- 580 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
ayak sesi ürpertilerim
O akşam her zamanki gibi işten yorgun argın gelmiştim. Umduğum hiçbir şeyi bulamayacağımı bile bile buzdolabının kapağını açtım. Yemek tabağının içinde kalan zeytin, peynir, salça ne bulduysam hepsini bir çırpıda bütün ekmeğimin arasına boca ettim. Hiç eksik etmediğim ayranımı da alıp, her zaman huzur bulduğum beni tek anlayan kanepemin üzerine yayılmak, televizyon karşısında pineklemek için aceleyle yürüdüm. Nihayet ana kucağı gibi rahatlatıcı koltuğuma oturmuş, ayaklarımı sehpaya uzatmış, ekmeğimi yarı etmiştim ki, birkaç sesin öbek öbek çoğalan haykırışlarını duydum. Önce izlediğim diziden geldiğini düşünüp oralı olmadım. Sürahideki ayranı dikledim tepeme, bu ayranı da içmesem kabus dolu rüyalar arasında dönüp duruyordum. Ekmeğimin son lokmasını da ilk lokması gibi iştahla yiyip bitirmiş, parmaklarıma akan salça ile peynirin tuzlu suyunu tek tek yalarken “imdat” sesi ile irkildim.
Bu benim duymak istemediğim seslerden, yakarışlardan biriydi. Lütfen diziden gelen bir replik olsundu. Televizyonun sesini daha çok açmak istedim, gerçekse bile duymak istemiyordum. Yorgunluğumun üzerine bir de hiç tanımadığım insanların kavgaları arasında bulmak istemiyordum artık kendimi. Sesini sonuna kadar açıp, merakıma yenilerek aynı hızla sonuna kadar kısmak için bastım kumandanın düğmesine. O kadar çok bastırmışım ki, baş parmağımın karıncalanarak uyuştuğunu hissettim. O duymayı istemediğim seslerin arasına ağlayan bir çocuk sesi de ilişti. Hatta tiz sesiyle baskın gelmeye bile çalışıyordu.
Her akşam bu çarpık yerleşim yeri olan gecekondu bölgesinde kavga hiç eksik olmuyordu. Hatta benim oturduğum gecekondu diğerlerine göre daha sapa hatta ay ışığının bile teğet geçtiği bir yer olunca uyuşturucu satıcılarının ve kadın pazarlayanların uğrak yeri haline gelmişti. Duvarların inceliğinden konuşmaları rahatlıkla duyabiliyordum öyle ki polise yardımcı olacak kadar çok bilgiye sahiptim.
Aklımı farklı şeylere odaklamaya az önceki çocuk sesini ve bağrışmaları beynimin süzgecinden elemeye çalışıyordum. Televizyonun sesini yeniden açtım öyle ki gürültülü savaş filmi bu sesleri bastırabilirdi. Olmadı hala o küçük bebeğin küçücük gırtlağını zorlayarak ağlaması beynimde dalgalanıyordu. Bir anda kapının önünde buldum kendimi. Seslerin geldiği tarafa doğru koşar adım ilerledim. Ayakkabımı giymediğimi çok sonra parmak aralarıma dolan çamurdan, keskin çakıl taşlarının tabanıma batmasıyla fark ettim.
Sese yaklaştıkça uzaklaşıyordum. Tam vazgeçecekken yeniden ses yükseliyor beni farklı bir tarafa çekiyordu. Işığı yanan, perdesi açık bir evin önünde durdum. Duvardaki saat gecenin dördünü gösteriyordu. Yarım saat önce saat dokuz değil miydi? Saate tekrar baktım, evet evet saat dörttü ve duvarların tamamı kan içindeydi. Beşikte ağlamaktan sesi kısılan çocuk bayılmış, uzun siyah saçlı kadının bir eli beşikte bir kolu yana açılmış yerde öylece yatıyordu. Açık kalan televizyonda bir dizinin tekrarı vardı. Odayı kontrol edince duvar dibindeki yatakta yaşlı bir kadın iri mavi gözlerini kocaman açmış bana bakarken kımıldamadan yatıyordu. Sobanın üzerindeki mavi çaydanlığın yarı gövdesi is olmuş, demliği ve kapağı kilimin üzerine düşmüş, odunlar etrafa saçılmıştı. Kendimi toparlamalı bu olanları sorgulamalı hatta sonuca varmalıydım. En iyisi hiçbir şeye karışmamaktı. Karışınca başıma neler geldiğini benden iyi kimse bilemezdi. Evet evet en iyi yolu bir çırpıda bulmuştum. Duvardaki kan, susan çocuk, yerde yatan kadın, gözlerini bana dikip bir şeyler anlatmaya çalışan bu yaşlı kadın pek hayra alamet değildi. Hemen eve gidip telefonumla polisi aramalıydım. Tam arkamı dönecekken, parlayan, keskin, kocaman bir bıçağın soğuk nefesini boğazımda hissettim…
ü. yaldızlı