- 552 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Şair Sinan Ayhan’ın Poetikası
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Şair Yazar Sinan Ayhan’ın (Kitapları Bağlamında) Poetikası Üzerine Konuştuk
(Konuşan: İlkay Coşkun - Temmuz 2021)
2021 yılının ilk yarısında şiir (Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri) ve hikâye kitabınız (Alt-Üst -Altından ve Üstünden Kalkılamayacak Hikâyeler-) arka arkaya okurlarıyla buluştu. Bunlarla birlikte yayınlatmayı düşündüğünüz başka dosyalarınız da var. Okurla buluşturduğunuz bu iki eserinizin okur nezdinde ilk yansımaları nasıl oldu? Şiir ve hikâyeyi ayrı ayrı değerlendirirseniz neler söylersiniz?
Eser vermek, insanın has amacı, hayatı üst seviyede anlamlandıran bir emek… Her türlü çaba eser vermeye öykünmektir. Bir şey olmak, adam olmak, iyi insan olmak, bir mesleğe sahip olmak, baba olma isteği bile özünde eser verme hamlesinin bir tezahürüdür. Eser vermede en özgül hal kanaatimce “kitaplık çapta çalışma” keyfiyeti…
İlk eser olarak “Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri’ni yayınlamış olmaktan memnunum. O sadece ilk eser değil, yeni bir edebi tür olarak göz önünde… Birçok kişi kitabın bu yönünü görmedi. Ancak zamanla bu görülecek. İnsanlık, yepyeni anlatım biçimlerine gebe… Hikâyeden çok, anlatım biçimleri esası teşkil edecek. İnsanlar, hikâye üzerinden hayatı anlamlandırmaya alıştıkları için bu çabaya aşina olamadılar. Hikâye, insan ile birlikte zaten var, hikâyenin, yani bir metnin konusunun ilerisinde anlatım biçimleri ve üslup duruyor, bir eserinin kıratını da daha çok bu anlatım biçimleri ve üslup belirliyor…
İkinci kitap, “Alt-Üst” yine anlatım biçimlerini kolluyor. Ama hikâye kitabı olması hasebiyle daha çok beğenildi ve daha çok anlaşıldı. İlk kitap ise daha orijinal bulundu. Kimi, ilk kitabın orijinalliğini öne çıkardı, kimi, ikinci kitabın anlaşılır olmasını… Olabilir; ben iki eseri de kıymetli buluyorum. Çünkü her iki kitabın da bir kuramı var. İlk kitap, anlatım biçimi olarak çok anlamlılık tılsımı açısından “bileği-metni” diye bir tür öneriyor; önsözünde bunu anlatmaya çalışıyor ve eserde de örneklerini veriyor... İkinci eser, hikâyecilik açısından bir kuram geliştirirken insanın “alt-üst” olmuş haline de tefekkür düzeyinde vurgu yapıyor…
Orijinal hal ve kuram geliştirme meseleleri diğer dosyalarla da devam edecek ve öyle kitaplaşacak inşallah.
Bir şair ve yazar olarak dünyaya nereden bakıyorsunuz? Yazarken ortak bir dert ve tetikleyici noktalarınız nelerdir?
Kendimi şair, hikâyeci, roman yazarı olarak hissetmedim. Genel anlamda bir yazarlık merakı var üzerimde; lakin kendimi daha çok düşünmeyi öğrenen biri, derin düşünmenin yollarını arayan biri olarak gördüm. Gençlik yıllarından beri “tefekkür adamı” olmanın yollarını aradım, hâlâ da arıyorum. Bir şekilde “tefekkür adamı” olmak için yetiştirildiğimi düşünüyorum. Henüz öyle bir sıfatım yok, ancak Allah ömür verir de son eserimi yazıp son noktayı koyduktan sonra, bana dair Türk Milletine ait irade böyle bir hükme varırsa, o zaman o sıfata kavuşabilirim, bunu da çok isterim…
“Tefekkür Adamı” olmamış, ama olma isteğiyle o tavırda ilerleyen biri olarak da yazmak benim için bu tefekkürün en güzel zemini… Yazarken bir şair, bir hikâyeci veya bir romancı olarak değil; şiiri ele alan, hikâye ile uğraşan, romana şekil vermeye çalışan, denemeler ortaya koyan bir mütefekkir olarak yazdığımı düşünüyorum, öyle hissediyorum… Yazarken beni tetikleyen tek bir şey var; o da derin düşünce… Nefes alırken bile bir yazı olduğumuza kaniiyim; bu sayede yazılıyorken bile derin düşünmenin gereklerini yerine getirmeye çalışıyorum… Benim her anlamda bir tetikleyicim varsa bu ancak “derin düşünmek”, “tefekkür edebilmek” hasretidir; başka bir şeye de gönül vermişliğim yok doğrusu. Bu anlamda yazmak benim için sadece bir araç.
Yazılarınızda üst kurmaca tekniği, kapalı metin, monolog anlatım, anlatım içinde anlatım gibi özellikler kendini gösteriyor. Gerek şiirlerinizde, gerekse de hikâyelerinizde dikkatimi çeken en önemli şeylerden birisi de imgelerin yoğunluğu. İmgelerinizi nasıl inşa ediyorsunuz? Bu bağlamda yazılarınızda ve şiirlerinizde ön hazırlıklarınız nelerdir?
Her hangi bir ön hazırlığım yok. Hep hüzünlü bir adam oldum. Bu anlamda bazı ağaçlara bıçak vurursunuz, ondan reçine çıkar; bana da dünyadan bir şey dokunsa ondan hüzünle yoğrulmuş yazı ve düşünceler çıkar. Bu da sanırım bir hazırlık sayılmaz; beni bıçak nerede yakalarsa orada kalem olurum galiba. Başka ne diyebilirim, bilemiyorum…
O yazım tekniklerine gelince; onlar, yeni anlatım biçimleri keşfetmek ve üslubu hakkıyla sergilemek için işler durumda. Hüzünle kavrulmuş insanı hiç boş hacim bırakmayacak mikyasta başka nasıl kâğıda dökebilirsiniz, ben onu da bilemiyorum… Her şey kendiliğinden oluyor, her hangi bir tarifi veya formülü yok… Olduğu gibi olan şey bu ve gayet olağan bir şey… Hiçbir insandan gayriliği yok…
Afrika’nın üveylik ve yetimlik durumunu resmettiğiniz “Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri” şiir kitabınızı hangi duygu yoğunluğu ve ön hazırlığıyla yazdınız? Afrika özelinden acıları, açlıkları duyumsatmanın yanında hangi ruh hâlini taşıyorsunuz?
Afrika, mazlum coğrafya ve bütün mazlum coğrafyaların temsilcisi, sembolü… Mazlumlar için kalbi yanmayan insan olmasın… Afrika’da yapılan bir belgesele rastlamıştım; bizim belgeselci Afrikalı bir yaşlı adamı dinliyordu; bir ara yaşlı adam şöyle sordu: “İstanbul, kimin başkenti…”; bizim belgeselci donup kaldı; keza ben de öyle; belli bir süre sonra yaşlı adam kendi sorduğu soruya şöyle cevap verdi: “Sanmayın ki orası sadece sizin başkentiniz, orası aynı zamanda bütün mazlumların başkenti, yani bizim de başkentimiz…” Bu sorunun tarihi sorumluluğunu da hissederek yazıldı “Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri” ve bize ait bir vebali göstermek için de yazıldı bu kitap. Zaten içindeki mücevherlik acı da bundan.
“Yazarsam, her şeyden sorumluyum”; ruh halim de bu minval üzere işte.
Afrika üzerine yazdığınız şiir kitabınızda, şiirden önceki hâli ve şiirin çıkış yeri olan cevherliği “bileği-metni” tanımlamasıyla ele alıyorsunuz. Cevherin işlenmiş hâlinden daha çok cevherin saf hâlini öncelediğinize vurgu yapmaktasınız. Bahsettiğiniz bu ifadeleri biraz açar mısınız?
“Her şeyden önce kelime vardı”. Zaman geçtikçe her şey pörsüdü. Kelime, cümle, ifade biçimleri kirlendi. Geçenlerde yine bir yerde; ebcet hesabıyla hilal ile “Allah” kelimelerinin kelime sayı değerleri toplamı aynı imiş ve o sebeple de bayrağımızda hilalin olduğu söyleniyordu. Bu söylenen bana enteresan geldi. Allah, Hz. Adem (as)’a her şeyin ismini öğretti. Hem de sonsuz isim sahibi ve ilim sahibi olarak… Her şeyden önce kelime(kelam) vardı, bütün temiz haliyle… Rahman ve Rahim… Eril ve dişillik; ama tenzih… Daima tenzih… Kelimede, cümlede bu sırlar üzere bir tılsım saklı… İşte o haldeki cevher kast ediliyor ve çok anlamlılık oradan o cevheri yakalamaya çalışıyor…
O kadar melezleşti ki her şey, hangi sınır nerede ben de bilemez oldum; ama kendimce anlatmaya çalışayım… Önce “monad” kavramıyla girelim meseleye, Leibniz’in kavramı, ben anladığım şekliyle şeylerin DNA’sı diye tarif edeyim, a’dan başlayan şey sıfat dizini olarak z’de bitsin veya sıfat listesini bir küme diye adlandıralım; basitçe anlatmak için alt dizinlere girmiyorum; toplu olarak bu “bardak” tözünü oluştursun; c’den başlayan bir dizi de z’yi geçerek b’de bitsin, bu da masa tözünü oluştursun; her biri kendi içinde sonsuz ve birbirleriyle kurdukları bağda sonsuz; bardak tözü ben isimlendirmeye başladığımda kendi monadını kuruyor, belki bardaktan bağımsız eksiltiler ve çoğaltımlarla başka tözlerden geçip, başka monadlara iz bırakıyor; bunlar hepsi gelip belki masa tözü ve monadıyla denkleşiyor; bir tek şartla kıyasa, ikiliğe açılıyorlar, yok olmaları şartıyla var oluyorlar, zamansız, mekânsız, sonsuz ve aynı zamanda uçsuz bucaksız… Daha iyi anlatılabilir; ama ben ancak böyle bir deneme yaptım şimdi, bu açıklama burada dursun bir…
Bir başka açıklamaya girelim şimdi; müzik, müzik türlerini doğurmuş meselâ, ne olmuş, folklorik unsurlar, senfonik olmuş, yalın olmuş, girift olmuş, müzikten uzaklaşmış, söze gelmiş, vesaire… Meselâ bazı senfonileri duysanız; içinde “rock” tınıları bulursunuz… Yazıda da ben, böyle geçişler olduğunu düşündüğüm için acaba başka türler keşfedebilir miyim diye düşündüm. Son dönemde kafamda şöyle bir şekil oluştu ve onları öyle denemeye başladım… Aslında “bileği-metni” bir tür, “monad”, “kökdörtlük”, “fark” da “bileği-metni”nin alt türleri veya alt söz sanatları gibi… Şiir ile “bileği-metni” de pek ayırt edilemiyor gibi; lakin ben kendimce ayırımlar koyuyorum; mesela şiir müziğin ezgisine doğru gidebilir daha çok, “bileği-metni” müziksiz “söz-ezgi”ye doğru gider… Şiir yine bir bilinç hali saklıdır; “bileği-metni” sayıklar gibidir… Eğer öyle bir şey varsa, sayıklamanın bilinci diyebiliriz ona. Daha başka ayırımlar da zamanla söylenecek… “Bileği-metni” şiir tınılarının doğurduğu bir şey, ama şiir değil… Sosyolojinin felsefeden doğması gibi… Bir şey değilse bile henüz, bir gün olacak, belki başka bir şey diyecekler, ama olacak…
Ya ahlakın sorgulanır, ya estetiğin, ya topyekûn varoluşun… Aslında bütün mevzular, gelir “poetik” olana dayanır… Temelde sorgulanan sana ait “poetika”dır. Bir fikir nescine aşk ile dokunma, o yapı üzerinden “bir şeyi yıkıp da yerine bir şey koyma” mesabesinde bir hamle… Cevher, cevheri doğuruyor gibi… “İdeası olan” ve olmayan çekişiyor… “Bileği-Metni” nedir… Şiir ortada duruyorken “Bileği-Metni” diye bir şeye gerek var mı… Her şey ortada duruyorken kelimeye, cümleye gerek var mıydı peki… Her şeyden önce kelam vardı. Bunun gibi şiirden önce “bileği-metni” vardı. İsteyen buna da şiir desin, ama bunlar aynı keyfiyetler değil. Kitabın önsözünde de söyledim. Çakmak taşı, bileği taşı neyse; kelime ve anlam dünyasında bir izdüşüm olarak “Bileği Metni” de o… Yani bıçak bileniyorsa, metni bileyen bir şey, bir hal, bir düşünce, bir tarz, bir tür de olabilir… Çakmak taşı ateş yakıyorsa, bu tarzın metni de ateş yakma, kalplerde kor olma aracı olabilir… Rimbaud’ya göre o hal, “ateş hırsızlığıdır”… Aşka sürtünen aşk olsun, metne sürtünen o sırlar içinde o metin olsun… Bize göre açık, kimisine göre de kapalı… Kapalı diyen niye kapalı diyor, bilemem; ben meselenin açıklığıyla nefesleniyorum…
Şair ve yazar kimliğinizi inşa etme sürecini emek vererek, gözleyerek ve sıkı okumalar ile birikim sağladığınızı biliyoruz. Bu kimliğinizi inşa ederken size yol gösteren yazarlar, kişiler kimlerdir?
En başta Nietzsche’yi sevdim; onun “istem”i çarpıcı ve lirikti. Söyledikleri ise derin mizahın veya ağır bir sitemin, hicvin ürünüydü. Nietzcshe’nin tüm kitaplarını alıp okudum ve her kitabını okuduğumda tebessüm ettim.
Dostoyevski, Kafka, Kundera… Bunlar da benim için örnek aldığım ruh çizgileri oldu. Bir dizin ve bir devam oldular hep. Sartre ve Camus’yü de anmadan geçemem. Ama biri var ki o, benim onun fikir soyundan geldiğimi düşündüğüm kişiydi; o da Rimbaud’dur. Benim için bütün batı edebiyatı bir tarafa, Rimbaud bir tarafa… Cehennemde bir Mevsim ve Aydınlanmalar, zaten “bileği metni” türünün ilk örnekleridir kanaatimce…
Çok yazar okudum ve neredeyse hepsini sevdim; şimdi hepsini saymak bana anlamlı gelmiyor. Kafamda hepsine bir yer verdim; bir hiyerarşi kurdum, adeta bir “edebiyat atlası” gibi… Bunlar zamanla çıkacak, yansımaları görülecek… Eğer bir yerlerde bir hiyerarşi kuruluyor ve orada o kurulan şeyin mayası tutuyorsa o bir estetiğe işarettir. Nietzsche’nin “iyinin ve kötünün ötesinde” diye anlattığı şey…
Okumaya başladığım günden beri aslında bana nezaret eden bir kalem sahibi, bir mütefekkir var; o da Üstat Necip Fazıl… Ben onu bir kere dahi görmedim, o da beni görmedi; ama kitapları sayesinde sanki doğumumdan itibaren görüşmüş olduk. Beni mutlak ölümlerden alıkoyan hep onun kitapları oldu. Onun kitaplarından bana kalan öz, bir şekilde beni yanlışlardan korudu; hakikat ile yalanı ayırma becerisi verdi; okuduklarımda beni derinleştirdi; benim için sıkıntılı günlerimde kimse yokken o vardı. Onun kitapları benim için anlatabileceğimden önemlidir ve her birinin üzerinde bir sır kıymeti vardır. O sırrı da daha fazla bir şey söyleyerek tavsatmak istemem… Üstat Necip Fazıl, benim sırrımdır…
Gerek şiirlerinizi gerekse de hikâyelerinizi inşa ederken kurgu, yazım tekniği ve dil işçiliği yönüyle neler söylersiniz?
Üslubun her şey olduğunu düşünüyorum; üslup yazarın kafa kâğıdıdır, parmak izidir; üslupta da kolladığım şey çok anlamlılık ve lirizmi bir kıvama getirmek… Çok gönderme metni ezer diye bakılıyor, nereden biliyorsunuz; belki bir üslup hepsini kaldırabilecek bir yöntem bulacak, geliştirecek… Çok göndermeyle de sırıtmayan, kırılmayan, ezilmeyen, eğilip bükülmeyen bir metin yazılabilir pekâlâ. Ben bunun mümkün olduğuna inanıyorum ve üslubun neyi, hangi tekniği, hangi anlatım biçimini, hangi yeniyi çıkarıyorsa onu işler kılmak için elimden geleni yapıyorum. Bu da bir zorlamayla değil, zaten kendiliğinden oluyor; daha fazla tarife hacet yok, üslubun varsa her halükârda bir yerlerin acıyor ve kanıyordur; o kanamayla ne gerekiyorsa onu yaparsın, üslup bütün şifaya kavuşma hallerini içerir; dediğim gibi “üslup, her şeydir”…
Şiirimizi nerede görüyorsunuz? Yeni soluklara, yeni şiir damarlarına, yeni şiir akımlarına ihtiyacı var diyebilir miyiz?
Şiirimiz nerede, bunu kestirmem zor… Ortada bir şiir var mı, yok mu; bunu zaman gösterecek… Ama şunu söyleyebilirim; şiirimizin Büyük Şair’e ihtiyacı var… Kavmine yön veren, kavminin sözcüsü olan “Büyük Şair”e… Bir zamanlar olduğu gibi… O olunca sanırım, şiir de olacak…
Kelimelerin etimolojik yapılarına göndermede bulunup kelimeleri bölüp farklı anlamlar türetmeye çalışıyorsunuz adeta. Anlattıklarınızda hep ikincil manayı hissediyor bir taraftan okur. Neler söylersiniz?
Kelimeler, işaret ve seslerin anlamla giydirildiği cevherler… Kelimelerden cümleler oluyor; bu da cevherin tepkimeye girdiği hal… Yani bizim düşündüğümüzün ötesinde bir hal var burada… O vakit, ikincil mana da yetmez. Üçüncül, dördüncül, beşincil ve ötesi manalar devrede… Ben kendi hesabıma hepsini kovalamaya talibim. Cüssem ölçüsünde… Atom parçalanmaz diye bir kanı vardı; ama parçalandı. Kelime parçalanmaz da denebilir; ama öte anlamları kolluyor ve işaret ve seslerin nasıl mana giyeceğine ilgi duymuşsanız, çok anlamlılık içinde kelimenin parçalanmasını da göze alacaksınız…
Alt-Üst, hikâye kitabınızdan anlaşıldığına göre Avrupa, batı ve hatta Rus edebiyatını çok iyi okuduğunuz ve tahlil ettiğiniz görülmektedir. Albert Camus, Karl Marx, Dostoyevski, Jack London, Diyojen, Aristo gibi yüz yıl öncesi yaşamış değerlerin ve kitaplarında geçen kahramanların günümüzde de yaşıyor ve gelecekte de yaşayacak şeklinde görmüş ve öykülerinize bu şekilde misafir ettiğiniz görülüyor. Kitapta yer alan bu kahramanlar hakkında neler söylersiniz?
Yazarlar da kelimeler gibi bazı sıfat, isim, fiil, anlam dizinini tarayıp geçiyor. Kelimeler ne kadar yaşıyorsa, onlar da o kadar yaşıyor. Anlam eşiğinde hepsinin diri olduğuna kaniiyim. Onları söz konusu etmem, onların bir devamı olabilmek gerekçesiyledir. Onlarla akrabalığımı anlam üzerinden kuruyorum ve metinlerimde onlara kutlu bir yer vermek istiyorum. Eser veren bir insan, ölmez… “Ölürse tenler ölür” demiş Şair, aşkın keyfiyeti bakımından da “âşıklar ölmez.”
Hikâyelerinizde fantastik öğelerin yanında alışılmışın dışında anlatımları da yer alıyor. Bu farklılığın oluşumunda bakış açınızın katkısı nedir? Bir yazma ritüeliniz var mıdır? Özellikle hikâyelerinizde "Girift hâl, tefekkürde derinlik ve mutmain kalp" söyleminizi biraz açar mısınız?
Bir yazma ritüelim olduğunu sanmıyorum. İlham gelirse yazıyorum, gelmiyorsa yazmıyorum. Ama şuna inanıyorum; günümüzde “anlatım biçimleri” keşfetmek veya icat etmek önemli. Aklın ve ruhun çıtası yükseldi; onları mutmain hale kavuşturmak için eski anlatım biçimleri yeterli değil. “Pratik bir Akıl” varsa, “Girift bir Aklı” ortaya koyan bir derin düşünce merhalesi de var. Siz hikâyelerin fantastik olduğunu düşünüyorsunuz, ben olağan hikâyeler olduğuna eminim; bu zamanın taradığı cevher, eğer onu hissedebiliyorsanız, onu “olağan” diye tanımlayacaktır. Girift Akıl artık olağandır; sonsuz anlamı kollayan bünye olağandır; lirik söyleme alışık kulak ve anlayış olağandır; insanı anlayışsızlık çölünden çıkarıp bir bereket ovasına çıkaracak olan “anlatım biçimleri” hep olağandır.
Hikâyenizi oluştururken önce kahramanı mı tasarlarsınız yoksa kurgu ve konuyu belirledikten sonra mı karakterler oluşur?
Tek teknik var; o da ilham… Ağaca bir şey sürtünür yaralar, ağaç reçine verir, dediğim gibi… İnsanı ne yaralarsa o yaralayan şey ilhama vesile olur… İlham olduktan sonra zaten “ne varsa, içindedir.”
İki yazım türünü de denemiş bir kalem olarak hangisi sizce daha zor? Nedeni? Şiir ve hikâyenin birbirine karıştığı oluyor mu? Şiirsel öykü tanımlaması hakkında neler söylersiniz?
Temelde yazmak çok zor bir şey; mıknatısın artı ve eksi kutupları gibi hayat dizaynınıza göre kutuplarınızı yüklenmemişseniz bu zorluğu kâğıda dökecek iradeyi de taşıyamazsınız. “Zehirle pişmiş aşı yemeye kimler gelir”… Zehre talip olan kaç insan tanıdınız. Şiir olsun, hikâye olsun, türe bağlı bir zorluk yok; zorluk tüm halleri ile varoluşta…
Edebiyatın, şiirin ve sanatın bir ortamda ilerleyip yükselmesi nelere bağlıdır?
Kendini feda etme ahlakına bağlıdır. Kendini hakikate feda etmeyen yazarın bulunduğu ortamda, kalem oynatmak mümkün olamaz; kalem oynatılsa bile o ortamın ürününe edebi ürün, şiir veya sanat denilemez.
Yazım hayatınızda Kardelen dergisinin yeri apayrı olsa gerek. Otuz yaşını doldurmuş Kardelen dergisinin ve Kardelen dergisi ekibinin içerisinde olmak nasıl bir duygu? Kardelen dergisinin size kattıkları ve bu birlikteliğiniz hakkında neler söylersiniz?
Biz Kardelen ile doğduk, Kardelen bizimle doğdu. Biz belki o doğma keyfiyetinin şahısları olduk. Bu güzel bir nasiptir. Sonsuz şükürler olsun. Öğrencisi olarak bizi yetiştiren Ali Hocam’ın bir ifadesi var; “dergi yetişmek içindir.” Evet, beni topuğumdan başımdaki tele kadar yetiştiren bütün müesseseleri ile Kardelen, ama onun da arkasında ve omuz başında “Büyük Doğu” duruyor. Neden… Çünkü Kardelen’i ve nicesini ortaya çıkaran da “Büyük Doğu” mefkûresi…
Kardelen kadrosunda yer almak, Kardelen’in “fikirsizlik kışı” tespitinden ve nüvesinden hareket edersek, Adem’in ilk çocukları olmak gibi bir hal; dünyaya düşmüş olmanın ağırlığından kurtulmak için ilk vücut hamlesini yapmak gibi bir şey… Kardelen benim için bir okul olmuştur; yüzlercesi içinde bir tane olan bir “Büyük Doğu” okulu… Her şeyden sorumlu olmak, rey sahibi olmak ve üslup sahibi olmak ahlâkını aldığım yer…
Şair Yazar Sinan Ayhan Bey’in, salgın dönemi nasıl geçiyor? Son olarak hafızanızın o geniş bahçesinde yazmaya dair neler var?
Sosyal medyadan kurtulmuş olmak, salgından öte bünyeme iyi geldi diyebilirim. Daha çok yazıyor, daha çok okuyorum; dostlarla muhabbettim daha derin oluyor. Sosyal medya hem insanı köreltiyor, hem oyalıyor… Zamanın kıymeti yerini buldu gibi… Bu iki kitap da sosyal medyadan kurtulmuş olmam sayesinde çıktı. Sonsuz şükretme makamındayım. Allah bu sayede “vaktinden önce çiçek açtırmadı”. Her şeyin bir vakti, zamanı olduğunu daha çok hissettim. Kafamda, bir sıralama halinde kitaplar var, öncelikle bir roman, inşallah yayınlayabilirim, bütün metinlerde bir kuram düşündüğüm gibi romanı da bir kuramla ve incelikle yayınlamayı düşünüyorum… Allah nasip eder de kitabı yayınlayabilirsek; orada da “anlatım biçimlerini”, üslubu öne çıkaran nüansları gösterebileceğiz. Ama nasip, Allah ne dilerse o olur ve ne dilerse o güzel olur. Yeter ki Allah’ım bizi yolundan ayırmasın… “Kalbimizi O’nun yolunda sabit kılsın”…
Kardelen dergimiz için yaptığımız bu güzel söyleşi için teşekkür ediyor ve çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Güzel ve incelikli sorularınızı cevaplama imkânı verdiğinizi için size ne kadar teşekkür etsem az. Allah razı olsun.
-----------------------------------
Şair Yazar Sinan Ayhan
1974 yılında Kastamonu’da doğdu. Ortaokul ve lise öğrenimini Bilecik Anadolu Lisesi’nde tamamladı. İTÜ Fizik Mühendisliği’nde bir sene okudu ama devam etmedi. İstanbul Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Muhasebe ve Denetim üzerine yüksek lisans yaptı. Kadir Has Üniversitesi’nde Finans ve Bankacılık dalında doktoraya devam etti. Doktora serüveni, yeterlilik aşamasında bekliyor. Lise yıllarında edebiyat öğretmeni Ali ERDAL ve dostları ile Kardelen Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Yüksek lisans döneminde Prof. Dr. Çiğdem SOLAŞ ile “Çin Muhasebesi’nde Kültür Etkisi ve Ahilikte Hesap tasnifi” üzerine çalıştı. Mesleği, mali müşavirlik olsa da her zaman edebiyat ile ilgiliydi. 30 yılı aşkın zamandır yayın hayatına devam eden Kardelen Dergisi’nde yazmaya devam ediyor. “Afrika: Kurutulmuş İnsan Gölgeleri” (şiir) ve “Alt-Üst Altından ve Üstünden kalkılamayacak Hikâyeler” (Öykü) kitaplarının yazarı Sinan Ayhan evli ve bir çocuk babasıdır.
YORUMLAR
Takdir-e şayan bu bağlamda yüreklerimize ne de güzel hitap ettiniz.
Tüm saygımla selamlıyorum, efendim.