- 461 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
TEK AĞAÇ ÇOK İNSAN
Rutin yürüyüşlerden birini yaptım dün sabah yine, Karayollarına doğru, nedense hep o taraflara ayaklarım sürükler beni.
Az çok dinlenmek, bir tanıdık yüz görürüz niyetiyle yol kenarındaki orta tahtasının üzerinde “Muş Belediyesi” yazılı ağaç banklardan birine ilişiverdim. Çimenlerin üstü geceden kalma petler, peçeteler, yiyecek artıkları ve kağıt parçalarıyla her zaman olduğu gibi yine çiçekler açmış. Gelip geçenler çok, işine yetişmek için acele edenler çoğunlukta. Benim gibi sabah yürüyüşüne çıkanlar daha az; sade, sakin ve sessiz adımlarından belli.
Dikkat!... Ağzımdan maske ihmal etmiyorum.
Az sonra çağdaş görünümlü biri yanıma yaklaştı. Saçlarını siyaha boyamışsa da beyaz teller dikine dikine çıkmış, hafif yelde sallanıp dururlar. Kostümü yeni sayılmaz, eski de değil, ama kir lekeleri on metreden görülür. Yazlık lacivert ceket içine beyaz gömlek geçirmiş sırtına, pantolon sözde beyaz… Pantolonun paçaları sade kir, ayakkabı boyası geçmiş renk renk, siyah ve kahverengi boyalar birbirine karışmış. Gömleğin yakası kaç günden yıkanmadığı bellidir.
Bir selamı çok görmüş olmalı, müsaade istemeye gerek duymadan bankın boş yanına otururken sağ bacağını sol bacağının üzerine attı. Parmakları arsında emanet tuttuğu sigaradan ince bir duman yükseldi. İki nefeslendi, umursamaz bir tavırla izmariti az öteye fırlattı. İnce duman kesilmeden şerit halinde uzanıyordu. Ceketin omuz kısmını geriye itelerken gömleğinin yaka kiri iyice gün yüzüne çıkmış oldu.
“İstanbul’dan geliyorum. Şu uçaklar da çok eski hırpalıyor adamı.” Yanımdakine ince bir bakış fırlattıktan sonra:
“Doğrusun, havda patinaj yapıyorlar değil mi?” Adam kendisiyle dalga geçtiğimi anlamadan:
“Hee valla.. yahoo…” Demez mi? Belli ki “patinaj” sözcüğünün anlamını da bilmiyordu. Eliyle alnının terini siler gibi yaptı, terlememişti.
“İstanbul, büyük şehir ne de olsa, medeni yer… bura gibi mi?” Konuşurken “o” seslerini “u” olarak söylüyordu.
Caddeden arabalar geçiyordu son surat, önümüzden insanlar. Sadece bakmakla yetindim; kirli libaslarına, haline, ahvaline, yere attığı izmaritine… bir gıcık oldum, gidecek diye bekledim, gitmedi. İçimden boğazına sarılasım geldi. Yapamadım.
“Şehir çok kirli, her taraf kağıt parçaları, renkli poşetler, maskeler...” Ortak bir düşüncemiz hasıl olmuştu nihayet, ama sevincim kısa sürdü. Yeni görmüş gibi küçümser gözlerle bana baktı:
“Sen hala maske mi takıyorsun?” Şöyle tepeden bakaraktan, yeni bir sigara yakarken söyleyi verdi. Yine “o” sesini “u” olarak söylemişti, bir de tanımadığı kişiye sen diye hitap etmesi yok mu?...
“İnanıyor musun?” Acayip bir şekilde tekrarladı, ısrarla sorunca:
“Neye?” diye sertleştim ister istemez.
“Korona, canım… hani şu malum hastalık… Ben hiç yakalanmadım da.”
Adamı şöyle baştan aşağı, aşağıdan boyalı saçlarına kadar bir kez daha taradım, elbiselerinin lekeli yerlerini göresircesine; “İnşallah yakalanırsın “ dediysem de içimden, sonra pişman oldum.
“Var diyorlar.” Fazla oralı olmadan telefonumu kurcalamaya çalıştım.
“Şu ağzındaki, maske var ya!..”
“Korumaz mı, sence?”
“Yalan… yalandır hemşerim, insanları kandırıyorlar, maske satmak için.” Demez mi.
Aydın görünümlü adama çok şey anlatmak istedim, ama beni anlayabileceğini sanmam. Cevap vermedim, konuşmadım, içimde dert oldu. Konuşmayacağımı anlamış olmalı ki kalktı, aşağıya doğru sigarasının dumanını savurarak yürüdü. Dudaklarına ezgisi anlaşılmayan kuru bir ıslık yerleşmişti.
Arkasından sadece baka kaldım.
Oturma bankı; gölgesi çok, gövdesi aşınmış yaşlı bir akasyanın altına kurulmuştu. Ağaca baktım, aheste adımlarla yürüyen adama baktım, durdum. Gölgesinde oturduğumuz nihayetinde bir ağaç, her ağaç gibi nebat… Kökleri, gövdesi, dalları, yaprakları ile birbirinden farksız binlerce türden biri. Meyvelisi, dikenlisi, ne ararsan var. İnsanlar gibi ya da insanlar mı ağaçlar gibi demek doğru olur.
İnsanlar vardır; boylu boslu, kısa şişman, kör topal, derileri renk renk… Ne anlatsan varoğlu var. İnsan ve ağaç ne çok birbirine benzer; asaletli insanlar vardır, gölgesinde binlerce insan barındırır, sayesinde ekmek yer bütün zürriyetiyle. Akıl ve zekâsıyla, ilmi irfanıyla, merhamet ve vefasıyla yol yürür, köprü olur üzerinden geçerler. Kendinden haberi yok hiçbir zaman, faydalı insanlar işte bu ağaçlar gibi binlerce kişiye gölge olur.
Geçmiş zamanlarda; bağında bahçesinde, tarlasında tapanında, harmanında çalışanlara, malın davarın peşinde koşanlara “cahil” denirdi, o dönemi yaşayanlar bilirler. Toplum öyle uygun bulmuştu. “Köylü milletin efendisidir” sözü çok çabuk unutulmuştu nedense. Genellikle köylerinde okul yüzü görmeyen kesimdir, diyelim. Şehirli değil köylü, medeni değil cahil…
Cahil yetişen insanlar vardır okul yüzü görmemişler, kenar mahallelerde adları varoş olmuş, kirli giyinirler, pantolonları ütüsüz, sakalları var bir karış.
Bir de yanlış yetişenler vardır; dünyanın ortasında kendilerine ayrı bir dünya yaratanlar… aydın, uygar, çağdaş ve medeni görünümlüdür sözde. İki gün büyük şehre gitmekle, sırtına yeni bir libas geçirmekle, saçını başını, giyim kuşamını ona göre ayarlamakla ya da ağzını gevretip kibar konuşurum niyetiyle “o” ları “u” diye okuyanlara ifrit olurum. Bunlar yanlış yetişenlerdir, kendini üstün görenlerdir ki, toplumu yanlış yönlendirirler. Eğitilmesi en zor kesimdir.
Önce adam olmayı bilmeli. Uygar, çağdaş, medeni… adına ne dersen de; kültürüyle, bilgisiyle örnek aydın insanlardır. Uygar insan dürüsttür, hiçbir Allah’ın kulunu aldatmaz, haram yemez ve asla ihanet etmez. Çağdaş kişi giyimine, kuşamına, toplum içindeki davranışlarına dikkat eden örnek insandır.
Eğitimci kimlikle değinecek olursak eğer; cahil yetişen kesimden asla korkmadım, çünkü eğitilmeleri kolaydır. Ana babadan, dede atadan gelen bir kültür silsilesini takip ederek hayata tutunmuşlardır. Öyle görmüş, öyle uygulamışlar ve öyle yaşamışlar. İnançları tam, iradeleri sağlam, hatır gönül, kadir kıymet bilendir. Sofrasına otur aç kalkmazsın, başın mı sığıştı… çekinme, sırtını dayaya bileceğin bir dostun vardır.
Lakin asıl korkum yanlış yetişen insanlardır… tiksinirim, ifrit olurum tiplerinken davranış ve tavırlarından… çekinirim doğrusu; hatalarından, entrikalarından, uygarlık kispeti altında yaptıkları her türlü ihanetten. Dindarlığa soyunur, yaptıkları dine zarardır; aydın görünmeye çalışır, iki kelimeden sonra zır cahil olduğu ortaya çıkar.
Bir duvar yazısında okumuştum, kendini Kimyager diye tanıtan bir garibanın sözleri.
“Çok kirli yerlere girdim çıktım, sizin kadar kirlenmedim.” Deyi…
18 Ağustos 2021
Mehmet AKIN
YORUMLAR
Ne anlamlı bir tahlil.
ne güzel bir bir yazı.
Selam ve Saygıyla Hocam.
Mehmet Burhan AKIN
Kirlerimizle günden güne yok olan doğadan aldığımız enerjiyi insanlarımızla paylaşmayı borç biliriz.
İnsan için, toplum için ve Ülke için var olduk, hizmet ederiz....
Ve...
Bizi yetiştiren topluma borcumuz var, helallik isteriz.
Saygılarımla Efendim.