- 557 Okunma
- 3 Yorum
- 5 Beğeni
GÖKDERE
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Köyüm çok mahalleli, şehre yakın,bununla birlikte gelişmemiş, Mahalleri birbirine uzak,birbirine patika yollarla bağlı,elektriği,şebeke suyu,telefonu,sağlık ocağı olmayan yoksul bir orman köyüydü.Motorlu araç yok,ulaşım ya atlarla,eşeklerle,katırlarla ya da yaya olarak sağlanıyordu.Bizim oturduğumuz mahlle şehre en yakın olanıydı.Bir dere mahallemizi tam ortasından ikiye bölüyordu. Bu dereye,suyu biraz maviye çaldığı için”Gökdere” deniyordu.Mahallemiz de adını bu dereden almıştı.Gökdere mahallesi…Kışın çay indiği zaman,iki yakanın bağlantsı kesiliyordu;hatta şehre giden yol bile kapanıyordu.İnsanlar telefon olmadığı için- ilkel insanlar gibi- Aliiii!Hasaaan,Ayşe teyzeeee..! gibi seslenmelerle ve karşıdan karşıya bağırarak haberleşiyorlardı.
Henüz yedi yaşında bir çocuktum.Gecenin zifiri karanlığında gürültüler,su çağıltısı homurtular,cayırtılar,çatırtılar,patırtılar,kütürtüler geliyordu .O geceye kadar Gökdere’den gelen böyle korkunç sesleri hiç duymamıştım.Babamın masallarda anlattığı devler,periler aklıma geliyordu.Devler,servi ağacı gibi anormal uzunlukta,insanları,özellikle de çocukları bir lokmada yiyen,bir metre boyunda dişleri olan,mağaralarda ve ormanlarda yaşayan,insana benzeyen,olağanüstü güce sahip,erkeği ve dişisi olan korkunç yaratıklarmış. Çocukların kokusunu çok uzaklardan alır ve oraya doğru harekete geçer,yürürken ellerine,kollarına,ayaklarına takılan asırlık ağaçları kökünden söker ve böylece büyük gürültüler çıkarırmış.Çocuk kokusu alınca timsah gözyaşları döker,dökülen gözyaşları su çağılrısı gibi sesler çıkarırmış.Bir keresinde yanlışlıkla mağarasına bir çocuk girmiş,çocuğun kokusunu çok uzaklardan alan dev,şöyle demiş.”Fan fin taramalan,eve bir çocuk girmiş anlaşılan.İster ölü olsun ister diri,lokmama katıp yerim kâfiri.”Bütün bu patırtılar,gürültüler ve su çağıltısı babamın masallarda anlattığı devlere tıpa tıp uyuyordu.Korkudan tir tir titriyor,başımı yorganın altından çıkaramıyordum.Bir ara babamın ayak seslerinden ordan oraya koşuştuğunu anladım.Bundan cesaret alarak başımı hafifçe yorganın altından çıkardım.Elekrik;hatta gaz lambası bile olmadığı için yemeklerimizi ocaklıkta yaktığımız odun ateşiyle pişiriyor, çırayla aydınlanıyorduk.Mum bile yoktu.Akşamdan yaktığımız odun ateşi ve çıralar,sönmeye yüz tutmuş;fakat henüz sönmemişti.Odaya loş bir aydınlık hakimdi.Evimiz tek odalı olduğu için bütün ev halkı anynı odada yatıp kalkıyordu.Kardeşlerim ve diğer ev halkı da çok korkmuş olacak ki,başlarını yorgandan bile çıkaramamışlardı.Çok korktuklarını yorganlarının yaprak gibi titremesinden anlıyordum.Babam,ara ara evimizin tek kapısını açıyor,dışardan gelen sesleri dinliyor,anlamaya çalışıyordu.Dereden gelen seslere derenin iki yakasından gelen kadın-erkek sesleri de karışıyordu.
Loş ışığın altında babamın telaşını seyrediyor,korkak,ürkek ve titrek bir sesle:
-Baba neler oluyor?dedim
-Ben de anlamaya çalışırum,sen yat! Dedi.
Çok sert esen lodos rüzgârları,sanki dağların ve denizin bütün yağmurlarını bizim mahalleye sevk ediyordu.Gök gürültüsü yağmuru coşturuyor,yağmur çanaktan değil,kazandan dökülür gibi yağıyor,yağmakta olan yağmura dolu da karışıyor,tahta çatımıza ve tahta penceremize balyozla vurur gibi vuruyordu.Tahta penceremiz ha kırıldı ha kırılacak!Yağmurun şiddetine dayanamayan tahta çatımız sanki çeşme gibi gözyaşı döküyordu.Herkes yorganını bir tarafa fırlatmış,ayaktaydı.Her taraf ıslanmış,biz de sırsıklam olmuştuk.Babam,duyulacak kadar bir ses tonuyla el açmış dua ediyordu.
-Allah’ım bizi koru!
Afetini üzerimizden def et!
Bize yardım et!
Üzerimizden mehametini eksik etme!..
İnançlı beş vakit namazında,niyazında,ağzı dualı bir kadın olan annem,buna rağmen adeta delirmiş gibi sağa sola koşuyor,eşyaları oraya buraya fırlatıyor,Allah’a isyan ediyor,küfür sayılabilecek sözler sarfediyordu.Belli ki, o an için şuurunu kaybetmişti sanki.
-Sen nasıl Allah’sın!
Senin hiç merhametin yok mu?
Deyyusun Allah’ı !(haşa)
Allah seni kahretsin!..
…
Nokta kadar ışığın olmadığı,şimşeklerin çaktığı,gök gürültüsünün dağlarda yankılandığı,evlerin çatılarının uçtuğu,rüzgârın tiz ıslıklar çaldığı,kıyameti andıran bu kara gecede insanlar,karşıdan karşıya avazlarının çıktığı kadar bağrıyor;sığırlar böğürüyor,atlar kişniyor,keçiler-koyunlar meleşiyor,tavuklar gıdaklıyor,köpekler havlıyor;insan ve hayvan sesleri bu hengamede Gökdere’nin ,fırtınanın,gök gürültüsünün,yağmurun gürültüsüne karışıyor, zifiri karanlıkta eriyor,dağlara çarparak yankılanıyor ve kayboluyordu.Bu kadar sesin birbirine karıştığı ortamda insanların ne dediği pek alaşıimamakla birlikte bazı cümleleri zar zor da olsa anlayabiliyordum.
- Durum nasıııııl?..
-Zarar-ziyan var mııı?..
-Kaybolan,ölen,yiten var mııı?
-Birbirinizden ayrılmayııın!
-Birbirinize sıkı tutunuuun!
…
Derken bir çığlık yükseldi bizim yakanın şehre bakan tarafından .Bir kadına ait olan bu çığlık,öyle tiz,öyle güçlü bir çığlıktı ki,zifiri karanlığı deliyor,yıldızlara çarpıp geri dönüyor, kulakları delip dağların yamaçlarında kayboluyordu.Bu çığlığa erkek sesleri de karışıyor;fakat bu çığlık;hepsini bastırıyor,Gökdere vadisini dolduruyor,yeniden yıldızlara çarpıp vadidinin derinliklerinde kayboluyordu.Yürekleri parçalayan bu çığlık,dereye yakın;fakat birbirinden uzakça birkaç derme çatma kulübelerin birinden geliyordu;ama hangisinden?Ne dediği pek anlaşılamıyor;fakat”Yavruuuum!Yetişiiiin”gibi kısa feryat cümleleri anlaşılabiliyordu.Dışarıda fırtına ve yağmur olanca gücüyle devam ediyordu.
Gecenin kaçıydı?Bilmiyoruz;çünkü mahallede kimsede saat yoktu.Normal zamanlarda ülker takım yıldızına bakar,üç aşağı beş yukarı zamanı tayin ederdik veya horozlar öttüğü zaman sabahın yakın olduğunu anlardık.Hava kapalı olduğu için yıldızlara bakamıyorduk.Bu afet gecede horozların başına ne geldiğini bilmiyorduk.Horozların hepsi ölmüş olabirdi.Sağ kalan var mıydı?Varsa böyle bir gecede öter miydi?Bilmiyoruz.Can yakıcı çığlıklar devam ederken olağanüstü kötü hava şartları da devam ediyordu.Babam”eyvah!Eyvaaaah!Galiba çok kötü şeyler oluyor”diye eyvahlanıyor,bir taraftan da eğer yağmur durur,fırtına hız keserse çığlığın geldiği tarafa koşmak için her tarafı yamalı siyah çizmelerini giymiş,kapının ağzında hazır bekliyordu.Annem ve kardeşlerim ağlamaklı feryatlar ediyorlar,telaşlı telaşlı evin içinde oraya buraya koşuşturuyorlardı.Korku içinde oldukları titrek ses tonlarından anlaşılıyordu.Ben de babamın arkasından gitmek istiyor,kopan yerleri iplerle bağlı,sarı lasik ayakkabımı giymiş, babamın yanında bekliyordum.Babam:
- sen de mi geleceksin?dedi.
-Evet dedim.
Babam,bana bir şey olacağından korkmuş olacak ki,sert bir ifadeyle,
-Sen gelme,burda kal!Dedi.
Fakat ben kararlıydım. Bu şartlar altında kimse çığlığın sahibi kadına ulaşamıyor ve yardım edemiyordu.Şu anda kendi kaderiyle başbaşa kalmıştı.Yağmur bir ara azalır gibi oldu.Babam,ok gibi fırlıyor, koşar adımlarla çığlığın kopuğu yöne doğru ilerliyordu.Ben de arkasından olanca hızımla koşup babamla arayı açmamaya çalışıyordum.Benim arkasından koştuğumun farkında değildi.Taki kadının yanına varana dek.Arkasından geldiğimi görünce, sert bir bakış fırlatt;fakat hiçbir şey demedi.Olay yerine bizden önce bu yakadan kadın-erkek başka kişiler de gelmişlerdi.Dere, iki yakayı tam ortdan ikiye ayırdığı için karşı yakadan hiç kimse bu yakaya geçememişti.Karşıdan bağırarak bu yakada neler olup bttiğini anlamaya çalışıyorlardı.Yağmurun durmasıyla Gökdere’nin suları biraz çekildi.Köylüler,Çayın söküp götüremediği andız ağacının gövdesine sımsıkı sarılmış bir kadının kollarını,ağaçtan ayırmaya çalışıyorlardı.Bu kadın,andız ağacının dibinde derme çatma,tek odalı bir klübede beş yaşındaki kızı Elif’le yaşayan Ak Emine’den başkası değildi.
Ak Emine,otuz beş-kırk yaşlarında,güler yüzlü,tatlı dilli,üstüne pamuk atsan kırılacak kadar hassas,iyi bir kalbe sahip,hiçbir düşmanı olmyan güzel ve dul bir kadındı. Teni kar gibi beyaz olduğundan kendisine Ak Emine deniyordu.Eşini kaybedeli dört yıl oduğunu,Elf’in bir yaşında yetim kaldığını daha önce büyüklerimden duymuştum.Hareketli,cıvılcıvıl,neşeli bir kızcağızdı Elifçik.Şu anda beş yaşındaydı.Ak Emine,kocasından kalan iki dönüm tarlayı bazen tek başına,bazen de komşuların yardımıyla ekip biçiyor,yetiştirdiği ürünleri iyi havalarda biraz yaşlıca,rengi siyaha yakın eşğine yüklüyor,pazara giden birkaç kişiyle birlikte şehre götürüp satıyordu.Giderken de biricik kızını çok güvendiği, o da bir dul olan Halime Kadın’a bırakıyordu.Sattığı ürünlerin parasıyla yağ,tuz,şeker,çay vb.öteberi,Kızcağızına da helva,lokum,bisküvi,Pazar ekmeği vb.alıyor,Eşeğin sırtındaki heybeye yerleştirip,akşama köye dönüyordu.Parası yetmediği için Elif’e oyuncak alamıyordu.Elif,Çamur;çer çöp gibi şeylerden eliyle yaptığı oyuncaklarla oynyor, bunlarla mutlu olmaya çalışıyodu.
Ak Emine, başındaki -çoğunlukla örtündüğü- hâki başörtüsü kaybolmuş,saçı başı dağılmış,üstü başı çamura bulanmış, kolları andız ağacının gövdesine âdeta çivilenmiş gibi,perişan haldeydi. Cezbeye tutulmuş derviş gibi titriyor,dudakları hafifçe kımıldıyor,fakat ne dediği pek anlaşılamıyordu.Gözleri faltaşı gibi koca koca aşçılmış;fakat kimseyi görmüyor,kulakları kimseyi duymuyordu.Kulübeden çalılara takılmış bir iki bez parçasıyla,oraya buraya dağılmış birkaç taş ve tahtadan başka bir şey yoktu.
Elifçik de ortalarda görünmüyordu.N’olmuştu Elif’e.”Acaba”dedi orada bulunanlar!Çoğunluğu gençlerden oluşan bir grup,dere boyunca hızlı adımlarla yürümeye ve Elif’i aramaya başladılar.Aynı sayılarda başka bir grup da öte yakadan hareketlemiş derenin karşı kıyısını araştırıyorlardı.
İki grup karşılıklı olarak bağırarak haberleşiyorlardı.Gökdere,denize döküldüğü noktada başka bir yönden gelen başka bir çayla birleşiyor,hem bu yakadan hem de öte yakadan insanların şehirle bağlantı yollarını tamamen kesiyordu.Normal zamanlarda bu iki derenin suları çok çok azalıyor,birleştikleri noktadan bile şehir tarfına geçmek pek de zor olmuyordu.
Gökderenin ara sıra böyle taştığı oluyordu;fakat bilinen zaman içerisinde böyle taşmamış,böyle büyük bir yıkım yapmamış,can kaybı hiç olmamıştı.Gökdere bozbulanık akıyor,fırtınanın kökünden söktüğü asırlık ağaçları,koca koca kütükleri omzuna yüklemiş,kibrit çöpü gibi kolaylıkla sürüklüyor,denizi uyandırıyodu.Diğer çayla birlikte döküldüğü noktadan itibaren gözün görebildiği yere kadar deniz,çamurdan bir göl haline gelmişti.
İki çayın birleştiği noktaya gelinmiş;fakat küçük Elif’ten hiçbir iz,hiçbir işaret bulunamamıştı.İnsanların umutsuzluğa kapılıp tam dönmeye hazılandıkları sırada farklı yönlerden gelen iki derenin çarpıştığı noktada,çarpışmanın etkisiyle durgun bir alan oluşmuş ve bu alanda küçük bir kütük kendi ekseni etrafında dönüp duruyordu.Üstünde de belirli-belirsiz çaput yığınına benzer bir şey vardı.Hemen herkes oraya koştu.Birkaç kişi kütüğü kendilerine doğru çekmek istiyorlar;fakat kolları yetişmediği için çekemiyolardı.Durgun suyun çok derin olabileceği ihtimali çok yüksekti.Kimse de yüzme bilmediğinden suya dalamıyordu.Hemen oradan selin kıyıya fırlattığı ucu çengelli kalınca bir çubuk buldular.Kütüğü kıyıya çektiler.Kütüğün üzerindeki küçük Elif’ti.Herkes,kalbi duracakmış gibi heyecanlandı. Sevinç ve tedirginlikle karışık bir duygu içindelerdi.Acaba yaşıyor muydu?Otuz yaşlarındaki genç birisi Elif’i kütüğün üzerinden almak istedi;Fakat annesinin sıkı sıkıya sarıldığı andız ağacının gövdesinden ayrılmadığı gibi Elif de sıkı sıkıya tutunduğu kütükten ayrılmak istemiyordu.Bu kütük çürümeye yüz tutmuş,dağılmak üzere olan bir kütüktü.Kuvvetli bir genç ayağını kütüğün tam ortasına dayadı.Kütüğün diğer uçlarından da iki genç tuttu ve çok dikkatli bir şekilde kütüğe dayanan ayağın aksi istikameti yönünde asıldı ve kütük tam ortasından ikiye bölündü.Elif’in kolları açıldı ve kütükten ayrıldı.Orta yaşlı bir erkek,sırtından çıkardığı ceketini yere serdi.Elifçik sırtüstü yatırıldı.Yüzünde yaralar,morarmalar vardı.Elbiseleri üzerinde;fakat sırsıklamdı.Sarışın saçları darmadağınıktı.Gözleri kapalıydı;fakat sıkı sıkıya değil,çok hafif aralıktı.
Gök Ali’nin bu konuda biraz tecrübesi vardı.Askerde sıhiye erliği yapmıştı.Hemen kalbini dinledi,nabzına baktı ve bir sevinç çığlığı attı:
- yaşıyooooor!Elifçik yaşıyooooor!Sarışın küçük Elif yaşıyoooor!
Bu sevinç çığlığı öyle yüksek tonda çıkmıştı ki, derenin karşı yakasındakiler de duydu.Karşılıklı sevinç sözleri yükseliyordu.
-Yaşasııın!
-Allah’a şüküüüür!
-Hamdolsuuun!
…
Gök Ali,Küçük Elif’i başı aşağı gelecek şekilde bacaklarından tutup havaya kaldırdı,yuttuğu suları boşalttı.Bir kadın,Elif’ın ıslak elbiselerini çıkardı.Sağdan soldan uztılan kazaklarla,ceketlerle küçük kızı dikkatlice sarıp sarmaladı ve Gök Ali’nin kucağına verdi.Elifçik baygındı.
Eğer telefon olsaydı,itfaiye ve hastaneye telefon edecekler,itfaiye ve ambülans gelecek,Elifçiği ve onun başında gidecek birkaç kişiyi şehir tarafındaki yola taşıyacak,ambülansla hastaneye yetiştirceklerdi veya karşıya geçebiselerdi yayan olarak bile hastaneye yetiştirmeye çalışacaklardı;çünkü sel suları yolu kestiği için motorlu araç geçmiyordu.Zaten normal zamanlarda bile bir iki saatte bir geçiyordu.Bu araçlar,az sayıdaki zenginlerde bulunuyordu.Köylüler çaresizdi.
Elif’i mahalleye götürmekten başka çare yoktu.İki çocuk müjdeyi mahalle halkına duyurmak için önden koşarak gittiler.Gök Ali,kucağında çocuk,kum tepeciklerinin üstünden geçerek ve bazen de çamur yığınlarına basarak bata çıka ilerlemeye çalışıyordu.Gök Ali’nin arkasından diğer insanlar ve en arkada da biz çocuklar,aynı zorluklarla yürümeye çalışıyorduk.Hepimiz çamur banyosundan çıkmış gibiydik.Elifçik,evi biraz daha derli toplu olan ve Ak Emine’nin çok sevdiği ve zaman zaman kızını kendisine emanet ettiği Halime Kadın’ın evinde bakıma alınacak;yaşlı,gün görmüş,olçum kadın ve erkeklerin maharetli elleriyle bitkisel ilaçlarla tedavi edilecek ve hayata döndürülmeye çalışılacaktı.Çünkü köyde ne bir sağlık ocağı ne de bir sağlıkçı vardı.
Gök Ali önde,biz arkada Ak Emine’nin andız ağacının gövdesine sıkıya sarıldığı yere geldik.Halime Kadın hâlâ orada Ak Emine’nin başındaydı ve kollarını birkaç kadınla birlikte çözmeye çalışıyordu.Oradakiler bizi görünce hemen bizden yana yöneldiler.Kocataşın dibinde çömelmiş,olup bitenleri izleyen ileri yaşlılar da kalkıp yavaş bize doğru gelmeye başladılar.Ağaca sarılmış vaziyette duran Ak Emine’nin yanında kimse kalmamıştı.Gök Alinin kucağındaki Elifçiği gören insanlar,birbirlerine sarılıyor,öpüşüyor,kucaklaşıyorlardı.”Hamdolsun!Allah’a şükürler olsun!Allah’ım bize bugünleri de gösterdi!”gibi sözlerle Allah’a şükranlarını sunuyorlardı.
Gök Ali,kucağındaki Elif’i Halime Kadın’a verdi.Halime Kadın,besmele çekerek Elif’i kucağına aldı.Elif’in gözleri kapalı,sarı saçları darmadağınık,yüzünün bazı yerleri morarmış,baygın ve perişan haldeydi.Kalp atışları yavaşlamıştı.Nefes alışı belli-belirsizdi.
Halime Kadın,kucağında çocuk,Ak Emine’ye iyice yaklaştı.Herkes sükut içerisinde olup bitenleri izliyordu.Durum fırtına öncesi sessizliği andırıyordu.Ak Emine’nin gözleri iri iri açılmış,hiç göz kırpmadan sabit bir noktaya bakıyordu.Dudakları kımıldamıyor,vücudu da titremiyordu.Buna rağmen ağaca sarılmış olan kollarında en ufak bir gevşeme yoktu.Belli ki onu kızı sanıyordu.Sel sularından korumaya çalışıyordu.Halime Kadın,Ak Emine’nin kulağına ağzını dayadı ve yüksekçe bir sesle:
-Emineeee!Ey Ak Emineeee!Bak biricik kızını getirdiiik!Sırma saçlı,mavi gözlü,güzeller güzeli kızın yaşıyooor!Bırak o ağacı,o ağaç senin kızın değiiiil!
Ak Emine’nin kolları bir anda gevşedi ve boş çuval gibi olduğu yere,çamurların üstüne yığılıverdi.
Elif kıza şöyle bir baktı Halime Kadın.Artık Sarı saçlı mavi gözlü,tatlılar tatlısı Elifçik,yetim ve öksüz değildi.
Bir ağıt yükseldi Gökdere ovasından:
“Ah Gökdere,zalim Gökdere,katil Gökdere!
Sapladın yüreğime ince bir sızı,
N’aptın yüzü beyaz,yüreği beyaz Ak Emine’yi?
N’aptın sarı saçlı,mavi gözlü Elif kızı?
Ah Gökdere,zalim Gökdere,katil Gökdere!”
…
Doldurdu bu ağıt Gökdere vadisini.Dağlara çarpıp yankılandı,Bu çığlığı,bu ağıdı,bu feryadı yüz binlerce,milyonlarca kilometre uzaktaki Ay ve yıldızlar gördü ve duydu;fakat beş kilometre ötedeki devlet,ne gördü ne de duydu.