- 1265 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ceylan gözü hangi niyetle öpülürse caizdir?
Küçükken çok deyiş dinlemişimdir. Kalemimi zenginleştirdiklerini de düşünürüm hatta. Evvela: Bana bir ritim öğrettiler. Ahenkli söylemenin sırrı sanki o ritimdedir. Tanıştığını artık bırakmaz. Kalbine bir kez dokunan/dokunulan o letafetin izdüşümlerini arar kendi metinlerinde. Bir esinti olmaya çalışır başkaları için. Tattığının parçası olmaya çalışır. Nasıl olmasın? Rüzgâr öyle başkadır ki. Öyle başka bir varlık sahasından bahseder ki. Taş bunları bilmez. Dağların dudakları uçuklar duyduklarından. Nasıl olur? Yüklenmekten çekinirler böylesi bir emaneti. Hayretlerinden unufak olurlar. Topraklaşırlar. Çok kayaları baştançıkarır küçücük okşamalar. "Yel kayadan ne alabilir?" diye soranlara inat olur bütün bunlar arkadaşım. Evet. Tamam. Kabul ederim: Yel kayayı zorlayamaz. Ama esmeyle tanıştırır. Rüzgârlığa özendirir. Daha önce olmadığı yeni bir oluş şekli öğretir. Tıpkı kuşların bizi uçmaya özendirdiği gibi. Söylememe bile gerek yok. Unutamadıklarından zaten bilirsin. Hafızandaki sûretlerden. Ruhundaki çiziklerden. Avuçlarından çekilen dikenli tellerden. Bilirsin. Gücün kaba kuvvetten başka çeşitleri de vardır. Ve güzellik de kurşun tesirlidir. Sanki bağlamı tersten okuyoruz arkadaşım. O zaman bizcesini söyleyerek düzeltelim: Belki kurşun öldürecek kadar güzeldir.
Sahi. Ben ki sineğim. Kartalları konuşacak irtifada değilim. Fakat şöylece vızıldamadan da edemem arkadaşım: Belki Mevlana’yı Şems’te hayrete düşüren de budur. Yani ’tanıştırıldığı varlık sahası’dır. Öğretilen dildir. Yeni haberdir. Daha önce dokunulmamış bir oluştur. Şimdi diyeceksin ki: "Mevlana Hazretleri zaten bir güneş idi. Sevenlerinin sinesinde herdem ışıldar idi. Ne işi vardı Şems kadarcık mumla?" Yok. Öyle değil. Açlığını bilen hiçbir sofraya burun kıvıramıyor. Madem ki orada yeni bir varlık şekliyle tanıştırılıyor. Yeni bir marifet alanı açılıyor. Yeni bir lokma konuluyor gurme ağzına. Bitti. En varlar bile orada yoklar. Her yere çoksalar da oraya azlar. Orada yokluklar. Önce yokolacaklar ki sonra varolacaklar. Daha çok varolmanın sırrının yoklukta olduğunu biliyorlar. "Nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur..." sırrına mazhar olacaklar. Elhamdülillah. Onlar bunu biliyor. Onlar bunu yaşıyor. Fakirliğiyle fahreden sual etmekten gücenmiyor. Yunus Emre sarı çiçeğe soruyor. Süleyman aleyhisselam kuşlarla söyleşiyor. Herkes dosttan bir haber arıyor. Dosttan haber vereni dost görüyor. Dosta işaret eden dostlaşıyor. Dostun dostu da dost oluyor. Tıpkı Mecnun’un "Leyla’yı görmüşlerdir!" diye ceylanların gözlerini öpmesi gibi.
İşte böyle. Deyişlerde de bir belirsiz ’dost’tan bahsedilip duruyordu arkadaşım. Büyüklerime sorardım bazen: "Kim bu dost?" Derlerdi: "Allah’tır, Peygamber aleyhissalatuvesselamdır, mürşiddir, pirdir, sevgilidir..." Mütehayyir kalırdım. Çünkü konuşulan hep bir kişi gibi gelirdi. Hep aynı canandan bahsediliyor sezilirdi. Çağları, söylenişleri, söyleyenleri başka olsa da bütün feryatlar âdeta tek bir ’Ah!’tan kopmaktaydı. Sanki aynı göz farklı yüzlerde ağlamaktaydı. Lakin bu tevhid içerisine aksine yorulabilecek ayraçlar da bırakılırdı. Sonraları hikmetine bir parça uyandım. Her âşıkta mecnunluk olduğunu kavradım. Mecnunlukta ise âdetti. Leyla’ya baktıran gözler öpülürdü.
Ben şimdi ’Mecnun’ dedim. Yanlış ettim. Şöhreti deliliktir ya. Kimse kendisine yakıştırmayacak. Halbuki ahirzamanın mecnunları Mecnun’dan daha mecnundur. Cinnet-i mürekkebdedir. Nasıl? Mesela: Mecnun’un "Belki Leyla’yı görmüştür!" diye öptüğü gözleri, biz, bizi gösterdikleri için öpüyoruz. Artık herkes kendisinin Leyla’sı oldu. Mecnun Leyla’sıyla birleşti. Bu öyle bir beladır ki tarifi müşkül. İkisi ayrılmalıydı. Bu yüzden kavuşturulmadılar. Tuttuk mübarek firakı sulhettik. Kutupları birbiriyle vuslettik. Ne havf kaldı ne reca. Ne neşe kaldı ne hüzün. Kimse yârinin cefasını çekmekten korkmuyor. Muhabbetini kazanmayı ümit etmiyor. Çünkü ne birincisinden ne ikincisinden riske düşer. Mecnun Leyla olduğunda, Leyla kendisine Mecnunluk yaptığında, fakirlik mi kalır? Bereketsiz bir emniyet hissi oluşur. Yalancı bir güvenlik. Çöllere düşecek kalmaz. Ceylan gözü aranmaz. Dost dostundan yalnız haber almalı. Vuslatına ermemeli. Varırsa arayışın bereketi biter. Sonuna gelinen yolda yolculuğun bizde eylecekleri de sonlanmıştır.
Şimdi oraya geleceğim işte. ’Dost’ dediğimiz aslında ’Hakiki Dost’tan haber verendir. İşaretidir. Beşaretidir. Haberidir. Yani maksud birdir de tecellisi aynalarımızda parelenmiştir. Bu yüzden her haber verene ’dost’ deriz arkadaşım. Dostun kokusunu taşıyana dost deriz. Şaşırdın şimdi ben böyle söyleyince. İçini biraz daha doldurunca anlayacaksın: Evet. Biz bir hayat ararız dosta bakınırken. Varlığımıza varlık katacak. Bizi yeni varlık sahalarıyla tanıştıracak. Kalemden bildirecek. Bilmediklerimizi öğretecek. Bunu en nihayet yapan/yaratan el-Veliyy olan Allah’tır. Fakat arada perdeler vardır. İkramlar sebeplere bağlanmaktadır. Mecnun Leyla’yla sınanmaktadır. Yaşanacaklar vuslat değil haber kalmalıdır. Yolun bereketi tadılmalıdır. İşte, kanaatimce, hakiki dostun Allah olduğunu bilmeyenler bile, varlıklarına yapılan bu katkı hatırına dostlarını severler. Fakat onlar ceylanlarının gözlerini ancak kendi yansımaları için öperler. Mü’min ise "Mevla’dan gelmiştir!" diye öpecek göz arayandır. Dudaklarını bu niyetle, besmeleyle, besleyendir.
Şûrâ sûresinin 9. ayetinde kısa bir mealiyle buyruluyor ki: "Onlar Allah’tan başka velîler/dostlar edindiler öyle mi? Halbuki asıl dost ve koruyucu Allah’tır. Ölüleri de O diriltecektir ve Onun gücü herşeye yeter." Yanlış anlama. Hak Teala bize ’Ondan başkalarına da dost dedik diye’ gadaplanmıyor. Ceylanların gözlerini yanlış bir niyetle öptüğümüze güceniyor. Biz haberi öpmedik de haberciyi öptük. Hangi dosttan gönlümüze bir hayat esintisi gelmişse, bir şenlik rüzgârı konaklamışsa, içimizdeki bir ölüm/ölülük dirilmişse vesilesiyle, el-Hayy olan Allah’ın ikramıdır. Bilemedik. Onu yaratan ancak ’diriliş kanununun sahibi’ olmalıdır. Göremedik. Hayatı yoktan yaratamayan, ölüleri diriltemeyen, içimizdeki ölümü de diriltemez. Sıkıntımızı gideremez. Ruhumuza şenlik getiremez. Yani ki bize dostluğun sûretini, eserini, tesirini gösteremez. Ceylan gözü öpmek ancak Leyla hatırına caizdir. Böylece ceylan mana-i harfî olur. İşte, arkadaşım, ayet-i kerime "Ölüleri de o diriltecektir!" hakikatini belki de bu hikmetle hatırlatıyor. Dostunun gönlüne getirdiği baharı hakiki bahardan ayrı görme. Çünkü en nihayetinde dostun ölümlerinden diriltendir seni. Bu dünyada kalbini. Ahirette herşeyini. Evet. Ceylanların gözü seni de bir parça gösteriyor. Ama bakalım ki sen yalnızca ’sen’ misin?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.