- 591 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
875 - TABİR
Onur BİLGE
Kahveler geldi. Yudumlanmaya başlandı. Kimseden ses çıkmayınca dede, tabir işinin kendisine düştüğünü hissetmiş ya da bir şeyler demesi gerektiğini düşünmüş olacak ki, bir yudum alıp, fincanı tabağa bırakırken söze başladı:
“Göreli çok olmuş. Geç oldu ama yine de Allah hayra çıkarsın! Keşke o zaman birkaç kişi davet etseydin. Bir yemek verseydin. Hiç değilse, dışarıda yendiğinde kişi başına bahsettiğin miktar düşecek kadar bir yemek hiç değilse... Sonra bir yemek daha verseydin. Bu defa kişi başına onun iki misli olacak kadar... Az sadaka çok bela savar! Ekonomik olması için evinde yeselerdi mesela. Yemek duası okunsaydı, dini sohbet yapılsaydı ardından. Bu başlangıç olsaydı. Ne bileyim işte! Gönlümden geçenler bunlar!”
“Zaten misafirsiz sofraya oturduğumuz olmazdı. Evim otel ve lokanta gibiydi. Kimler geldi kimler geçti... Fakirinden fukarasından, üst düzey yöneticilere, millet vekillerine, bakanlara kadar... Hey gidi günler hey!”
“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer! Anladığım kadarıyla sen önceleri evinde dini sohbetler yapılmasını sağlıyormuşsun. Kapın herkese açık olunca, evin Mevlana’nın mekânına benzemiş. Şimdilerde bırakmışsın.”
“Bursa’da çevrem çok geniş değil ama yine de Eskişehir’den gelen giden eksik olmuyor. Rüyamın tabiri konusunda ne diyeceğinin merakı içindeyim.”
“Ne bileyim arkadaşım! Cemali, evinde ilim meclisleri kurman, sohbetler yaptırtmanmış galiba. Celali ise, ateştir. Azaptır. Malum! Bursa yanıyor! İman yok oluyor! Seyirci mi kalacağız! Elimizi kolumuzu bağlayıp, zevkle seyir mi edeceğiz! İçinde öncelikle gençlerimiz yanıyor!”
“Ben de zevkle seyretmek istemezdim ama rüya bu! Rüyanın aklı yok ki! Yalan mı söyleseydim! “Keder ve azap içinde çaresizce seyretmekten başka bir şey gelmiyordu elimden!” mi deseydim!”
“Olur mu! Rüyaya yalan karıştırılmaz. Hele böyle Rüya-yı Sadıka ise asla! Rüya görülmez, gösterilir! Nakledilirken içine yalan katılırsa, Gösteren’e iftira edilmiş olur. Yalanın her türlüsü kötüdür. Bizden uzak kalsın!”
“Mutabıkız!”
“Evini eskisi gibi o güzel insanlara açarsan, ikramın bir tas çorba bile olsa Allah’ın merhameti tecelli edecektir. Cemali zuhur edecek, işlerin tekrar düzene girecek, kazancın bereketlenecektir. O sayede ulaşabildiğin kişiler kadarıyla da olsa Bursa da nasiplenecek, bolluk bereket ve huzura kavuşacaktır. Sana da çevrene de bulunduğun yöreye de maddi manevi faydası olacaktır. Allah, senin kendini dört duvar arasına hapsetmeni değil, halka hizmete devam etmeni istiyor olmalı. Başta insanlığın buna ihtiyacı var. Babanı yetiştiren zat o da olabilir bir başkası da... Her kim ise insan yetiştirmeye devam eden biridir muhakkak ki! Allah ondan ve onun gibi rehber şahsiyetlerden razı olsun!
Ateş uyarıdır! Yağmur rahmettir. Merhamettir. Sofrana oturacak olanlar, yine etrafında birikmeye başlayacak, ilme aç insanlardır. Son dakikan kalana kadar çalışmaya devam etmelisin!”
“Kendi yardıma muhtaç dede, kaldı ki gayrıya himmet ede!”
“O yemekten sonra ki, yemek bahane... Onun aslı cennet sofrası, yani ilim meclisidir. O ziyafetten sonra evin cennet bahçesi haline gelecektir. Cennette yerini görmüşsündür. İnşallah Firdevs Cennetidir. O bahçe... Hem de yukarıda... Üstelik bir de lise dengi okul var içinde... Okul! Dikkatini çekerim! Bu işler eğitim öğretimle oluyor. Eğitenler de olacak, eğitilenler de... Cebrail olmasaydı, Peygamber olur muydu! Taptuk olmasaydı Yunus olur muydu! Aziz Mahmut Hüdai kadıydı. Üftade’den ne istedi? Ya İbrahim Ethem? Tacı tahtı neden terk etti de yollara düştü? Aradığı neydi? Bayrak yarışı gibi bir şey bu insanlar arasında. Biri diğerine muhtaç... Bu ihtiyaç yokluktan ya da bir yerlere gelememekten de değil... Bu bir arayış... Bu insan hayatında, zaruri ihtiyaçlardan sonraki en büyük ihtiyaç! Ruhun ihtiyacı! Bunun adı aşk!”
“Bende ne var ki kime ne vereceğim! Sözlerin gönül okşayıcı, hoşa giden sözler... Ben o sözlerden kaçtım. İltifatı sevmiyorum. Çünkü marifetim yok!”
“Sokakların ıssız. Sosyal hayatını bitirmişsin. İlişkilerini azaltmış, herkesle irtibatını kesme noktasına gelmişsin.
Çevrende birkaç tesettürlü kadın kalmış. Sakınan kadınlar... Onlardan başkasına faydan olamıyor herhalde. Belki de yardım bekleyen kişiler... Tanıdığın veya henüz tanımadığın... Nikâh düşer mi? Düşer! O zaman, her ne kadar kardeş de dense, kardeş değiller işte! Sakınanlardansalar, sakınacaklar tabii ki de!”
“Kaygısızın hüneri, helva ekmek yemekmiş.”
“Ne yapmak istiyorsak şimdi! Bu yaştan sonra bizim için yarın ya gelir ya gelmez! Babanı yetiştiren zat da bizim gibi birisiydi. Fakat o endişe içindeydi ve sorumluk duygusu olan biriydi. Allameyi Cihan değildi ya! Nerden başlarsan başla! Başla da bir yerden... Önceden neleri nasıl yapıyorduysan yine öyle yap. Bir zamanlar yetkiliydin galiba. Öyle görünüyor.”
“Hayır. Ben yetkisiz yetkiliyim.”
“Dalga geçme! Sen boş değilsin! Mutlaka vardı bir görevin.”
“Dalga geçmiyorum. Oralar bir âlem! Anlatılacak gibi değil!”
“Görevli değilsen, göreve hazırsan, o izin verilmiş demektir. Her konuda olduğu gibi doğrusunu Allah bilir.”
“İçinde bulunduğum güzel bir grup vardı eskiden. Çok şey borçluyum oradakilere. Onlar benim başımın tacıdır. Ancak sonrası değişik... Farklı şeyler yaşandı. Ne ben anlatabilirim, ne de anlatmak isterim. Geriye dönüşü bilemem. İleriye gidişi de bilemem. Ten kabrinde nasıl çürünürse, öyle çürümekte olan biriyim!”
“O zatın sana bir şey demesini boşa beklemişsin. Konuşamaz, seni davet edemez. Ancak kafa sallar işte öyle. O da kınama anlamında... Gaflette olduğunu anlatmak istiyor. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu!
Aramızda öyle insanlar vardır ki o bir tek kişi hürmetine koca bir şehir korunur! Onun için her yerleşim yerinde en az bir kişi itikafta olmalıdır, bir haftalığına, on günlüğüne de olsa... Belki de Bursa’yı bir doğal afetten ya da manevi beladan sen kurtaracaksındır. Büyük bir felaket, berekete dönüşecektir. Allah bilir, biz bilemeyiz.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYÜLERİ – 875