet)
“’Yahut altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız.’ De ki: ’Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?’ (İsrâ Suresi 93. Ayet)
Allah’ı tenzih ederiz. Gelenekçiler; kuantum fiziği, zamanın göreceliği/rölativite, boyut ve holografik evren gibi bilimsel kavramları bilmedikleri için, o dönemde – hâlâ böyle zannederler- Allah’ı göklerde zannediyorlardı. Hâlbuki ruh, madde zannedilen görüntüler izler. Yaşadığınız bir boyut vardır. Allah; yukarıda, Allah göklerde değildir. Uzayın dışına çıkıldığında, Allah’ın katına çıkılmış olunmaz. Mi’râç hadisesinde, Nebimiz Muhammed, Burak isimli bir canlı ile Kudüs’ten göklere çıktığı tasvir ediliyor.
Başka bir boyuta geçmek için neden Nebimiz Muhammed Kudüs’e gitsin?
Neden bir araca binmeye ihtiyacı olsun?
Eğer Allah’ın katına çıkacaksa, bunun için bir araca ve şehre ihtiyacı yok ki! Allah dilediği görüntüyü kendisine kendi evindeyken de izlettirebilirdi.
Yukarıda yazdığım ayetlerde de açıkça görüleceği gibi (özellikle İsra 93’e dikkat edin, çünkü Mi’râç ayetinin geçtiği suredeki diğer bir ayette 93. ayettir) müşrikler, Nebimiz Muhammed’den olağan üstü şeyler yapmasını, gökyüzüne yükselmesini istiyorlar. Nebimiz Muhammed’in verdiği cevap manidar: “Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası mıyım?”. Eğer, Nebimiz Muhammed gelenekçilerin iddia ettiği gibi gökyüzüne çıksaydı, bunu inkâr etmeyecekti. Ama beşer olduğunu belirtiyor. Allah, hâşâ gökte değil ki göğe çıkıp kitap alsın ve orada Allah ile görüşsün!
50 Vakit Namaz!
“O zaman Allah ümmetime elli vakit namaz farz kıldı. Bu farziyeti yüklenerek döndüm. Derken Mûsâ’ya rast geldim.“Mûsâ bana, ‘Rabbin ümmetine neleri farz kıldı?’ diye sordu.“Onlara, ‘Elli vakit namaz farz kıldı’ dedim.“Musa bana, ‘RAbbine dön de şefaat et, zira ümmetin buna tâkat getiremez.’ dedi.“Bunun üzerine Rabbime Mürâcaat ettim. Allah Teâla şatrını (bir kısmını) indirdi. Ben yine Mûsâ’nın yanına dönerek durumu kendisine haber verdim: ‘Bir kısmını indirdi’ dedim. O yine, ‘Rabbine mürâcaat et, zira ümmetin tâkat getiremez’ dedi.“Ben yine Rabbime mürâcaat ettim. Alah Taâla kalanından bir kısmını indirdi. Mûsâ yanına yine döndüm. O tekrar, ‘Rabbine dön, zira ümmetin buna dayanamaz’ dedi. Bir daha müracaat ettim. “Allah Teâla, ‘Onlar beştir, yine onlar [sevap itibariyle] ellidir. Benim nezdimde hükm-ü kaza değişmez’ buyurdu. “Musa’nın yanına döndüm. O yine, ‘Rabbine dön’ dedi.” “Ben de ‘Artık, Rabbimden utanır oldum’ dedim.” Müslim, İman: 263; Ahmed Naim, Sahih-i Buharî Muhtarası Tecrîd-i Sarih Tercemesi. (Ankara: Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, 1981), II/277.2) Bedrüddin el-Aynî. Umdetü’l-Karî Şerhu Sahihi’l-Buharî. (Beyrut: İhyâü’t-Türhasi’l-Arabî), IV/48.)
24 saat, 1140 dakika eder. 50 vakit namaz emrediliyor. Bir vakit farz namazını, 5 dakikada kıldığımızı düşünelim. Yaklaşık olarak her 28 dakika da bir namaz vakti gelir. Geceleyin her 28 dakikada bir uyandığımızı ve namaz kıldığımızı düşünebiliyor musunuz? Ne zaman uyuyacak ve dinleneceğiz? Gündüz nasıl çalışacağız? Peki, mümin ne zaman cihad edecek? Ne zaman küfre karşı fikrî mücadele verecek? 1 saat içinde 2 vakit namazı kılmamız gerekecek. Bu mümkün mü? Namaz için abdest almamız gerektiğini de düşünün. 24 saatte, 10 saat namaz!
“Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez.” (Bakara 185)
Âlim sıfatı verilen hadis uydurucularının, bütün şeyhlerin ve evliya zannedilen insanların, Kur’an hükümlerini bilmedikleri, göz ardı ettikleri, aslında ilim ehli olmadıkları, Kur’an’daki İslâm’ı bilmedikleri ve anlamadıkları ve iman etmedikleri, ayetleri tefekkür etmedikleri, ayetler üzerinde düşünmedikleri, hadisleri Kur’an’a arz etmedikleri, bu rivayetteki tutarsızlıklarda da açıkça görülüyor.
Allah, kullarına yaşamayacakları dinî hükümler göndermez. Allah ve elçisi namaz için pazarlık yapmaz (Allah’ı ve elçilerini tenzih ederiz). Bir başka elçi, hâşâ çaresiz ve ne yapacağını bilemeyen başka bir elçiye (Nebimiz Muhammed’i tenzih ederiz) namazlarda indirim yapılması konusunu hatırlatarak tavsiyede bulunmaz. Allah, her dinî hükmü hikmetle yaratandır. Allah, hükmünde ortak kabul etmez. Allah bir emir verdiği zaman, elçileri emre itiraz etmez. Allah yaşanmayacak bir din göndermez.
Allah’ın zatını hiçbir beşer göremez!
“Sidreyi örten örtmekte iken” (Necm Suresi 16. Ayet)
Allah’ı tenzih ederiz. Gelenekçiler bu ayeti, Nebimiz Muhammed’in, Allah’ın zatını gördüğü an olarak tefsir ediyorlar. Nebimiz Musa, Allah dağa tecelli edince bayıldı ve yere düştü. Burada yine Nebimiz Muhammed’in diğer nebilerden üstün olduğu ispatlanmak isteniyor. Hâlbuki bu ayette, Allah’ın elçisi, bütün elçilere vahyi bildiren, vahiy meleğini görüyor.
Allah’ın zatını hiçbir beşer göremez. Allah hiçbir beşerle aracısız konuşmaz.
“Kendisiyle Allah’ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şura 51)
İnsan, gölge varlıktır. Gölge varlık, mutlak varlık olan Allah’ı göremez. Nebimiz Musa, Allah’ı görmedi. Allah, dağa tecelli etti ve dağ parçalandı. Şöyle düşünün; rüyanızdaki insanlar sizi göremezler. Hayal kurun. Hayalinizdeki insanlar da sizi göremezler. Allah, eksik sıfatlardan ve beşerî kavramlardan münezzehtir. Hâşâ! Allah hayal kurmaz ve rüya görmez. Ama insanın, Allah nazarındaki konumu gölge, hayalî bir varlık olmasıdır. Hiçbir göz, bakışlarıyla Allah’ın zatını kuşatamaz.
“Gözler O’nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır.” (En’am 103)
"Miraç gecesi Resulullah, Allah Teâlâyı gördü. Çünkü Cabir bin Abdullah, Nebimiz Muhammed’in Necm suresinde, ’Elbette Onu gördü’ ayet-i kerimesi üzerine, ’Elbette Rabbimi gördüm’ buyurduğunu ve aynı surenin ’Sidret-ül-münteha yanında’ ayet-i kerimesi üzerine, ’Ben sidret-ül-müntehada Rabbimi gördüm. Öyle ki, ilahî vechinin nuru, benim için zahir oldu.’ buyurduğunu bildirmiştir. İsra suresini 17. ayetinin tefsirinde, İbni Abbas buyurdu ki: ’Mirac gecesinde Resulullah, Allah Teâlâ’yı gördü." (Abdülkadir Geylani Gunyetü’t Talibin)
"O Server, Mirac gecesinde Rabbini dünyada değil, ahirette gördü. Çünkü o Server, o gece, zaman ve mekân çevresinden dışarı çıktı. Ezelî ve ebedî bir an buldu. Başlangıcı ve sonu bir nokta olarak gördü. Cennete gideceklerin, binlerce yıl sonra, cennete gidişlerini ve cennette oluşlarını, o gece gördü. İşte o makamdaki görmek, dünyada görmek değildir. Ahiret görmesi ile görmektir. Bu görmeyi dünyada gördü demek de mecaz olarak söylenmiştir. Dünyadan gidip gördüğü ve yine dünyaya geldiği için dünyada gördü denilmiştir." (İmam-ı Rabbanî, Mektubat, 283)
Gelenekçi hadis otoriteleri, hadisleri Kur’an perspektifinden değerlendirmemiştir. Daha sonra gelen nesiller de geleneğin dışına çıkmamış, kendilerine devredilen bilgiyi sorgusuz sualsiz kabul etmişlerdir. Gelenekçilerin büyük önem verdiği iki gelenekçi Abdülkadir Geylani ve İmam-ı Rabbanî, Kur’an yerine hadislerin hükmünü tercih etmişlerdir. Olmayan bir Mi’raç hadisesi ve Allah’ın görülmesinin imkânsız olmasına rağmen hadislerin çizdiği çerçevede konuyu değerlendirmişlerdir. Özellikle İmam-ı Rabbanî’nin sözleri bütünüyle Kur’an itikadının dışındadır ve açıkça şirktir.
Zaman ve mekân Allah’ın yarattığı iki kavramdır ve zamanın ve mekânın dışındaki tek varlık: Allah’tır. Eğer bir varlığın zamanın ve mekânın dışına çıkabildiğini iddia ederseniz, bu aynı zamanda o varlığı ilah olarak da gördüğünüz anlamına gelir. Varlığı, var olanı, varlık âlemini yaratan Allah’tır. Varlık, bir mekânın içinde yaratılır ve o varlığın algılayacağı bir zaman algısı Allah tarafından takdir edilir. Mekânsız var olabilen tek varlık, Allah’tır.
Gelenekçiler, büyük ilmî sıfatlar verdikleri şahısların çok açık şirk içeren sözlerini, tevillerini dahi o şahıslara verdikleri sıfatlardan korktuklarından dolayı eleştiremezler ve bu yorumlarının, Kur’an’a uygun olmadığını söyleyemezler.
Resullere itaat farzdır. Resullerin içtihatları eleştirilmez. Emri sorgulanmaz. Bunun haricinde, Kur’an’a uygun olmayan her içtihat eleştiri konusu yapılabilir. Gelenekçilerin, âlimleri, şeyhleri ve evliyaları dokunulmazlığı olan mutlak otorite haline getirmelerinin dinen, Kur’an açısından bir bağlayıcılığı yok. Hatta tam tersi bir durum söz konusu. Gelenekçi âlimlerin, şeyhlerin ve evliyaların içtihatlarındaki yanlışlıklar ortaya konulmalı ki, insanlar Kur’an’daki İslâm’ı daha kolay kavrayabilsin.
Nebimiz Musa, Tur dağında Allah’ı görmek istedi, fakat Allah isteğini kabul etmedi. Gelenekçiler, Nebimiz Muhammed’in, Nebimiz Musa’dan daha büyük bir nebi olduğunu ispatlamak için, Mi’râç’ta Nebimiz Muhammed’in Allah’ı gördüğünü iddia ettiler.
Kalp yıkanır mı?
“Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında yatıyordum. Uyku ile uyanıklık arasında bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı. (Bu sözünü söylerken boğaz çukurundan kıl biten yere kadar olan kısmı gösteriyordu.) Kalbimi çıkardı. Sonra bana, içerisi îman ve hikmetle dolu, altından bir kab getirildi. Kalbim (çıkarılıp su ve Zemzem ile) yıkandı. Sonra içerisi îman ve hikmetle doldurulup tekrar yerine kondu…” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 22, 43; Müslim, Îman 264)
Vücudumuzun sol tarafındaki kalp adlı organla; Kur’an’da manevî dünyamıza, bir nevi manevi organımıza işaret edilen kalp arasında hiçbir bağlantı yoktur. Kur’an’da bahsi geçen kalp; ruhumuzdur. Manevî âlemimizdir. Fikirlerimiz, düşüncelerimizdir… Kalplerimiz de suyla sabunla yıkanarak temizlenemez.
Kur’an ayetlerine iman eden, İslâm’ın hükümlerini yaşayan insanların manevî dünyası hayır ve güzellikler yönünde değişir. Nebimiz Muhammed, Allah’ın elçisiydi ama aynı zamanda bir beşerdi. Onun da kendine ait bir fikir dünyası vardı. Nebiliği süresince her an Allah’a olan yakınlığı arttı. Dolayısıyla hiçbir insanın vücudundaki etten bir parçayı yıkayarak manevi hayatına müspet anlamda katkıda bulunamazsınız. Hadis imamlarının ve âlim ve evliya ve Müslüman zannedilen gelenekçilerin bu hadisleri kitaplarında zikretmeleri bile Kur’an’daki fikri derinlikten ve Kur’an’ın anlamından, Kur’an’daki hikmetten ne kadar uzak olduklarını gösteriyor.
Nebimiz Muhammed’in nebi olmadan önce çocukken ve gençken (üç kere), bir de Mi’râç’ta kalbinin melekler tarafından yarılıp temizlendiğine dair hadisler vardır. Ancak, Kur’an’da, Nebimiz Muhammed’in nebi olmadan önce iman edenlerden olmadığı bildirilmektedir.
“Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun.” ( Şûrâ Suresi 52. Ayet)
Mi’râç’ta resuller namaz kılıyor muydu?
Nebimiz Muhammed, hadislere göre Mi’râç’ta diğer elçilerle görüşüyor. Elçilerin hepsine namaz kıldırıyor. Bir insan elçi de olsa öldükten sonra -zamanda görecelik (rölativite) prensibine göre– dünya hayatı ile ilişkisi kesilir ve artık dünya hayatında olan bitenle ilgili bilgi kendisine ulaşmaz. İnsan ölünce; önce kıyameti, sonra mahşer meydanını ve daha sonrada ebediyete kadar yaşayacağı mekânının görüntülerini izlemeye başlar. Bunun haricinde kabir hayatı diye bir hayat yoktur. Kur’an’da geçmez kabir hayatı. Bu nedenle; Nebimiz Muhammed göklerde diğer elçilerin ruhaniyetleriyle görüşmedi. Çünkü elçiler ölmüşlerdi, hesaplarını vermişler ve cennete gitmiştiler. Ara bir mekân yoktu ki, elçiler orada Nebimiz Muhammed’le buluşsunlar. Dünya hayatı ve ahiret hayatından başka bir seçenek yok.
Öldükten sonra ibadetlerin mükellefiyeti kalkar. İbadetlerden sadece dünyada sorumluyuz. Mi’râç hadislerinde, elçilerin göklerde ki boyutta namaz kıldığından bahsediliyor. Bu, Kur’an’a göre mümkün değil. Namaz kılmaları için bir neden yok. Din dünya içindir, dünya hayatı son bulunca din hükümleri ölen insanın sorumluluğun da değildir ki bu hükümleri yaşaması, ibadet etmesi gereksin.
Mi’râç hadislerini kim rivayet etti?
Mi’râç’ hadisleri; 4 halifenin şiddetle eleştirdiği, dışladığı ve hadis rivayet etmesini yasakladığı, Ebu Hureyre’ye dayandırılıyor. Çok daha ilginç bir durum var. Mi’râç hadisesi olduğunda Ebu Hureyre Müslüman değil, daha İslâm’ı kabul etmemiş (islâm’ı hiçbir zamanda kabul etmedi, Ömer ve Ali onu münafık olarak görüyorlardı). Ebu Hureyre, Mi’râç’tan yıllar sonra Müslüman oluyor (?). Mi’râç hadisesinin olduğu dönemde Müslüman olan sahabenin ileri gelenleri Mi’râç hadislerini rivayet etmiyor, ama şüpheli şahıs Ebu Hureyre, bu mitolojik hikâyeyi anlatıyor.
Hangi resul Allah’a daha yakın?
Nebilerin manevî makamları hakkında Kur’an’da bir bilgi yok. Allah’a en yakın kul hangi kul, bilemiyoruz. Kur’an’da bahsi geçen bütün elçiler bizim elçimizdir. Hiçbiri arasında ayrım yapmayız, hepsini severiz ve hepsinin hayatı bizim için bir örnektir.
“Allah’a ve Resûlü’ne inananlar ve onlardan hiçbiri arasında ayrım yapmayanlar, işte onlara ecirleri verilecektir. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nisâ Suresi 152. Ayet)
Kur’an’da açık bir bilgi olmamasına rağmen gelenekçiler Nebimiz Muhammed’in en büyük Nebi olduğunu iddia ederler. Bu, Mi’râç hadislerinde de görülüyor. Nebimiz Muhammed’in, Mi’râç’ta bütün elçilere namaz kıldırdığını iddia ediyorlar. Nebimiz Muhammed’in bütün resullerin imamı olduğu iddiasından yola çıkarak böyle bir içtihatta bulunuyorlar. Bu, yanlış bir sevgi anlayışı. Nebimiz İsa’yı düşmanlarının değil, sevenlerinin “Tanrı” ilan ettiklerini unutmamalıyız. İşte gelenekçiler, ehli kitapla girdikleri bu yarışta öne geçebilmek için kâinatın Nebimiz Muhammed için yaratıldığını da söyleyebilmişlerdir. Hâlbuki Kur’an, yaratılış hikmetinin gerçek nedeninden bahseder:
“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56)
Kur’an’a uymayan Mi’râç hadisleri ve anlatımları
“Seni, insanın yaratılış gâyesine uygun olana yönlendiren Allâh’a hamd olsun. Şâyet içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sapıklığa düşerdi.” dedi. (Müslim, Îman, 272; Eşribe, 92)
İnsanın kaderi vardır ve her birey kendi kaderini yaşar. Bir elçinin yapacağı seçim, ümmetini oluşturan fertlerin seçimlerini etkilemez. Gelenekçilerin bu tür hurafelere itibar etmesinin nedeni Kur’an’ın yeterliliğine inanmamalarıdır.
Nebimiz MUSA VE Nebimiz MUHAMMED
“Mûsâ ile karşılaştık.
−Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin! dedi.
Ben onu geçince, ağladı. O’na:
–Niye ağlıyorsun? Denildi.
−Çünkü benden sonra bir delikanlı peygamber oldu, O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha çok! dedi.” (Buhârî, Bed‘ü’l-Halk, 6; el-Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îmân, 264; Tirmizî, Tefsîr, 94, Deavât, 58; Nesâî, Salât, 1; Ahmed, V, 418)
Allah’ın elçileri bütün müminleri ve bütün elçileri severler. Çünkü Allah her seferinde farklı bir din göndermedi. Her zaman İslâm dini insanlara tebliğ edildi. İslâm ailesi büyük bir ailedir ve bütün elçiler ve bütün müminler bu aileye dâhildir. Elçiler ve müminler kardeş ve arkadaştırlar.
“Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdiği nebiler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?” (NİSA Suresi 69. Ayet)
Elçiler ve müminler cehennemlik olan hiç kimseye üzülmezler. Ayrıca, üzülmek haramdır. Nebimiz Musa’nın cehennemlik insanlara üzülmesi söz konusu dahî olamaz. Allah’a isyan eden, Allah’ı tesbih edip yüceltmeyen ve Kur’an’daki İslâm’ı yaşamayan insanlara kalben sevgi beslenmez. Nebimiz Nuh oğlu, Nebimiz İbrahim’de babası konusunda, Allah tarafından uyarılmışlardır. Bu nedenle iki elçi imansız ölen yakınları için Allah’tan bağışlanma dilememişlerdi.
SONUÇ:
Gelenekçiler, hadislerdeki çelişkileri göremezler. Gelenekçiler, birtakım isimleri tartışmasız otorite kabul etmişler ve bu din otoritelerinin içtihatlarını Kur’an ayetleri ışığında eleştirmemişlerdir. Gelenekçiler, Kur’an’ın İslâm’ı anlamada ve yaşamada yeterli olduğuna inanmadıklarından hadislere ihtiyaç duyarlar; ama hadisler hem Kur’an ile hem de diğer hadislerle çelişmektedir. Hatta aynı hadis kitabında birbiriyle çelişen hadisler mevcuttur. Gelenekçiler hadislere itibar ettikleri için her konuda, her zaman yanlış hüküm verirler ve hurafelere inanırlar. Gelenekçiler aynı zamanda kendi kültürlerini de dinleştirmişler ve kültürel inançlarını İslâm’a sokmuşlardır.
Bu saydığım yanlışların hepsi Mi’râç hadislerinde adeta cem etmiş, birleşmiş. Kimin ne dediği ve ne iddia ettiği beli değil. Ancak, ne acıdır ki Mi’râç’a inanılıyor; hem de büyük bir hakikatmiş gibi!
Kur’an’ı yetersiz görür ve hadislerle İslâm’ı anlamaya çalışırsanız, çıkmaz bir yola girersiniz. Ve her zaman karşınıza Kur’an’ı yeterli, hadislerin de çelişkilerle dolu olduğu gerçeği çıkar. “Kur’an yeter “dedikten sonra “Ama…” demeyin. Allah’ın sorduğu sorunun cevabı aslında şudur; evet, Kur’an yeter ve hadisler, gelenekçilerin içtihatları yetersizdir.
“Kendilerine okunmakta olan Kitabı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu?” (Ankebut 51)
Ahirette sadece Kur’an hükümlerinden sorguya çekileceğiz ve bizlere hiçbir hadis kitabındaki hadisi yaşayıp yaşamadığımız sorulmayacak. Bu nedenle yalnız Kur’an’a odaklanın. İnşaAllah.
“Ve şüphesiz o (Kur’an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. Siz (ondan) sorulacaksınız.” (Zuhruf 44)