- 298 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEĞE BIÇAK ÇEKEN ADAM
“Bir aydır imanım gevredi, yeter yahu, bugün mutlaka halledelim artık bu işi!”
Kâzım’la Salih gülümseyerek, sitemlenen Hakan’a baktılar. Ardından Salih Hakan’ın koluna girerek onu teselli etti:
“Merak etme kardeşim, bu sefer iş tamam. Adamın telefondaki sesi beni tatmin etti. Öğrenci olmamızı pek kafaya takmadı.”
“Sen öyle diyorsan…” Hakan’ı biraz neşelendirmek isteyen Kâzım araya girdi:
“Salih, şu yaşlı teyzeyle dünkü telefon diyalogunu Hakan’a da anlatsana!” Hakan gözlerini kısarak Salih’e bakınca o da hınzırca gülümseyip anlatmaya başladı:
“Dün yukarı mahallelerde dolaşırken bir kiralık ev ilanı görmüştüm. Telefon numarasını bloknota yazdıktan sonra caddeye inip aradım. Canım da sıkkın, cepte para kalmamış, son jetonumu kullanarak numarayı çevirdim. Telefona cevap veren yaşlı bir teyze, kiralık ev için aramıştım der demez, daha hiçbir şey sormadan, ‘Bekâra ev vermem!’ demesin mi?”
“Bekâr olduğunu nerden anlamış peki?”
“Ne bileyim, ya keramet gösterdi ya da sesimden anladı…”
“Eee, sen ne dedin?”
“Teyzecim, o halde kızın varsa ver de evleneyim dedim!”
Eylül ayının ortalarına yaklaşırken Ankara’da Ağustos’tan kalma bir cehennem sıcağı vardı. Üç arkadaş Dikimevi’nden Abidinpaşa’ya doğru çıkan yokuşu tırmanırken hepsinin alnında ve boynunda ter birikmişti. Diğer taraftan yokuşu zorlanarak tırmanan araçların çıkardığı egzoz gazı ve gürültü oldukça sinir bozucuydu. O sırada yanlarından geçen ve patlak hoparlörü sonuna kadar açık olan bir seçim minibüsünden avaz avaz seçim propagandası işkencesine maruz kalınca, küfretmemek için kendilerini zor tuttular.
Yokuşun bitimindeki kavşağa ulaşınca, şehrin her bir köşesinde olduğu gibi buradaki küçük meydanın da seçim afişleriyle donatılmış olduğunu gördüler. Parti bayrakları, vaatleri, liderlerinin resimleri birbirine karışmıştı. Aralarında Demirel’in; ‘Her aileye bir ev, bir araba anahtarı!’ vaadini gören Hakan:
“Tek istediğim bir kiralık daire arkadaş, ne ev ne de araba sahibi olmakta gözüm var!” diye çıkışınca diğerleri gülerek ona baktılar.
Sözleştikleri kuruyemişçi dükkânına ulaştıklarında randevu saatine daha beş dakika vardı. Dükkân sahibinden Necmi Bey’i sordular, “Henüz gelmedi!” yanıtını aldılar. Kâzım dolaptan buz gibi soğuk bir büyük şişe su ile üç tane pet bardak aldı. Dükkânın önündeki taburelere oturarak kana kana içmeye başladılar.
“Eve talip olan gençler siz misiniz?”
Üç arkadaş başlarını kaldırınca kendilerini içten bir tebessümle süzen ellili yaşlarda bir adamla karşılaştılar. Orta boylu, esmer tenli, göbekli ve irice suratıyla gülümserken, ön üst iki dişi arasındaki yarım dişlik boşluk belirgin bir şekilde ortaya çıkıyordu. Üç arkadaş saygıyla ayağa kalkarak adama sırayla ellerini uzatıp tokalaştılar. Bu sırada adamın yüzünde bir acıma ifadesi belirdi ve:
“Vah yavrularım! Nasıl da yorulmuş ve susamışsınız!” dedikten sonra dükkânın içine doğru seslendi:
“Zeki, bu gençlerden suyun parasını almayaydın, benim hesaba yazaydın!” Kuruyemişçi ‘fesuphanallah’ der gibi dudaklarını kıpırdatarak sinirle başını yana çevirdi.
Kiralık dairenin bulunduğu sokağa girdiklerinde üç arkadaşın keyifleri iyiden iyiye yerine gelmişti. Müstakbel ev sahibinin samimi yaklaşımı ve yüzünden hiç eksik olmayan tebessümü, ümitlerini zirveye çıkarmıştı. Oldukça merhametli, halden anlayan, güngörmüş bir beyefendiye benziyordu adam. Yol boyunca yürürlerken; paranın önemli olmadığından, önemli olanın karşılıklı saygı ve güven duygusu olduğundan bahsetti hep. O konuşurken, gençler de tebessümle başlarını sallayarak adamın her dediğini tasdik ettiler.
Üçüncü kattaki dairenin kapısı açılır açılmaz içeriden bir küf kokusu hissedilir biçimde burunlarına çarptı. Hemen girişte mutfak vardı. Dolaplar kırık dökük, tezgâh ve fayanslar kirden sararmış, pencerenin üstündeki kornişin ise yarısı aşağı doğru sarkmıştı. Salon kısmına geçmeden önce banyoya göz attılar. Tavanı olduğu gibi küf kaplamış, küvetin boyası aşınarak siyahlamış ve ayrıca duvarlardaki fayanslardan bazıları yerinden düşmüştü. Salon oldukça genişti ancak yer kaplaması tahta parkeler perişan haldeydi. Salonun ortasında büyükçe ahşap bir katlanır masa, bir duvarı boydan boya kaplayan cam vitrinli dolap, bir köşesinde ise doğalgaz sobası görünüyordu. Salona açılan iki oda ve diğer müstakil odaya da göz attıktan sonra salonda tekrar bir araya geldiler. Gençlerin daireye girmeden önceki yüz ifadelerinden eser kalmamıştı. Fakat ev sahibi halen gülücükler saçıyordu.
“Eee gençler, nasıl, beğendiniz mi?” Salih sıkıntıyla kıvranır gibi cevap verdi:
“Necmi abi, hadi odalar neyse de mutfakla banyo çok dökük. Yani, nasıl desem, temizliği filan zor olacak gibi…” Necmi, yüzüne daha sevecen bir görüntü katarak Salih’in sözünü kesti:
“Bunları hiç dert etmeyin, siz hele bir yerleşin, mutfağı da banyoyu da elden geçirtirim, önemli olan insanlık, iyi niyet. Ben para pula hiç kıymet vermem.” Bu sözler üzerine diğerlerinin gözlerinde yeniden bir ümit ışığı yandı.
“Peki öyleyse,” dedi Salih. “Nasıl yapalım şimdi Necmi abi?”
“Kolay canım, ben alt katta oturuyorum, gidip birer yorgunluk çayı içerken kontratımızı yapalım, altı aylık kirayı da peşin verirseniz ev sizindir.” Bu son cümle bir anda şok etkisi yaptı. Gençler şaşkınlıkla birbirlerine bakakaldılar. Salih’in yüzü ağlamaklı bir hal aldı ve başıyla arkadaşlarına dış kapıyı işaret etti. Bunun üzerine Kâzım ümitsizce araya girdi:
“Şey, Necmi abi, malumunuz, öğrenciyiz. Biz ancak bir aylık kirayı toparlayabiliriz.”
Ev sahibi birden yüzüne duygusal bir ifade takındı. Gözleri küçüldü, dudaklarını büzdü. Sonra acıklı bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Ah yavrularım, bilmem mi talebeliğin ne zor olduğunu! Benim zavallı biricik evladım da talebe, İstanbul’da okuyor. Emekli maaşım onu okutmaya yetmiyor. Yavrucağımın altı aylık kira borcu birikmiş, benim de tek umudum bu evden gelecek paraydı. Ben para gönderemeyince evden okula yayan gidip gelmeye başlamış. Ta Güngören’den Beyazıt’a kadar her gün yürüyormuş zavallı oğlum. Ayakkabılarının altı delinmiş, bir ayakkabı parası bile gönderemedim. Ama neyse, ne yapalım, sağlık olsun…”
Adam konuşurken öğrenciler ne diyeceklerini bilemediler. Hepsinin üzerine bir hüzün çökmüştü. Kendi sıkıntılarını unutup ev sahibinin derdine odaklanmışlardı. Fakat bir süre sonra adamın derdine çare olamayacakları gerçeğini fark eden Salih, üzgün bir ses tonuyla:
“Necmi abi!” dedi. “İnanın imkânımız olsaydı hiç sorun etmezdik, sizi anlıyorum ancak…”
“Tamam abi, evi tutuyoruz!” Herkes bir anda Salih’in sözünü kesen Hakan’a döndü. Onlar şaşkınlığını atamadan Hakan devam etti:
“Yarın bir aylık kira bedeliyle gelip kontratı yapalım, bir hafta müsaade ederseniz geri kalan beş aylık bedeli de ben temin edeceğim.”
Bu sözler üzerine ev sahibinin yeniden gözleri ışımaya başladı. Minnettar bir edayla Hakan’a birkaç saniye baktıktan sonra elini uzatarak:
“Hayırlı olsun öyleyse!” dedi. Diğer ikisi, üzerlerindeki şaşkınlığı halen atamamıştı. Hiçbir şey söylemeden evden ayrıldılar ve üç arkadaş geçici olarak kaldıkları Talatpaşa Bulvarındaki Salih’in diğer arkadaşlarının evine doğru yola koyuldular. Kuruyemişçi dükkânının önüne kadar hiç konuşmadan yürüdüler. Bundan sonra Dikimevi’ne doğru inen yokuşun başına varınca Salih, elini Hakan’ın omuzuna attı.
“Hocam hayırdır, yani tamam hepimiz adamcağızın durumuna üzüldük ama sen en son verdiğin sözün arkasında nasıl durmayı düşünüyorsun, sorabilir miyim?” Kâzım muzipçe gülümseyerek araya girdi:
“Hadi yastık altı yapmış diyeceğim ama adamın yastığı bile yok!” Hakan bıyık altından gülümseyerek Kâzım’a bir bakış attıktan sonra:
“Sen geç dalganı bakalım. Fakat en fazla Cebeci Postane’sine kadar alay edebilirsin. Evet, yastığım olmayabilir ama büyük jetonum var!” diyerek cebinden çıkardığı jetonu iki parmağının arasında sıkarak havaya kaldırdı.
“Allah Allah! Ne işe yarayacak şimdi bu jeton?”
“Bu jetonla Almanya’yı arayacağım.” Hakan’ın ne demek istediğini anlayan Salih yarı şaşırmış bir yüz ifadesiyle araya girdi:
“Sen Almanya’daki amcanın babanla arasının iyi olmadığını söylememiş miydin?”
“Onların arası iyi olmayabilir fakat ben amcamla görüşüyorum. En son görüştüğümüzde ise, ‘Bir sıkıntın, ihtiyacın olursa mutlaka söyle’ demişti.”
Bu ana kadar yavaş adımlarla ve isteksizce yürümekte olan gençler, bundan sonra koşar adımlarla yokuştan aşağı inmeye başladılar.
***
Aradan on gün geçmişti. Bir gün önce Almanya’dan gelen markları döviz bürosunda bozdurduktan sonra ev sahibine ödeme yaparak toplam altı aylık kirayı ödeyen gençler, bazı eksiklerle birlikte eve yerleşmişlerdi. Ev için gerekli acil ihtiyaçlar ve eşyaların bir kısmını bu ayki burslarını bir araya getirerek İtfaiye Pazarından ikinci el olarak temin etmişlerdi. Ortak bir bütçe oluşturarak bundan sonraki harcamalar için planlama yapmaya koyulmuşlardı.
Hakan’la Kâzım bir taraftan yeni demlenen çaylarını yudumlarken diğer taraftan elindeki listeye kalemle bir şeyler yazan, bazen de bir şeylerin üzerini çizen Salih’i seyrediyorlardı. Oturdukları salonun açık balkon kapısından esen ılık rüzgâr ise buruş buruş olmuş perdeyi havalandırıyordu. Bir süre daha sessizce oturduktan sonra Kâzım, derin hesaplara dalmış Salih’e takılmadan edemedi:
“Seni gören de milli bütçe hazırlıyor zanneder ha!” Salih listeden başını kaldırmadan sadece gülümsedi. Salih’in yerine Hakan cevap verdi:
“Bizim iktisat profesörü demişti ki: ‘Bir evin ekonomisini yönetebilen, bir ülkenin ekonomisini de yönetebilir.’ Sen ne dersin Salih?” Salih nihayet başını listeden kaldırarak çayından bir yudum aldı.
“Arkadaşlar, bütçe neyse de bizim mutfakla banyonun harap halini dün Necmi abiye keşke hatırlatsaydık. Parayı verince kendisi hatırlar diye umdum ama hiç bahis mevzu etmedi.”
“O zaman arayı soğutmadan hatırlatmak lazım,” dedi Hakan. “Bence Kâzım şimdi çıkıp bir konuşsun.”
“Haydaa! İhale yine bana mı kaldı?”
“Evet, Hakan’a katılıyorum. Senin ağzın iyi laf yapıyor. Oylama yapalım istersen, kabul edenler?.. İkiye karşı bir kabul edilmiştir, hadi koçum göreyim seni!”
Bu oldubitti karşısında oflayıp puflayan Kâzım, boşalan bardağına tekrar çay doldurduktan sonra bardağını alarak balkona doğru yöneldi. Kendisine sırıtarak bakan arkadaşlarına yarı öfkeli:
“İyi, tamam, dediğiniz gibi olsun.” dedi. “Bi cigara içeyim de sonra inip konuşurum.”
Kâzım, bir kat aşağı indikten sonra ev sahibinin kapı ziline basıp bir süre bekledi. İçeriden hiç ses gelmeyince evde olmadıkları zannına kapılmıştı ki kapı dürbününde bir karartı fark etti. Birkaç saniye sonra ise kapı açıldı. Kapıyı açan ev sahibinin karısı Kezban’dı. Kısa boylu ve altmışında gösteren kadının üzerinde ütüsüz beyaz bir mintan vardı. Kırış kırış saçlarının boyası dökülmeye yüz tuttuğu için saçlarındaki aklar tekrar kendini göstermeye başlamıştı.
“Şey, teyzecim kusura bakmayın, rahatsız ettim. Necmi abi evdeler mi acaba?” Kadın yüzünü buruşturup geri döndü. Ardından cırtlak bir sesle içeri doğru seslendi:
“Necmiii!.. Seninkilerden biri geldi!” Kadın arkasını dönüp içeri doğru yürürken mırıldanarak söyledikleri Kâzım’ın kulağına kadar geldi: “Terbiyesiz, teyzeymiş!”
Az sonra üzerinde beyaz fanila ve altında çizgili pijamasıyla ev sahibi kapıda belirdi. Her zamanki güler yüzüyle karşılaşacağını sanan Kâzım, sirke satan bir suratla karşılaşınca afalladı. Daha ağzını açamamıştı ki adam öfkeyle azarlamaya başladı:
“Olmaz oğlum böyle, olmaz! Evimde sigara içilmesine müsaade etmem! Burası temiz bir aile apartmanı, ben size güvenerek evimi emanet ettim, benim yüzümü kara çıkarmaya hakkınız var mı?..” Neye uğradığını şaşıran Kâzım önce yutkundu, sonra savunmaya geçti:
“Necmi abi, evet ben sigara içtim ama balkonda içtim, diğer arkadaşlar kullanmaz zaten!”
“Balkon da evin içine dâhildir! Bütün mahalle böylelikle gördü sizi. Şimdi hepsi üzerime gelecekler, mahallenin huzurunu kaçırdığım için beni suçlayacaklar!”
“Abi, biraz fazla tepki vermiyor musunuz?”
“Az bile söylüyorum! İlk günden evimde sigara içen daha sonra neler yapmaz! Aaah ah! Yine insaniyetimin, iyi niyetimin kurbanı oldum!” Bu son cümleyi söylerken elini yumruk yaparak birkaç defa kendi kafasına vurdu. Başından aşağı kaynar sular dökülmüş hissine kapılan Kâzım, adamla tartışmanın abesle iştigal olduğunu fark edince lafı değiştirme yolunu denedi:
“Tamam abi, bundan sonra dikkat ederim. Yalnız şu banyoyla mutfak meselesini size hatırlatmak istemiştim…”
“Ne olmuş banyoyla mutfağa?”
“Hani biz yerleştikten sonra elden geçirteceğinizi söylemiştiniz ya!”
“Münasip bir zamanda bakarız, acelesi ne?”
“Fakat!..”
“Hadi evladım hadi, işim gücüm var!” Bu son cümleden sonra kapı Kâzım’ın yüzüne kapandı. Kapının önünde öylece kalakalan Kâzım bir süre sonra silkelenip kendine gelmeye çalıştı. Tekrar merdivenleri çıkıp eve döndüğünde diğerleri Kâzım’ın bembeyaz olmuş suratıyla karşılaşınca şaşırdılar. Kâzım olan biteni anlatınca arkadaşları kulaklarına inanamadılar.
“Neyse arkadaşlar,” dedi Salih. “Belki de adamın kötü bir anına denk geldi. Hemen kötüye yormayalım. Ben şu sokağın sonundaki bakkala gidip akşam için biraz nevale alayım. İstediğiniz bir şey var mı?..”
Bakkala girdiğinde içeride ekmek alan bir kız çocuğu parasını ödedikten sonra çıktı. Bakkal, otuzlu yaşlarında gösteren, siyah gür saçlı, gür bıyıklı, kara yağız bir delikanlı idi. Salih, adama selam verdikten sonra elindeki listeye bakarak isteklerini söylemeye başlayınca bakkalın dikkatini çekti.
“Bu mahallede yeni misin birader?”
“Evet abi, dün taşındık.”
“Öğrencisin galiba!”
“Doğru, iki arkadaşımla birlikte bu sokakta bir daire kiraladık.” Bakkal, Salih’i dikkatle birkaç saniye süzdükten sonra:
“Yanlış anlamazsan kardeşim, kimin evini kiraladığınızı sorabilir miyim?”
“Necmi Bey’in dairesi!” Bakkal suratını ekşiterek Salih’e daha dikkatle baktı. Sonra ise yüzüne bir acıma duygusu yerleşti. Ardından kızgın bir ses tonuyla:
“Ya öyle mi, vah vah!” dedi sadece. Salih, bakkalın bu tavırlarına önce anlam veremedi. Çok üstünde durmak istemese de sonra merakı ağır bastı:
“Abi, neden böyle dediniz?” Bakkal bu sefer önündeki tezgâha birkaç saniye gözlerini dikti. Ardından kafasını birkaç defa kaşıdıktan sonra gözlerini tekrar Salih’e çevirdi.
“Sizden kaç aylık peşin kopardı?”
“Altı aylık.”
“Vay adi herif!”
“Abi, hiçbir şey anlamadım!”
“Anlayacağın şu kardeşim, herif bu sefer belli ki sizi ağına düşürmüş. Beş para etmez evine önce saf kiracılar bularak duygu sömürüsü yapıp alabildiği kadar peşin para alıyor. Sonra da kiracıya hayatı zindan ederek kaçıp gitmesini sağlıyor. Şimdiye kadar o evde bir aydan fazla dayanabilen kiracı olmadı. Tabii başta kiracı, adamın iyi niyetli görüntüsüne kanarak verdiği peşin parayı kontrata yazdırmayı aklına getirmiyor. Sonunda ise katil olmamak için çıkıp giderken parasını da alamıyor maalesef. Peki merak ediyorum, sizden altı aylık kira isterken bu sefer ne bahane uydurdu?”
“Şey, İstanbul’da üniversite öğrencisi oğluna para göndermesi lazımmış…”
“Ne öğrencisi be! Oğlu ayyaşın teki, İstanbul’da orada burada sürtmekten başka yaptığı bir şey yok! Hem Necmi’nin başka mahallelerde beş dairesi daha var. Onları da aynı şekilde işletiyormuş. Kurbanlarını özellikle sizin gibi kendini savunamayacağını düşündüğü öğrencilerle saf temiz aileler arasından seçiyor. Birkaç defa karakolluk oldu tabii, dayak bile yediği oldu fakat herife parasını kaptıranın haddi hesabı yok! Eminim ki siz de kontrata altı aylık peşin parayı yazdırmamışsınızdır!” Salih utançla başını öne sallayınca bakkal devam etti: “Eh, parayı aldığına göre bugün yarın pireyi deve yapıp size de baskı yapmaya başlayacaktır, ne diyeyim, Allah yardımcınız olsun!..”
Salih, elinde poşetlerle eve doğru yürürken halen duyduklarının şokunu üzerinden atamamıştı. Önce kararsız kalsa da sonra bir süreliğine bunları evdekilere anlatmamaya karar verdi. Bir süre bekleyerek bakkalın söylediklerinin doğruluğunu anlamaya çalışacaktı. Gerçi bugün Kâzım’ın anlattıkları bakkalı doğrular mahiyetteydi. Yine de bekleyip görmenin en doğru karar olacağını düşündü.
Ertesi gün Salih’le Kâzım okuldan erken dönmüşler ve salonda yorgunluk atarlarken havadan sudan sohbete dalmışlardı. Üniversiteler yeni açılmıştı ve ilk günler olması sebebiyle henüz dersler yoğun değildi. Ancak Kurtuluş’tan eve kadar yayan gelen iki arkadaş, ayaklarını dinlendirmek için uzatmışlardı. Bir süre sonra kapının anahtarla açıldığını duydular. Salona giren Hakan’ın yüzünden düşen bin parçaydı ve burnundan soluyordu. Diğer ikisi, “Ne oldu?” diye sormalarına fırsat kalmadan Hakan anlatmaya başladı. Anlatırken sesi de eli de titriyordu:
“Az önce başıma gelen inanılır gibi değil. Eve doğru yürürken sokağın başında sırtıma sert bir yumruk yedim. Acıyla geriye dönüp bakınca bizim ev sahibi öfkeli el kol hareketleriyle bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Walkmanımı kapatıp kulaklıklarımı çıkarınca, bana arkamdan seslendiğini, neden dönüp bakmadığımı sordu. Müziğin sesi biraz fazla açık olduğu için duymamıştım tabii. Durumu izah edince bu sefer daha da asabileşti. Neymiş efendim; mahallede böyle müzik dinleyerek gezemezmişim, Müslüman mahallesinde salyangoz satılmazmış. Dedim, abi ne salyangozu, müzik dinliyorsam ne olmuş… Adam bu sefer dövecek gibi üzerime yürüdü. Herife bir yumruk atmamak için vallahi kendimi zor tuttum. Arkadaşlar bakın söylemedi demeyin, dün Kâzım’ın başına gelen bir, bugün benim başıma gelen iki, böyle devam ederse ben bu herifi döverim!”
Bundan sonra oturduğu yerden hışımla ayağa fırlayan Kâzım:
“Abi, gelin hep beraber şu adama gidip soralım, derdi neymiş öğrenelim bakalım!” dedi. Fakat Salih yatıştırıcı bir ses tonuyla araya girdi:
“Arkadaşlar, gelin oturun şöyle, önce anlatacaklarımı dinleyin!” Bundan sonra Salih, dün bakkalın kendisine anlattıklarını eksiksiz olarak diğer ikisine nakletti.
Salih cümlelerini tamamlayınca salonda daha kasvetli bir hava oluştu. Üçünün de suratı asık, sanki cenaze evindeymiş gibi çıt çıkarmadan oturdular bir süre. Ardından Kâzım sessizliği bozdu. Hayal kırıklığına uğramış bir ses tonuyla:
“Eee arkadaşlar, bir planınız var mı?” diye ortaya sordu.
“Aramızda en aklı-ı selim olan sensin Salih, önce sen fikrini söyle!” dedi Hakan. Salih dünden beri aklından geçirdiği düşüncelerini toparlayarak konuşmaya başladı:
“Arkadaşlar, adamın niyeti belli: Bizi en kısa zamanda evden kaçırmak ve paramızın üstüne yatmak istediği aşikâr. Şimdiye kadar adam hep bu yöntemle yaşamış ve nasıl olmuşsa hayatta kalmayı başarmış. Ve anladığım kadarıyla şu zamana kadarki kurbanlar adama karşı hep öfkeyle mücadele etmişler ve kaybetmişler. Ben diyorum ki; gelin biz önceki kiracılar gibi tepki vermeyelim. Adam ne yaparsa yapsın hep alttan alarak, sinirlenmeyerek, ne söylerse söylesin, tamam diyerek karşılık verelim. Evet, farkındayım, yüz ifadelerinizden de gördüğüm gibi bu dediklerimi uygulamak hiç de kolay değil. Adam olur olmaz şeylere kızacak, sürekli taciz edecek, gözümüzün üstünde kaş var diyecek… Ancak bizim çöpe atacak altı aylık kira parası ve sonrasında yeni bir daire için masraf etme lüksümüz yok. Hem bunu sosyal bir deney olarak düşünün. Böyle bir deney için istesek bizim ev sahibinden daha uygun bir denek bulamazdık. Bu süreçten ancak bu şekilde başarılı bir sonuç elde ederiz diye düşünüyorum.”
Salih’in bu düşüncesi Kâzım’ın aklına yatsa da Hakan’ın bakışları halen kuşkuluydu.
“İyi de hocam, yarın bir gün vizeler, finaller başlayacak. Odamıza gömülüp ineklememiz gerekirken bu adamla mı uğraşacağız?”
“Canım, adam günün her saatinde bizimle uğraşacak değil ya! Benim öngörüm, biz bu yöntemle hareket edersek vizelere kalmadan adam bizden ümidini kesecektir. Çünkü şimdiye kadar kurbanlarının sabır sınırlarını tahrip ederek amacına ulaşmış. Bakacak ki ne yapsa biz hiç tınlamıyoruz, gülüp geçiyoruz, o da sonunda pes edecektir.”
“Ya da daha fazla öfkelenip baskıyı artıracaktır!”
“Canımızı alacak değil ya!”
Nihayet sonunda hepsi Salih’in yöntemi üzerinde hemfikir oldular. Bundan sonra sanki sinirleri ameliyatla alınmış insan gibi davranmaya söz verdiler. Diğer taraftan da ev sahibine malzeme vermemek için aşırı hassas hareket etmeye başladılar. Kâzım sigarasını balkonda duvarın dibine çömelerek mahallede hiç kimse görmeyecek şekilde içiyor, Hakan okula gidip gelirken mahalle içinde walkman kulaklıklarını takmıyor, Salih’in üniversitede geniş arkadaş kitlesi olmasına rağmen hiç birini eve davet etmiyordu. Ancak her şeye rağmen ev sahibi yine de kızıp bağıracak bahaneler bulmayı başarıyordu. Bazen balkona astıkları çamaşırlardan damlayan su tanecikleri, bazen geç saatlerde açtıkları mutfak veya lavabo musluğunun borularda sebep olduğu ses, -binanın tesisat sistemi çok eski olduğu için musluklar açılınca borulardan rahatsız edici ses çıkıyordu- bazen de evin içinde ayakuçlarına basarak yürüdükleri halde sözde gürültü yaptıkları iddiası, ev sahibinin köpürüp fırça atması için yeterli oluyordu. Gençler ise hiçbir tahrike aldırmıyor, sonuna kadar sessiz direnişe ahdetmiş gibi bir görüntü sergiliyorlardı.
Böylece bir ay geride kalmış ve ekim ayının ortalarına yaklaşırken havalar da soğumaya başlamıştı. Bir hafta sonra seçimler vardı ve propaganda minibüsleri şimdi sokak aralarına kadar girmeye başlamış, müthiş bir gürültü kirliliği mahalleyi kuşatmıştı. Günlerden pazardı ve öğlene doğru kahvaltılarını yapan gençler, kapı ve pencere aralarındaki boşlukları kapatmak için dün Ulus’tan aldıkları süngerli bantların ebatlarını kontrol ediyorlardı. Hakan ümitsizce:
“Hocam bu bantlar yetmeyecek galiba!” dedi. “Başta dikkat etmemiştik ama pencere pervazları perişan vaziyette. Boşlukları doldurmak için silikon da lazım. Yoksa bütün kış Ankara’nın ayazında donarız.”
“Hele elimizdeki malzemeyi kullanalım da duruma göre haftaya eksikleri tamamlarız,” diye karşılık verdi Salih. “Makas almayı da unuttuk iyi mi? Kâzım, mutfaktan şu keskin bıçağı getiriversene bir zahmet.” Kâzım mutfağa gidip elinde bıçakla döndü ve Salih’e uzatırken yarı alaycı bir ses tonuyla:
“Bizimki bu tadilat işlerine de bir bahane bulmaz inşallah!” dedi.
“Aman sus, ağzından yel alsın!” diye çıkıştı Hakan. “Heriften üç gündür ses seda yok, fırtına öncesi sessizlik gibi ürküyorum zaten.” Diğer ikisi gülerek Hakan’a bakarlarken evin kapısı gümbür gümbür çalmaya başladı. Hem kapı zili çalıyor hem de kapıya şiddetli darbeler vuruluyordu.
“Al işte, iti an, çomağı hazırla!” dedi Hakan öfkeyle. Salih yerinden doğrularak:
“Durun ben bakarım.” dedi. Salih elindeki bıçağı masanın üzerine bıraktıktan sonra kapıya ulaşana dek zil sesi susmadı. Kapıyı açtığında ise ev sahibinin öfkeden kudurmuş suratıyla karşılaştı. Salih:
“Hayırdır Necmi abi, yine seni kızdıracak ne kusur ettik?” diye yumuşak bir ses tonuyla karşıladı adamı.
“Hayrı mayrı kalmadı, dün gece komşulardan gören olmuş, eve karı atmışsınız!” Ev sahibinin yeni numarası artık tahammül sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Fakat yine de Salih, ince bir tebessümle mukabele etti:
“İlahi Necmi abi, biz öyle insanlar mıyız? İstersen içeri gir, kendin bak, evin her tarafını ara ki için rahat etsin.” Salih’in bu yatıştırmaya yönelik sözleri adamı sakinleştirmeye yetmedi ve hışımla içeri dalarak odaları kontrol etmeye başladı. Sonunda salona geldiğinde halen burnundan soluyordu. Diğer üçü de salonda ayakta duruyorlar ve ev sahibinin nasıl bir hamle yapacağını kaygıyla ve merakla bekliyorlardı. Adamın gözü önce yerdeki süngerli bantlara takıldı. Ardından:
“Bunlar da ne?” diye öfkeye sordu. Salih arkadaşlarına göz kırptıktan sonra ev sahibine tebessüm ederek ve yumuşak bir ses tonuyla cevap verdi:
“Necmi abi, malum, havalar soğudu ve maalesef pencere boşluklarından içeriye soğuk hava üflüyor. Aslında size söyleyecektik ama masrafa girmenizi istemediğimiz için kendimiz çözmeye karar verdik. Asıl endişemiz ise hasta olmak değil ama hastalanırsak sabaha kadar öksürerek sizi ve Kezban ablayı rahatsız etmek istemediğimiz için evi sıcak tutmamız gerektiğini düşündük.” Salih’in bu sözlerindeki ironiye gülmemek için kendilerini zor tutan arkadaşlarına karşın ev sahibi halen öfke nöbetindeydi. Şimdiye kadar kiracıları arasında böylelerini hiç görmemişti; ne yapsa ne söylese hep sineye çekiyorlardı. Böylece süre uzuyor ve evden kaçmamak için direnen öğrenciler, adamın yeni kurbanlar bulmasına engel oluyorlardı.
Birden havada uçuşan bir karasinek takıldı ev sahibinin gözüne. Sanki bir canavar görmüş gibi gözleri ayrıldı ve perdeye konan sineği parmağıyla işaret ederek tekrar sesini yükseltti:
“Siz evde hiç temizlik yapmaz mısınız? Evin içinde sinekler uçuşuyor! Bu ne rezalet, en başından anlamalıydım sizin ne kadar pasaklı olduğunuzu! Herkes vaktiyle uyarmıştı beni, keriz misin, öğrenciye ev verilir mi demişlerdi! Ah benim insaniyetim, ah benim iyi niyetim! Ne geldiyse başıma hep bunlardan geldi…” Artık dayanamayan Hakan, Salih’in kaş göz işaretiyle uyarılarına aldırmadan yüksek sesle karşılık verdi:
“Abi, başka bahane bulamayınca şimdi de sinekten mi medet umuyorsun? Bu kadarı da fazla artık, havalar soğuyunca sinekler evlere doluşuyor, ne var bunda büyütecek?” Ev sahibi bu tepki üzerine bakışlarını Hakan’ın üzerinde yoğunlaştırdı. Gözlerinden sanki ateş çıkıyordu. Ardından hırlar gibi derinden gelen bir sesle:
“Havalar soğuyor ondan, öyle mi?” dedi. Sonra masanın üzerindeki bıçağı bir hamlede kaptığı gibi havaya kaldırdı. Herkes o an bıçakla Hakan’a saldıracak korkusu yaşasa da adam delirmiş gibi perdeye konmuş olan sineğe doğru hücuma geçti. Bıçağı sineğe doğru sallayınca sinek kaçtı fakat kalın perde ortadan ikiye yırtıldı. Sinek oradan oraya uçarken ev sahibi de onu takip ediyor ve sineği bıçakla avlamaya çalışıyordu. Öğrencilerin şaşkınlıktan ağzı açık kalmış ve öylece adamın çılgınca hareketlerini seyrediyorlardı. Perdeden sonra koltuğun kumaşı, duvardaki asılı bir resim tablosu, camlı ahşap büfe de bıçak darbelerinden nasibini aldı. Bıçağını sallarken, “Al sana! Al sana!” diye haykırıyor ve adamı durdurmak pek mümkün görünmediği gibi şimdi can güvenliğinden de endişelenmeye başlamıştı gençler. Sinek salondan çıkarak mutfak tarafına yöneldi. Ev sahibi de peşinden koşturdu.
“Eyvah!” dedi Kâzım. “Az önce mutfağa girince çöpün üzerinde uçuşan sinekleri görmüştüm!” Gerçekten az sonra mutfakta daha büyük bir gürültü koptu. Bir taraftan, “Pislikler, adi sinekler, hepinizin canına okuyacağım!..” diye bağırıp çağırırken diğer taraftan kırılan tabak, bardak sesleri gelmeye başladı. Salih korku dolu bir sesle:
“Kâzım, koş Kezban ablaya haber ver, belki o sakinleştirebilir!” dedi.
Az sonra Kâzım’la Kezban içeri girdiler. Diğer ikisi mutfak kapısının önünde bekliyordu. Kapısı kapalı olan mutfaktan halen aynı sesler geliyordu. Kezban kapıyı açarak içeri girdi ve cırtlak sesiyle:
“Necmiii!” diye bağırdı. “Ne oldun sen, kafayı mı üşüttün?” Şimdi öğrenciler de açık kapıdan mutfaktaki manzarayı görebiliyorlardı. Mutfak savaş alanına dönmüş, kan ter içinde kalan adam ise yakınına kadar sokulan karısının uyarısıyla dursa da halen elindeki bıçağı havada sıkıca tutuyor ve derin derin hırıltılı nefes alıp veriyordu. O sırada havada uçuşan sineklerden biri yine adamın gözüne takıldı. Gözlerini kısarak sineği takip etmeye başladı. Sinek uçtu, uçtu ve sonunda Kezban’ın göğsüne kondu. Sineğin konmasıyla Kezban’ın göğsüne bıçağın saplanması bir oldu. Salih: “Aman Allahım!” diye bir çığlık attı. Diğerleri ellerini ağızlarına kapamışlar, korkuyla bakan gözleri ayrılmıştı. Adam, karısının tam kalbine sapladığı bıçağı halen sıkıca tutuyordu. İkisi de halen ayakta, dehşetle ayrılmış gözlerini birbirlerine dikmişlerdi. Sonunda Kezban’ın gözleri yukarı doğru kaydı ve bedeni, kocasının bırakmadığı bıçaktan kurtulup yere düştü.
O dehşet tablosunun içinde havada uçuşan sinekler, vızıltılar çıkararak oradan oraya konmaya devam ettiler.
TÜRKER ALPERTONGA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.