- 489 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AH BİR TELEFONUM OLSAYDI
AH BİR TELEFONUM OLSAYDI
En karmaşık, En uzun Telefon macersı…
Bir telefona sahip olabilmek ne kadar zor olabilir ki? Kimliğinizle birlikte PTT’ye veya Türk Telecom’a başvuracaksınız, verilen formu dolduracaksınız. Ev adresinizi vereceksiniz. Daha siz eve gelmeden bakmışsınız görevliler gelmiş telefonunuzu bağlıyorlar. Formdaki kayıtlardan bir bilgi daha aldım: Yeni telefon başvurusu için 10 TL (vergiler dahil) ücret, ilk faturanıza yansıyacaktır. 10 TL ücret dikkatinizi çekti mi? Yani sudan ucuz, yani bedava. Bu 2021 yılında, şimdi böyle. Ya 50 yıl önce 70’Li yıllarda Bir telefona sahip olabilmek nasıldı? Uzun soluklu bir maceraya atılmaya hazır mısınız?…
“Ben insanları üç gruba ayırırım. Birinci sınıf insan vardır, Birinci sınıf insanların sözü senet, seneti sözdür.
İkinci sınıf insanların seneti sözdür ama, sözü senet değildir.
Üçüncü sınıf insanların ise ya sözü senettir, ya seneti sözdür.
“Ben kendimi birinci sınıf addederim” Diyordu bizim dükkan sahibi, Emekli Yüksek Ziraat Mühendisi Vedat Bey.
Üçüncü sınıf insanlar bile hiç bir zaman kendilerini üçüncü sınıf olara görmezler. Vedat Bey kendini birinci sınıf addeder de Mustafa Bey ondan aşağı kalır mı? Ben de kendimi birinci sınıf addederim, dedim.
Bir yıl önce Kiracı- Mal sahibi arasında başlayan iş birliği böylece iki birinci sınıf insan arasında sağlam temellere oturtulmuştu. Arada kontrat, senet sepet, mukavele yapılmamıştı. Aybaşı bir, para iki, kiracı kirasını veriyor, mal sahibi alacağını alıyordu. Hiç bir sorun çıkmıyor, gül gibi geçinip gidiyorlardı.
Üst kattaki kiracı Yaşar Bey kendine telefon alınca, Vedat Bey’in kira ile kullandığı telefonunu iade etti. O günlerde telefonlar 7-8 bin lira idi. Bana bu para çoktu ama, telefonum olursa işlerimin ileriye gideceğini düşünerek Vedat Bey’e bu telefonu bana sat, dedim.
Vedat Bey kurt adamdı. Hemen kararını vermedi. Birkaç gün sonra:
-Mustafa Bey ben bu telefonu sana satmayayım. Sen bana 2.600 TL depozit ver, ayrıca her ay da 100 Lira telefon kirası ver, telefonu istediğin kadar kullan. Ta ki sen dükkandan çıkarsan veya bana telefon lazım olursa 2.600 TL depoziteni alır, telefonu iade edersin, ben bu telefonu satmak zorunda kalırsam yine sana satarım, dedi.
İşte sana 2.600 TL depozit, işte sana 100 TL telefon kirası. Böylece anlaştık. Birden bire bir telefonumuz oldu. Yaşar’dan da 500 TL ye telefon makinasını satın alıp telefonumuzu atölyeye bağlattık. Seneti söz, sözü senet olan Vedat Bey’den bir senet almak gereksiz olmaz mıydı? Elbet gereksiz olurdu. Onun için kontrat veya senet yapmadık. Her ay başında kira ile birlikte 100 er lira da telefon kirasını muntazaman ödedim. Vedat Bey’in kurt gibi adam olduğunu önceden söylemiştim. Zaten sektirmezdi. Her ayın birinde sabahleyin erkenden , hatta bazen biz dükkanı açmadan kiraları tahsile gelirdi.
Ben bu telefona ümit bağlamıştım. Kartlara, etiketlere, yapılan işlere, Telefon Rehberine, Sanayi ve İş rehberine, prospektüslere, kitapların arka kapaklarına bu telefon numarasını yazmıştım. 40 22 90 Bu reklamlar bana 10-15 bin liraya mal olmuştu ama işlerim de baya açılmıştı.
Vedat Bey’in arkada girdap, körfez ve hiç ışık görmeyen karanlık bir deposu ile, üstte daha önceleri kendinin büro olarak kullandığı tozlanmış ve örümceklenmiş bir odası vardı. Ara sıra kiralık dükkan, işyeri ve depo arayanlar gelip bu yerleri bakarlar fakat hepsi de ya fiyatları çok yüksek bulur ya da yeri beğenmezlerdi.
Ben Vedat Bey’e “KİRALIK DEPO” diye bir ilan yazıvermiştim. Anahtarını da bana bırakmıştı. Gelenlere gösteriyordum. Bir yandan da kendi kendime “Bu fiyatla bu iş yerini kimse tutmaz” diyordum. Fakat düşündüğüm gibi olmadı. Bir gün ensesi kalın, göbeği şişkin ve cüzdanı dolgun birisi üst kattaki örümcekli ve tozlu odayı kiralamış. Demet demet paracıklara dayanamayan Vedat Bey de 20.000 Liracığa benden habersiz benim telefonu ona satıvermiş. Bir kaç gün sonra bizim telefonun Tarık Bey’e satıldığını Ahmet’ten duyunca inanmak istemedim. O birinci sınıf bir insandır, bunu asla yapmaz, telefonu satarsam sana satarım, demişti dedim. Bir yandan da merakımı yenemeyip Vedat Bey’e telefon açtım. Vedat Bey:
-Ben sizi bir kaç kez aradım, bulamadım, dedi.
-Not bıraksaydınız…
-Not bırakmak aklıma gelmedi. Hem şimdi telefonlar çok pahalı, sizin gücünüz yetmezdi.
-Belki yeterdi, siz benim gücümü nereden bileceksiniz?
Vedat Bey kaçamak cevaplar veriyor, bir yandan kendini haklı göstermeye, bir yandan da beni teselli etmeye çalışıyordu.
-Tarık Bey iyi bir adamdır. O size telefonu paralel kullanmanıza izin verecektir. Siz de ara sıra Tarık Bey sizin oralardan geçerken “Buyurun telefon ihtiyacınız varsa buradan kullanın” deyiver.
O günlerde Tarık Bey bir çöplükten farksız olan bürosunu temizletmek ve dekore ettirmekle meşguldü. Bir sabah bizim iş yerine geldi. Ben yine her müşterime gösterdiğim hürmeti göstererek. Buyurunuz, hoş geldiniz, dedim.
-Bir tabela yaptırmak istiyorum, dedi. İçerimdeki kızgınlığı bir iç çekişle gizlemeye çalışarak:
-O kolay… dedim. Tarık Bey bilmezlikten gelerek sordu:
-Peki, zor olan nedir?
-Bizim telefonu satın almışsınız, hayırlı olsun. Biz bu telefona ümit bağlamıştık. 10-15 Bin liralık reklam da yaptık. Kartta, broşürde, kitaplarda, dergide, Telefon Rehberinde hep bizim üzerimizde çıktı. Piyasa bizi bu telefonla tanır, bu telefonla arara sorar, şimdi elimizden alınca işimiz büyük çapta aksayacak.
Bu sözlerimle, ya bize reklam harcamalarımız 15 bin lirayı verirsiniz, ya da telefonu paralel kullanırız demek istiyordum. Tarık Bey:
-O da kolay. Fakat bu işte benim hiç bir kabahatim yok, dedi. Zaten kabahatin hiç sahibi olmazdı.
Telefon 2 Liralık kumbara ile çalışıyordu. Kumbarayı boşaltıp anahtarını Tarık Bey’e verdim. Bundan böyle artık kumbaradan çıkan paralar Tarık Bey’indi.
Birkaç gün sonra yukarının temizlik boya ve dekorasyonu bitmiş, telefon bir paralelle yukarıya da bağlanmıştı. Artık telefonu önce Tarık Bey veya sekreteri açıyor, ben veya elemanlarımızdan biri aranıyorsak, yukarıdan aşağıya tık tık yaparak haber veriyorlardı. On onbeş gün kadar telefonu bu şekilde paralel kullandık. Sonra telefonlara zam geldi. Konuşmalar ikibuçuk lira oldu. Bundan böyle her edilen telefon Tarık Bey’in gözüne görünmeye başladı:
-Dışarıda bize selam vermeyen adamların ellişer kuruşlarını niye biz ödeyelim? En iyisi dışarıya telefon ettirmeyelim, diyordu.
Yakın komşular alışmışlardı, bastırıp parayı telefon ediyorlardı. Bana bir zararı yoktu. Şimdi birdenbire telefon etmeyin, diyebilir miydim?
Tarık Bey daha sonraki tutum ve sözleriyle; “Kumbarayı değiştirelim, 5 Liralık yapalım, dedi. Ben bir gün Eminönü ve Karaköy’ü aradım, fakat 5 Liralık kumbara bulamadım. Henüz 5 Liralık kumbara yapılmamıştı. Her sorduğum yerde haftaya gelecek, diyorlardı. Döndüğümde kendi kendime; bu kumbarayı 1 liralık, 2 Liralık, 2,5 Liralık yapanlar insandır. Ben de bir insanım, ben niye 4 veya 5 Liralık yapamayayım dedim. Tornavidayı, penseyi, kıl testeresini, eğeyi elime aldım. Kumbarayı söküp dağıttım.Mekanizmaya bazı parçalar ilave ettim. Birkaç saat uğraştım ama kumbarayı da yaptım. Önceleri 2 Lira ile çalışan kumbara şimdi 4 Lira ile çalışıyordu. Birkaç hafta da böyle geçti. Fakat 4 tane 1 Lirayı bir arada bulmak zor oluyordu. Şu insanoğlu tuhaftır. İşim görüldü, telefon edebildim diye teşekkür etmez de, nasıl bu telefonu birkaç kuruş daha ucuza getirebilirim, nasıl bedava telefon edebilirim diye çeşitli kurnazlıklar düşünür. Ve bulur da.
Tarık Bey kumbarayı son açtığında aralarda 25 ve 50 Kuruşlukların da çıktığını görüyor. Bunun izahı için 2 çıkar yol buluyoruz. Dört tane bir lirayı bir arada bulamayanlar aralara 25 veya 50 kuruşluklar sıkıştırmış olmalıydı, ki bunun Tarık Bey’e bir zararı yoktu. Alt ve üstteki bir liralıkların arasına iki tane 25 kuruşluklar sıkıştırılmış olsa ikibuçuk lira ediyor, 50 Kuruşluklar sıkıştırılsa daha fazla…
Bazen benim küçük oğlum Özkan oynamak istiyor, kumbaraya zorla para koydurtuyor, parayı boşa atmamak için 25 veya 50 kuruşluklar koyuyorduk. Gerçek buydu ama Tarık Bey bunu yine de savunmaca gibi görüyordu.
O günden sonra dışardan telefon edenlerin telefon etmelerini yasakladı. Bizim telefonu da kesebilmek için türlü yollar arıyordu. Büroda yalnız olduğu zamanlar, telefonla bizi arayanlara, şimdi çok meşgulüm, yarım saat sonra arayın, diyordu. Yarım saate kadar da müşterimiz unutuyor veya vazgeçiyordu. Biz bunları bizi arayan müşterilerimizden tekrar yüz yüze geldiğimizde öğreniyorduk.
Bizim de elimizde tüm bunlara karşılık kullanabileceğimiz bir kozumuz vardı. Onun elektriği bizim dükkandan ve bizim saatten geçiyordu. Komşudur diye idareten vermiştim. Bizi fazla çaresiz bırakırsa ben de elektriğini kesebilirdim.
Bir gün yardımcım Ahmet; Ağabey henüz bu satış işlemi sonuçlanmamıştır. Ya 20 bin lirayı verip bu satışı durduralım, ya da ona bir telefon alıverip bizim telefonu geri alalım, dedi. Ahmet’in yerden göğe kadar haklı olduğunu şimdi görüyorum. Biz bu telefonla tanınmıştık. Gözlerde, kulaklarda, zihinlerde hep o numara vardı: 40 22 90 Ve yıllar sonra yeni telefonumuzu aldıktan sonra bile hala o numaradan bizi arayanlar vardı.
Biz ara sıra gazetelerde çıkan doğru yanlış haberlerle, PPT cilerden duyduğumuz yarım yamalak haberlerle, 1973 te yazıldığımız iki telefondan en az biri bu günlerde çıkabilir diye kendimizi teselli ediyorduk.
Tarık Bey telefonu alalı iki ay olmuştu ama, yine de telefon ondan çok bize çalışıyordu. Bir gün yine müşteriler üst üste bizi arayınca kızıp bizim telefonu kesmişti. Bir ara çıkıp sorduğumda; sizin telefon veya hatlarda bir arıza var. Sizinki bağlı olunca ben konuşamıyorum, ondan kestim dedi.
Biliyordum, bunlar hep bahaneydi. Peki ağabey baktıralım, yaptıralım, dedim. Aradan birkaç gün geçince baktırdığımı, yaptırdığımı söyledim. Bunun üzerine telefonumuzu bağladı. Ben oradayken konuşma da yaptı, normal konuşuluyordu. Hiç bir arıza yoktu. Bense telefon ve hatlara elimi bile sürmemiştim.
Kendini birinci sınıf addedip birdenbire üçüncü sınıfa terfi eden Vedat Bey’e çok kızmıştım. Eskiden her ay başında nakten veya çekle dükkan kirasını gününde ödediğim, kendisi gelemediği zamanlar Ataköy’deki Yapı Kredi Bankası hesabına yatırdığım halde bu sefere 5 aydır dükkan kirasını ödemiyordum. Ara sıra Tarık Bey’e veya Yaşar’a, Mustafa beni arasın diye notlar bırakıyor, fakat ben yine de aramıyordum.
Bir gün Vedat Bey’den bir mektup aldım:
“Sayın çok kıymetli hemşehrim, (Hanım tarafından hemşehrimiz olur) uzun zamandır Avrupa’da tedavideydim. Sen her zaman kiraları ay başında verirdin. 5 Aydır ödememişsin. Bankaya gidip baktım, bankaya da yatırmamışsın. Telefonlarıma da cevap alamayınca hasta falan olduğunu sanıyorum. Büyük geçmiş olsun”…
Mektubu okuduktan sonra Vedat Bey’e telefon açtım. Hasta falan olmadığımı, kendisine kızdığımdan dolayı parayı vermediğimi, telefon alıncaya kadar da vermeyeceğimi bildirdim. Sonra da Tarık Bey’le telefon meselemizin ne boyutlara vardığını anlattım. O biraz alttan aldı. Beni yatıştırmaya çalıştı. Ben de fi tarihinde böyle bir işle karşı karşıya kalmıştım. Böyle şöyle yaptım, ne güzel de anlaştık, sorunu tatlıya bağladık. Sen de öyle yap. Tarık Bey’e, sizin ve benim tüm telefon konuşmaları tüm masraflar bana ait de, o zaman müsaade edecektir, dedi.
Vedat Bey yol göstermese de, biz telefon alıncaya kadar bu telefondan bir gün daha fazla yararlanabilmek için bazı çıkış yolları bulmak zorundaydık.
O yıl, yaz tatilini değerlendirmek için Tarık Bey’in yanına işe giren küçük sekreter Ayfer’le tanıştık. Onunla ortak bir yönümüz de vardı. İkimiz de şairdik. Boş zamanlarında okuması için ona Uzman Reklam Yayınlarından birkaç kitap verdik. Ara sıra bizi arayanlar olursa lütfedip çağırıvermesini, veya not alıp iner çıkarken pencereden uzatıvermesini rica ettik.
Daha sonraları Anadolu Şairleri Şiir Antolojimizde Ayfer’in bir de şiirini yayınladık. Sekreterliği müddetince ona o kadar alışmıştık ki anlatamam. Tarık Bey’den ayrılırken bilmem gözleri nemlendi mi? Ama bize veda ederken gözyaşlarını tutamayıp ağlıyordu. Az kalsın bizi de ağlatacaktı. Gelecek yaz birlikte çalışma kararı aldık. Bu kararla biraz teselli bulabildi.
Ayfer’den boşalan sekreterlik masasına, daha önceleri bizim atölyede resim çalışan kızlardan, yine Ayfer’in akrabalarından bir kız geldi. Onunla da aynı şekilde bir müddet idare ettik. Ancak işler günden güne biraz daha sarpa sarıyordu.
Günde üç beş kez, özellikle ajans (Haber) saatlerinde dükkana gelip giden kayınpederim çok cahil, çok patavatsız ve dediği dedik bir Osmanlı adamıydı. Cahilliğine rağmen çenesiyle karşısındakini sustururdu. Bir hiç uğruna ayrı ayrı zamanlarda 9 adam vurmuş, ömrünün üçte ikisi hapishanelerde geçmişti. Onun için bir baltaya sap da olamamıştı. Geride kalan günlerini “ Artık benden ne köy olur, ne de kasaba” diye özetlerdi. 40 Yıl tavuk yaşamaktansa bir gün horoz yaşamayı yeğ tutar, bir pire için bir yorgan yakardı.
Bizim telefon hikayesini uzaktan yakından biraz biliyordu. Bense fazla üzülmesin veya işi büsbütün karıştırmasın diye gerçeği olduğu gibi değil de biraz azaltarak anlatırdım.
Bir gün Tarık Bey’i dükkana çağırttı. Aramızı bulmaya çalıştı. Ama bu diyaloğun hiç bir faydası olduğunu sanmıyorum. Tarık Bey gittikten sonra bana:
-Onlar telefonu keserse, sen de elektriği kes hoca! Dedi sertçe.
Ertesi gün de Tarık Bey beni bürosuna çağırtıp:
-Kayın pederin benim muhatabım değildir, çocuk gibi beni ayağına çağırtmasın! Görüyorsun nasihat dinleyecek yaşta da değilim. Benim yaşım 55 Telefon benim değil mi yahu? Kapatırım, keserim, konuşturmam! Dedi. Ben biraz alttan aldım. Alttan almak zorundaydım.Çünkü telefon onundu. Keserdi de, konuşturmazdı da. Nitekim kısa bir zaman sonra başka bir bahane bularak telefonu büsbütün kestiler.
Ne yapıp edip onlara inat en kısa zamanda bir telefona sahip olmanın zamanı gelmişti. Kafamı zorlamaya ve çeşitli çareler aramaya başladım.
İlk olarak üst kattaki mobilyacılık yapan Yaşar aklıma geldi. Faizci Ali Bey’den çok miktarda para çekmişti. Ödeyememiş, Ali Bey gelip gidiyor, alacaklılar gelip gidiyordu. İşleri bozuktu. Bazı makineleri gitmiş, bazılarına el konmuş, icradaydı. Hatta matkabı her gün bizden kullanıyordu. Çok zor durumdaydı.
Yaşar’ın bu hallerini gördükçe hem üzülüyor, hem gülüyorum. Bunda gülecek ne var, diyeceksiniz. Bakınız anlatayım:
Yaşar’la 5- 6 Yıl önce karşımızdaki Yazoğlu Apartmanı’nın yazısını yazarken tanıştık. O zaman henüz dükkanım yoktu. O’nun da adının Yaşar olduğunu bilmiyordum. Ben yazıyı yazarken, “ İyi olsun, düzgün yaz, boyalar dökülmesin” falan deyip geçiyordu. Ben de Onu Yazoğlu’nun oğlu sanarak alttan alıyor, iyidir ağabey, sen merak etme falan deyip işime devam ediyordum. Çok sonraları öğrendim. Meğer hariçten gazel okuyormuş.
Kısa bir zaman sonra bu küçük fakirhaneyi açmak ve Yaşar’la komşu olmak şerefine nail olduk. Kayın pederimin de dükkanda bulunduğu bir günde Yaşar’la yeniden tanıştık. Meğer Yaşar’la kayın pederim daha önceden tanışıyorlarmış. Kayın pederime hava atmak isteyerek:
-Mustafa Bey’in senin damadın olduğunu niçin önceden söylemezsiniz, ben onu ihya ederdim… Bu sözü aklıma geldikçe hala gülerim. Sen önce kendini kurtar, kendini ihya et.
Yaşar’ın telefonunu alırsam hem nakliyesi kolay, hem de parasıyla Yaşar ihtiyacını karşılayacak. Rahat bir soluk alıp kendine gelecek. Hem de kendi telefonu satılmamış gibi telefonu bizden kullanabilecek. Yaşar’a teklif ettim:
Yaşar, gel bu telefonu bana sat, sen de yine kendi telefonun gibi bizden kullan.
-Hayır.
-Bari geçici bir zaman için paralel ver.
-Hayır.
Aldığımız yanıtlar hep olumsuzdu. Yaşar telefonu bize satmadı, paralel de vermedi, ama kısa bir zaman sonra başkasına satmak zorunda kaldı.
Aklıma gelen ikinci yol 1973 Yılında yazılmış olduğumuz telefonların bugünlerde veya yakın bir zamanda çıkıp çıkmayacağını emin bir kaynaktan araştırmaktı. Telefon sorunumu arkadaşım Şakir Bey’e açtım.
Bir gün dersten çıkarken öğrencisine:
-Kahraman! Annene haber ver, Mustafa Bey’in bir telefon işi var, hallediversin, dedi.
Ertesi gün okulun telefonundan bir bayan beni aradı. Telefonda şifahen tanıştık. Telefon sorunumuzu kısaca anlattım: Önce 1973 Yılında yazıldığımız telefonun çıkıp çıkmayacağını araştırmak, çıkmayacaksa en kısa zamanda başka bir telefona sahip olmak, dedim.
O günden sonra birkaç kez daha telefonlaştık. Adı Saadet’ti. Kadın haliyle tek başına büro işletiyordu. Telefon alım satım işleriyle uğraşıyor, işten korkmuyor, işin üstüne üstüne yürüyordu. Son telefonlaşmamızda randevulaştık. Bulunduğumuz yerden eşit uzaklıktaki bir yerde , Hemşire Okulunun tam karşısındaki durakta, saat 11.00 de buluşacaktık. Benim üzerimde gri desenli kalın bir ceket, ayağımda düz gri bir pantolon, onun üzerinde peluş uzun tüylü bir mont, lacivert bir etek olacaktı. Saçları kahverengiydi. Aldığım verilerden tipini gözlerimde çizdim.
Ertesi günü saat 11.00 e doğru dükkandan çıkıp Hemşire Okulu durağına doğru yürüdüm. Güzel, güneşli bir gündü. Durakta bir kız duruyordu ama belirtilen tipe uymuyordu. Ya Hemşire Okulundan olmalıydı. Ya da sıradan bir yolcuydu. Acaba randevunun yerini iyi saptayamamış mıydık? Beni Çağlayan Lisesi önündeki durakta mı bekliyordu? Olabilirdi. Duraklar birbirine çok yakındı. Çağlayan Lisesi durağına doğru ağır ağır yürüdüm. Hangi yönden geleceğini kesinlikle bilmediğim için, bir yandan sağa sola, bir yandan da arkada bıraktığım durağa doğru dönüp dönüp bakıyordum. Çağlayan Lisesi önündeki durakta epey yolcu vardı. Bayan yolcuların tümünü çaktırmadan süzdüm. Orada da yoktu. Tekrar Hemşire Okulu durağına döndüm. Saat 11.30 a doğru gelmişti. Vakit ilerliyordu. Acaba gelmeyecek miydi? Ben sabırsızlanıyor, yerimde duramıyor, küçük adımlarla ileri geri geziniyordum. Az sonra teşrif ettiler. Üzerinde uzun tüylü bir pelüş vardı. Emin olmak için sordum:
-Siz Saadet Hanım olmalısınız?
-Evett, siz de Mustafa Bey?
Biraz geciktim, kusura bakmayın, hemen gidelim, dedi. Hemen bir araba çevirdim. Telefon Baş Müdürlüğü’ne gittik. Saadet Hanım hızlı bir dalış yaparak ilk sondajlarını yaptı. Ancak yemek saati gelmişti. Telefon Baş Müdürlüğü öğle paydosuna girmişti.
Biz de molada biraz mola verdik. Hafif bir şeyler yedik, dinlendik. Öğleden sonra araştırmalarımız yine sürdü. Saadet Hanım çeşitli yerlere girdi çıktı. Hemen hemen herkesi tanıyordu. Gerçekten başarılı bir iş kadını mıydı? Aklını mı kullanıyordu, yoksa güzelliği ve dişiliğini mi? Bu sorunun cevabını henüz bulamadım ama, O benim sorunumun cevabını bulmuştu: 1973 Yılında yazıldığımız telefonlar 5 yıldan önce çıkmayacaktı. (12 Nisan 1978)
Telefon Baş Müdürlüğünden çıkmadan önce Saadet Hanım bir yere daha telefon etti. Telefon Baş Müdürlüğünün Yıldız Posta Caddesindeki binasında çalışıyordu. Uzun boylu, esmer, bıyıklıydı. Adı Ekrem’di. Benimle olduğu gibi onunla da ilk defa tanışacaktı. İki binanın arasındaki kısa yolu yürüdük. Caddeye çıktığımızda telefondaki delikanlı bizi bekliyordu. Ayaküstü kısa süren hoş beş ve tanışmadan sonra:
-Şurada mütevazi bir yer biliyorum. Oturup konuşalım diye centilmence bizi oraya davet etti.
Dış görünümü güzeldi. İkinci katta mütevazi bir yerdi. İçerisi biraz loştu. İyi dekore edilmişti. Önce birer bira içtik. Saadet Hanım bir bira daha içerken, biz erkekler rakıyla devam ettik. Saadet hanım da rakının tadına bir baktı. Sonra birer konyak…
Saatler ilerliyor, biz boyuna içiyoruz. Alkol yavaş yavaş vücudumuzda etkisini gösteriyor. Her birimiz dilimiz sürçmesin, sarhoş olduğumuz anlaşılmasın diye sesimizi yükseltiyor, kelimelerin üzerine basa basa, tane tane konuşuyoruz. Konuşulanları can kulağıyla dinliyormuşçasına konuşanın gözlerinin içine baka baka dinliyor, ara sıra onun fikrine katılıyor, arada bir şen kahkahalar atıyoruz. Bir ara Saadet Hanım kapanmak üzere olan göz kapaklarını aralayarak:
-Hiç cin içtiniz mi? Cin çok etkilidir. Cin gibi çarpar, dedi. Yeni dostumuzun sarhoşluğuna rağmen; Şu halde birer cin içelim, sözlerini hiç unutamıyorum. Son kadehlerimizi yudumlarken Saadet Hanım birlikte bir sinemaya, Ekrem Bey Boğaz’a gitmeyi öneridiler. Ben sinemaya gitme fikrine katılıyorum. Ancak beraberlik sağlanamıyor. Akşam da olmaktaydı. Güzel bir güne ve arkadaşlara veda ederek ayrıldık.
O günden sonra Saadet Hanım’la yine zaman zaman telefonlaştık. Diline doladığı için mi, kendini kültürlü göstermek için mi? Yarım bir telaffuzla söylediği “Okey” kelimesi hala kulaklarımdadır.
Dostluğumuz yerinde kaldı ama, telefonlarımızın arası git gide uzadı ve kesildi.
Saadet Hanım bize 25 Bin peşinle 50 Bine bir telefon alıvermek, veya bir telefon satmak istiyordu. Bizim telefon 20 Bine satılmıştı. Bunun peşinatı bile ondan 5 Bin lira fazlaydı. Hele 50 Bini biriktirebilmek o yıllarda olası değildi. Hem biz ona bir arkadaş vasıtasıyla gitmiştik. Bu teklifi ise hiç te arkadaşça ve dostça değildi. Hem 50 Bin verince ben de telefon alabilirdim. Hem de aynı günde bağlatırdım.
O günlerde Ahmet, Uzman Reklam’dan ayrılarak birinci çılgınlığını yapmıştı. Bu telefonu ben alayım ağabey, diye çılgın bir teklif daha yaptı. Ama gel gelelim ya Ahmet, ya da ben 50 Bini biriktirip veya ödünç alıp bu telefonu alamadık.
Artık telefon için Tarık Bey’e fazla yüklenmiyoruz. Onlar bize gelen telefonları not alıveriyorlar. Biz bu telefonları başka telefonlardan cevaplıyoruz. Veya şahsen görüşüyoruz. Yaptığımız reklamların altına da 40 22 90 yerine Hürriyet Mahallesi yazıyoruz. Komşularımızdan Çuhadaroğlu, Yazoğlu ve Genmor’da telefon var. Yakın zamanda da Yaşar aldı.
Çuhadaroğlu büyük fabrika. Gerek müşterilerin onları, gerek onların müşterilerini aramaları sürüp gidiyor. Telefonlar full çalışıyor. Konuşmaların ardı arkası kesilmiyordu. Ne zaman bir boşluk bulup müşterilerimizi arasak, aradığımız müşteriyi anında bulabilmek de bir o kadar zor oluyordu. Konuşmamıza müsaade ederler, centilmendirler. Ancak bu yoğun telefonlaşmaların arasına bir de ben katılarak işlerini aksatmak ve uzatmak istemezdim. Buna rağmen bir kaç kez çok zor durumda kalınca telefonlarını kullanmak zorunda kaldım. Telefon ücretini teşekkürlerimle birlikte yanıbaşına koydumsa da almadılar. Sağ olsunlar.
Ara sıra yukarıya Yaşar’a çıkmaya başladım. Kendisi olsun veya olmasın, Tanrı şahidimdir konuşma ücretini hep yanıbaşına koydum. Çünkü onun ihtiyacı da vardı. Kısa bir zaman sonra bundan bir gelir mi temin etmek istedi, yoksa bize telefon etmesin diye mi bilmem, telefonlar iki buçuk lira iken, telefonuna 5 Liralık bir kumbara taktırdı. Ve biz de ziyaretlerimizi biraz azalttık.
Dostlar bize sırt çevirdikçe, kapılar yüzümüze bir bir kapandıkça, telefon edebileceğim başka merciler arıyordum. Hatta Ertuğrul otobüs durağının yanına, meydana, telefon idaresine müracaat ederek bir telefon kulübesi kurdurtmayı bile düşündüm.
Genmor’dan da telefon edebilmemiz uzun sürmedi. Bir kaç kez iki buçuk liraya telefon ettim. Son kez geldiğimde telefon konuşmamdan sonra iki buçuk lirayı masaya koymak üzereydim ki, telefonun üzerine yeni yapıştırılmış olan “TELEFON ETMEK 5 LİRADIR” yazısını gördüm. Hemen iki buçuğu cebe atıp, 5 TL çıkarıp koydum. Ahmet Bey farkına vardı. Bu sizin için değil hocam, dediyse de bu yazı herkes içindi. Ve bundan böyle telefon konuşmaları 5 TL olacaktı.
Artık her yerde telefon etmek 5 TL idi. Bir ara karşı komşumuz Yazoğlu’na gidip bir telefon etmek zorunda kaldım. Zorunda kaldım diyorum, zira onlara her zaman gidilmez. İşi olursa gelir yaltaklanır, işi olmazsa selam bile vermez, yolda yürüyüşü bile başkadır, biraz kasıntıdır.
Telefondan sonra 5 TL yi telefonun yanına, masaya koydum. Önce istemez, dedi. Ben ısrar edince de , al paranı, bir daha buradan telefon etme, dedi. Acaba para teklif ettiğime mi kızmıştı? Yoksa bir daha telefon etmemi istemediğinden mi böyle sert çıkmıştı hala anlayamadım.
Telefon Rehberindeki reklamımızı Bilen Reklam aracılığıyla yayınlamıştık. Yeni yılın Telefon Rehberi hazırlıkları başlamıştı. O gün yine Bilen Reklam’dan bir eleman gelerek, yeni Telefon Rehberinde reklamımızı yenileyip yenilemeyeceğimizi sordu. Reklamımızın grafik çizimleri onlardaydı. Yayınlayalım, dedim. Bu arada yukarıya Tarık Bey’e de uğramalarını, onların da reklama ihtiyaçlarının olabileceğini söyledim. Bizden sonra yukarıya da uğradılar.
Teşekkür edeceği yerde Tarık Bey bize fena halde kızmış. Telefon Rehberine bizim telefonu veriyorsa kullandırtmam, demiş. Ve o yıl Telefon Rehberinde reklamımız telefonsuz olarak yayınlandı. Daha sonraları yeni telefonumuzla bir kaşe yaptırdık. Piyasayı dolaşarak hem pazarlama yapmak, hem de Telefon Rehberindeki reklamımızdaki boşluğa kaşe ile yeni numaramızı basmak istedik. Ancak buna zaman bulamadık.
Bir gün yolda arkadaşım Mine Hanım’a rastladım. Evlerine “Bakan Tercihli” telefon bağlatmışlar. 20 Bin liraya malolmuş. Bence Bakan Tercihli telefon alabilmeleri için geçerli bir sebepleri de yoktu. Ya geçerli bir sebep uydurdular, ya da parayı veren bağlatabiliyordu. Bakan tercihli telefonların bedelleri, normal yazılmalı ve beklemeli telefonlara göre biraz yüksekti ama çabuk çıkıyordu. Benim gibi telefona acil ihtiyacı olanlar için, Bakan Tercihli Telefon almak geçerli bir yoldu.
Acelemiz vardı. O birinci sınıf insanlara nispetle çok acele bir telefona sahip olmak istiyordum. Yaptığımız hesaplara göre bu telefon bize 30 Bin liraya mal olacaktı. Piyasadan veya Saadet Hanımdan alınacak telefonlardan 20 Bin lira ucuz olacaktı.
Bir gece sabaha kadar uyumayıp düşündüm. Ne yazmalıydım, nasıl yazmalıydım, nereye ve kime baş vurmalıydım ki çabuk telefon alabileyim. Ve buldum. Ulaştırma Bakanlığına yazacaktım. Ve gerçeğin ta kendisini…
Sabahleyin kalkınca Ulaştırma Bakanlığı’na acele bir telefon verilmesi için bir dilekçe yazdım. Birinci sınıf adamların bize yaptıklarını, biz ve bir kaç ailenin bu dükkandan rızkını sağladığını, bizim de halka hizmet ettiğimizi, devlete vergi verdiğimizi, telefonumuzun birden bire kesilmesiyle işlerimizin alt üst olduğunu bir güzel anlattım.
Devlet memuru olduğum için dükkanı kayın pederimin üzerine açmıştım. Dükkan onun üzerine olunca, telefonu da onun üzerine alırsam, dükkanı var diye kolay çıkacağı kanısına vararak dilekçeyi de onun üzerine yazdım.
Devlet dairelerinde dilekçelerin 15 gün içinde cevaplanması yasa gereğidir. Belki birkaç gün uzayabilir.
Dilekçeyi gönderdikten sonra beklemeye başladık. İşlerin olduğu zamanlarda kendimizi işe veriyorduk. Günlerin nasıl geçtiği belli olmuyordu. Şimdi çalışılacak, oyalanacak bir iş te yoktu. Günler geçmek nedir bilmiyordu. Patlamadan bir, bir buçuk ay sabredebildik.
Bu kadar zaman içinde niçin bir yanıt alamamıştık? Bu sorunun yanıtını alabilmek için Ankara’ya kadar gitmeliydik.
Harem’den her saat Ankara’ya araba olduğunu biliyordum. Bir gün kayın pederimle birlikte Şişli’den Karaköy’e, Karaköy’den vapurla Haydarpaşa’ya, Haydarpaşa’dan uzun bir süre yürüyerek Harem’e geldik. Ankara 8 saatti. Sabah orada olacak şekilde bir arabaya bindik. Sabahın erken saatinde Ankara’ya indik. Resmi daireler saat 9.00 da açılıyordu. Saat 9.00 a kadar epey zamanımız vardı. Zamanımızı değerlendirmek istiyorduk. Ağır adımlarla Ulus Meydanı’na doğru ilerledik. Samanpazarı’ndan geçerken:
-İşte! Bizim Ankara’daki arsayı satanların yeri, dedim, kayınpederime. Kayınpederim:
-Fırsat bulursak buraya da uğrayalım dedi. Sonra birer çorba içtik. Gençlik Parkı’nı gezdik. Gençlik Parkı çok büyüktü. Sabahın erken saati olduğu için çoğu yerleri kapalıydı. Bir uçtan bir uca hepsini gezebildik mi bilmiyorum? Saati 8.00 e getirdik. Parktan çıkınca Bakanlıklara gittik. Ancak Ulaştırma Bakanlığı Bakanlıklarda değilmiş. Meğer sabahleyin indiğimiz yerde Gar’daymış. Tekrar geriye dönüp Ulaştırma Bakanlığı’na geldik. Meseleyi anlattık. İstanbul’dan geldiğimizi, Ulaştırma Bakanlığı ile görüşmek istediğimizi söyledik. Aksilik bu ya Ulaştırma Bakanı Aydın’a gitmiş. Ancak işimizin gereği yapılmıştı. Dilekçemiz dosyanın en üstünde duruyordu. Yani sıra bize gelmişti. Dilekçemi görür görmez tanıdım.
Arsamızı görmek için Samanpazarı’na geldik. Arsaları satan adamı bulamadık. Bürosunu kapatıp gitmişti. Arsayı alırken büronun önündeki taksilerden biriyle gidip arsamızı görmüştük. Yine aynı taksilerden biriyle gidip görelim dedik. Taksicilerden biri:
-Hiç gidip görmek gerekmez, arsalar aynı yerde duruyor. Ya arttı, ya ilerledi. Çankaya’da yolun sonuna kadar arabayla gideceksiniz, şoför size gösterecek. Şu ilerideki dereye doğru uzanan taşlı tarla. Ama hangi parseli, neresi sizin yine de bilemeyeceksiniz. Onun için, gitmeye değmez, dedi. Biz de gitmedik.
Her Türk vatandaşının Ankara’ya gelip te görmeden gitmeyeceği tek yer varsa işte o yer Anıtkabir’dir. Şu halde Anıtkabre gidelim dedim.
Tandoğan Meydanı’nda Ecevit’in mitingi vardı. Meydan, kaldırım, kıyı köşe, evler damlar tıklım tıklım doluydu. İğne atsan yere düşmez. Acaba buradan nasıl geçip te Anıtkabre varabilecektik? Ben sakin bir yol keşfetmeye çalıştım. Sonra kayın pederim, yürü hoca! Dedi. Daldı kalabalığın içine. Buldozer gibi önündekileri devirip devirip geçiyordu. Ben arkadan sakince ilerlemeye çalışıyor, zaman zaman yine sıkışıp kalıyordum. Güç bela boğulmadan, ezilmeden topluluktan kurtulduk. Yolun ilerisi rahattı. Anıtkabre vardık. Müzeyi ve çevreyi gezdik. Bir kaç hatıra resmi de çektirdik. İkindiye doğru dönüşümüz başladı. İki gündür ayağımdan çıkarmadığım yeni ayakkabılarım ayağımı son derece sıkmıştı. Ayaklarım şişmiş, ayakkabılarıma sığmıyordu. Onun için toplallar gibi aksıyor, tek tek basıyor, yolda hızlı yürüyemiyordum. Önceleri hep arkadan beni takip eden kayın pederim kızmıştı. Bu sefer önde o gidiyordu. Ben arkadan onu izliyordum. O kadar hızlı gidiyordu ki ben arkadan yetişemiyordum.
İstanbul’a döndükten sonra 2-3 hafta daha bekledik. Nihayet Ulaştırma Bakanımız sayın Güneş Öngüt’ten emir çıkmış, ancak bize iletilmemişti. Bunu Telefon Baş Müdürlüğü’ne gidip gelmelerimizde öğrendik. Emir sert ve kesindi:
Ulaştırma Bakanlığı’nın 6-7-1978 gün ve 24654 sayılı emirleriyle, her türlü imkanla tercihli bir telefon emrinize tahsis edilmiştir.
“Her türlü imkan” sözcüğünün anlamı apaçıktı. Her türlü imkansızlıklar, yokluklar aşılacak, gerekirse komşu adadan, gerekirse daha uzaklardan bile hat çekilip ivedilikle bağlanacaktı. Bu habere ne kadar sevindik bilemezsiniz.
Bakanın bu emri 27-6-1978 gün ve 5249 nolu liste ile İstanbul’a gelmişti. Telefon Baş Müdürlüğü’nün Yıldız Posta Caddesindeki binasından gerekli notları alıp kovuşturmaya başlıyoruz.
Eşimin bankadaki paralarını çekiyoruz. Kolundaki bilezikleri Şişli’deki Sarraf İslam’a emanet bırakıp 33 Bin lira alıyoruz. Bu bileziği satmamasını, ilerde bir gün gelip alacağımızı söylüyoruz. Eksiğini de ben tamamlıyorum. Sonra kayın pederimle birlikte PTT Telefon Baş Müdürlüğüne gidip paraları yatırıyoruz. Bir yandan da yan gözlerle etrafı gözetliyorum. Bizden önce kontrat yapanlardan imza istiyorlar. Bizim kayın pederin okuma yazması yok, imza bilmiyor, yanımızda mühür de yok. Hemen ayak üstü ona imza atmayı tarif ettim. Sırası bize gelince İki çizgi çiziktirerek ilk imzasını attı. Meğer imza atmak ne kolaymış, yıllarca yanımda mühürü boşuna taşımışım, dedi. İmzayı attık, iş bitti. Kontrat elimizdeydi.
Yeni telefon numaramız 48 15 70 ti. Bu telefon numaramızı, telefonumuz bile bağlanmadan ilk kez Bakırköy’deki Yuvam Panjur için yazdığımız duvar reklamının altında kullandık.
Artık hafta geçmiyor ki Telefon Baş Müdürlüğüne gitmeyelim. Kapıcısından, personelinden, memuruna, şefine, mühendisine, müdürlerine kadar çıkmadığımız, baş vurmadığımız mercii kalmadı. Her üst merciye çıktığımızda ümit veriyor, oh nihayet bağlanacak, beklemekten kurtulacağız, diyoruz. Fakat ne yazık ki ümit verenler bile sonuç vermiyor, yine çaresiz bekliyorduk.
Bazen Mecidiyeköy’den Yıldız Posta Caddesine kadar yürümek zorunda kalırdık. Kayın pederim her zaman kendini ihtiyar delikanlı gibi görürdü. Ama vücut yıpranmış, ayakları artık vücudunu taşımıyordu.
-Daha çok var mı hoca, diye sık sık bana soruyor, ben de:
-İşte geldik, az kaldı, şu ilerideki yüksek bina diye, yanıt veriyordum. Bazen de büsbütün kızıyordu:
-Bu pezevenkler, bizi atlayıp, bakana gitti diye bize kızdı. Onun için bağlamıyorlar bu telefonu. Göreceksin ben de onların yanına bırakmayacağım… Söylene söylene devam ediyoruz.
Son kez gittiğimizde dediğini yaptı. O gün alt kademeden değil, biraz üst kademeden, hatta en üst kademeden başladık. Baş Müdür’le görüşmek istiyorduk.
-Baş Müdür yok, saat 11.00 de gelecek. Baş Müdür Yardımcısıyla görüşün, dedi sekreteri.
Baş Müdür Yardımcısına çıktık. Bizden önce gelenler, sıra bekleyenler kuyrukta. Sıra bize geldiğinde yemek için öğle paydos zili çalacaktı. Derdimizi anlatmaya fırsat bulamadık, ama randevu alabildik. Saat 13.00 te gelecektik.
Öğle paydosunda yakındaki büfelerden birşeyler aldık, ayak üstü aperitif yaptık. Bir pastanede üstüne de çayları içtikten sonra, biraz bekledik. Saat 13.00 te öğleden sonra geldiğimizde Baş Müdür Yardımcısı yoktu. Topkapı’ya gitti dediler. Kayın pederim:
-Korktu, kaçtı, gel hoca yine Baş Müdüre çıkalım, dedi. Baş Müdür henüz gelmemişti. Saat: 15.00 te gelecek dediler. Biz bu arada Mıntıka Mühendisliğiyle görüştük. Oradan da olumlu bir sonuç alamadık.
Bir aşağı, bir yukarı kovalar, koştururken saat: 15.00 e de geldi. Tekrar Baş Müdüre geldik. Sekreteri:
-Artık gelmez, dedi. Kayın pederim bu işe çok kızdı:
-Benim yorganı getir hoca! ya bu iş bugün olacak, ya da bu iş oluncaya kadar ben her gün burada yatacağım, dedi.
Sabahtan beri Telefon Baş Müdürlüğünde dolandığımızı ve bu kesin ültümatomu gören sekreter telefona sarıldı. Bir iki yerle görüştükten sonra :
-Tamam beyefendi, sizin telefon bugün bağlanacak, dükkanda kimse var mı? Her an dükkanı açık bulundurmalısınız, dedi.
Bu sevinçli haber üzerine kayın pederimin yorgun ayakları bile hızlandı. Dükkana doğru yola koyulduk. Geldiğimizde, telefoncuların bizden önce gelmiş olduklarını gördük. Telefonumuz bağlanmaktaydı.
Yeni telefonumuz bağlandıktan sonra, numaramızı eş, dost ve müşterilerimize tanıtabilmek için çok hızlı çalışmalara giriştik. Önceki telefonumuzu kaybetmemiz bizi iki yıl geriye atmıştı. Şimdi yeniden, sıfırdan başlayacaktık. Aradan çok uzun zaman geçmesine rağmen bizi eski numaramızdan arayanlar oluyordu. Yukarıdaki sekretere tenbih ettik. Bizi arayanlar olursa yeni numaramızı vermesini rica ettik. Yeniden tabelalarımızı, kartlarımızı, broşürlerimizi düzeltip yeni numaramızı yazdık.
Kayın pederim 65-70 yaşlarındaydı. Bir ayağı çukurdaydı. Kendi de bunun farkında olduğu için, noterden bir vekalet vererek telefonu eşimin üzerine yaptırıverecekti. Böylece kayın pederimin ölümünden sonra da telefon resmen bizim olacaktı.
O günlerde eşimle beraber çoluk çocuk öteden beri planladığımız 10 Günlük bir tatile çıktık. Yıllardan beri ilk defa bir tatile çıkıyorduk. Ayrılırken “Seni çok seviyorum babacığım” der gibi sımsıcak duygularla yanaklarından öptüğümü hatırlıyorum.
Seyahatte ilk durağımız Balıkesir oldu. Balıkesir’deki dostlarımıza yeni telefon aldığımızı söyledik. Numaramızı verdik. Hanife Abla:
-Niçin kendi üzerinize yaptırmadınız? Bu ihtiyar adam ölür, kalır, paranız boşa gider dedi.
Beş altı günümüz de Havran ve Edremit’te geçti. Akçay Havran’a yakındı. Arabayla ara sıra denize gidip geliyorduk. Tatilimizin dokuzuncu günü yine Akçay’daydık. 14 Temmuz Akçay Festivali’ni izliyorduk. Kendimizi festivale ve gösterilerin heyecanına kaptırmıştık. Hoperlörden ismim çağrılmış:
-Mustafa Uzelli Belediye Binasına, Mustafa Uzelli Belediye Binasına. Hiç duymadık. Anonstan az sonra Edremit’teki bacanağım Ahmet beni buldu:
-Sizin kayın peder Allah’ın rahmetine kavuşmuş, telefon geldi. Hemen İstanbul’a gitmeniz gerekiyor. Eve varıncaya kadar sizin hanıma gerçeği söyleme, hastaymış de, dedi.
Zaten ertesi günü dönecektik, biletimizi bile ayırtmıştık. Biletimizi iptal ettirerek hemen dönüşe başladık. Ertesi sabah İstanbul’daydık. Komşumuz Satılmış söylemese bile bahçenin durumu acı gerçeği anlatıyordu. Çiçekler bakımsız kalmış, duvardaki sırım gibi sarmaşıklar yerlerdeydi. Ev kalabalıktı.
14 Temmuz günü Ankara’daki elçilik binamızı teröristler basmıştı. Kayın pederim saat 13.00 te haberleri dinlerken heyecanlanmış olmalı. Kalbi dayanamamş, kriz geçirmiş ve ölmüştü. Dirseğini masaya koymuş, bir eli kulağında, bir elinde tesbihi, ajans dinlerken sandalyede uyuyup kalmıştı. Son görevimizi yaparak onu ebediyete uğurladık.
Telefonun zevkini tatmadan, parasını kazanamadan, borcunu ödemeden, devrini almadan göçüp gitmişti apansız. Şimdi ne olacaktı? Bu telefonu nasıl devralacaktık? Eşim kayın pederimin manevi kızıydı. Üzerine kayıtlı değildi. Kayın pederim çok fakirdi. Benim neyim var, kendi babasından bari miras alabilsin diye kızı üzerine kaydettirmemişti. Bundan dolayı miras yoluyla telefon eşime devredilemiyordu. Telefon mukavelelerini yeni baştan inceleyip bir boşluk bulmaya çalıştık.
Telefon abonman sözleşmesi Madde 13: Abone, herhangi bir suretle telefonunu başkasına devir, terk veya kurulu bulunduğu yerden başka bir yere nakletmek, ya da ek ve değişiklikler yaptırmak gibi istekleri yazılı olarak PTT ye bildirmek ve bu işlerin PTT ce yapılmasını istemek zorunluluğundadır. Aksi halde PTT ce telefon konuşmaya kapatılır, ve sakıncalı görülen ek ve değişiklikler kaldırılır.
Madde 18: Abonenin ölmesi halinde, aboneliğin devamını isteyen mirasçılar devir ve tesçil işlemi tamamlanıncaya kadar bu sözleşme hükümlerini yerine getirmekle ödevlidir.
Madde 29: Telefon tercihen verilmiş ise tercih durumu devam ettikçe başkalarına devredilemez.
Bu maddeler bizi yakından ilgilendiriyordu. Altlarını kırmızı kalemle çizdik. Telefon tercihliydi. Tercih müddeti bitinceye kadar satılamayacaktı. Bizim dükkanda kuruluydu. Bize devredilebilecekti.
Kayınpederimin Noterden bana verdiği vekaletnameyi de gözden geçirdik. Vekaletname, umumi vekaletname olmasına rağmen, hazırlandığı tarihte (2 Haziran 1976) telefonumuz olmadığından telefon ibaresini kapsamıyordu. Telefon İdaresi bu vekaletnameyi, telefonun devri için geçersiz saydı. Üstelik vekaletnameler, verenin ölümüyle geçersiz sayılıyordu.
Telefon hikayemiz karışmış, büsbütün kördüğüm olmuştu. Acaba bu kördüğümü kim ve nasıl çözecekti?
İlk aklıma gelen, bu telefon meselesinin iç yüzünü çok iyi bilen Avukatımız, arkadaşımız ve komşumuz olan Ahmet Bey oldu. Meseleyi ona yeni baştan anlattık. O da bu işin hukuki yönünü araştırdı. Hiç bir çıkş yoktu. Tercihli telefondu. 5 Yıl süreyle satılamaz, devredilemez, aynı yerde, aynı amaçla kullanılması mecburiydi.
-Sen bu telefonun parasını öde, olduğu yerde 5 Yıl dolana kadar kullan. 5 Yıl sonra ikimiz de ölmez sağ olursak yeniden bir çözüm ararız, dedi.
Biz de öyle yaptık. Abonmanını, konuşma ücretlerini ödeyip kullanmaya devam ettik.
O yıl bir aşama yapmak, bir yol kat etmek istiyorduk. Çevre Yoluna iki taraflı bir tabela diktik. Bu tabela epey işimize yaradı. Önünden günde binlerce kişi, binlerce araba geçiyordu. Çevre Yolunun Mecidiyeköy’den geçmesi Mecidiyeköy’e büyük bir hareket kazandırmış, orayı merkezi bir yer haline getirmişti. İstanbul’un dört bir yanına giden arabalar hep Mecidiyeköy’den kalkıyor, dönüşte tekrar Mecidiyeköy’e geliyorlardı. Bu vesile ile Mecidiyeköy’de her an binlerce yolcu araba bekliyor, biniyor, iniyordu. Kısacası oralarda bir yere daha bir reklamımızı koyabilsek çok iyi olacaktı. Durağın tam karşısında bizim yol üzerinde Emniyet Görevlilerinin bir binası yapılmaktaydı. İnşaat sahasının dışı tahta paravanlarla çevrilmişti. O tahtaların üzerine büyükçe bir UZMAN REKLAM yazmayı planladık. Mevsim kıştı. Zaman zaman tahtalar yağışlarla ıslanıyordu. Bazen de yazmak için vaktimiz olmuyordu. O günlerde terör de doruğa tırmanmıştı. Yazıyı tazarken polisler veya birileri bizi terörist sanıp bir kör kurşuna kurban gidebilirdik. Bu yüzden bizim Uzmanlardan (elemanlardan) hiç kimse gidip oraya yazı yazmaya cesaret edemiyordu. Bir Pazar günü sabahleyin kardeşim Ali İhsan’la birlikte ikimiz her şeyi göze alarak yazıları yazmaya gittik. Büyük büyük UZMAN REKLAM 48 15 70 yazdık. Okla da mahalleyi gösterdik.
Yazıları yazarken herkes, bakıp bakıp geçiyordu. Hiç kimse hiç bir şey sormaya cesaret edemiyordu. Ancak hakkımızda şikayet varmış. Bir belediye çavuşu gelip kimliğimizi sorup, kaydedip gitti.
Bu reklamlardan sonra işlerimiz günden güne gelişmeye başladı. Hemen karşımızda 120 metre kare büyük bir atölye daha kiraladık. Eleman sayısını artırdık. Hatta sekreterimiz bile oldu. İstanbul zaten avucumuzdaydı. Anadolu’nun çeşitli illerinden bile siparişler alıyorduk. 15 Ağustos 1980 tarihinde atrık hiç reklama ihtiyacımız kalmamıştı.
Mayıs ayında yeni atölyemize telefonun naklini istedim. İmza değişik diye dilekçemiz geri geldi. Ben bu dilekçeyi Hasan Çardağın vekili olarak yazdım, dedim. Vekaletnamemizi görmek istediler. Vekaletnameyi getirdim. Vekaletnamede telefon ibaresi olmadığından kabul etmediler. Hasan Çardak artık imza atamayacaktı. Telefonu mevcut yerinde kullanmaya devam ettik.
Sekreterimiz her telefon çaldığında koşturmasın diye karşı dükkana bir zil bağladık. Bir zaman zil ile haberleştik.
Bu ara küçük dükkanın sahibi, siz büyük dükkana taşındınız, bizim dükkanı boşaltıverin, burası bize gerekli diye durmadan bizi zorluyordu. Telefonu naklettirene kadar orada kalabilmenin yollarını aradık.
Bir gün dükkan sahibi, yerim yok, biraz burada kalsın diye emrivaki yaptı. 20-30 teneke peyniri bizim dükkana yığdı. Hayır da diyemedik. Ertesi sabah geldiğimizde peynirlerin asitli suları taşmış, dükkanı doldurmuş ve 200 adet kitabımı da ıslatmıştı. Peynir sularını süpürdük, akşama kadar yine taştı, yine süpürdük. Sabaha kadar yine… Komşular ne oluyor ya hu? Her gün dükkanı sabunlu suyla mı yıkıyorsunuz? Diye soruyorlardı. Dükkan sahibi zorlamasa da peynirler bizi dükkandan çıkmaya zorluyordu. Belki de dükkan sahibi bunları bilerek peynirleri bizim dükkana koymuştu.
Birinci sınıf insan Vedat Bey de yılbaşı gelmeden protestosunu çekmişti. Yılbaşından itibaren kirayı %100 zamlı olarak istiyordu. Gazetelerden zaman zaman kestiği fiyat artışlarını gösteren kupürleri de beraberinde göndermişti. Domates yüzde kırk arttı, Et yüzde yüz arttı, Çaya zam geldi, Bir çift ayakkabı 3 Bin lira…
Dükkandan çıkarsak, hem sekreter ücreti, hem de dükkan kirası kadar 10-11 Bin lira kadar karımız olacaktı. Bu bize de mantıklı geldi. Dükkanı boşaltırken telefonu da kendimiz alıp karşıya aktarıverdik. Zaten bağlı bir telefondu. Makinesiyle teliyle kaldırıp karşıya koyduk. Zaten, birinci sınıf insanlar gibi, milyoner komşularımız gibi telefona kumbara falan da bağlatmamıştık. Üstelik telefonla konuşmak ücretsizdi. Bu aktarımı yaparken telefoncu biri görmüş, nedir, ne oluıyor diye sormuştu. Hazırcevap bir arkadaşımız Zeynel, tamir yaptırıyoruz demişti. Ama telefoncu yutmamıştı. Bize kancayı taktı, belki de şikayet etti. Kısa bir zaman sonra telefonumuz arızalandı. PTT yi arayamıyorduk. Çünkü telefonumuz eski dükkanda görünüyordu. Tanıdık bir arkadaş bulup yaptırdık.
Bir gün karşı sırada telefon çalışmaları yapılıyordu. Telefoncular kofradan bizim telefonun bağlantılarını çekmişler. O anda telefonun kesildiğini farkettik. Giderken bağlarlar diye aldırış etmedik. Onlar da bağlamadan gitmişler. Aradan birkaç gün geçti. Bu arada telefonun resmen nakli geldi. 3 Bin lira istiyorlardı.
O gün çok işim vardı. Evrağı ve 3 Bin lirayı sekreterime verdim. Gidip yatır, telefonumuz bağlansın, dedim. Sekreterimiz Gül Hanım parayı yatırmaya gitti. Hasan Çardak nerede, niye gelmedi, diye sormuşlar. Gül Hanım da, Hasan Çardak öldü, deyivermiş. Hasan Çardak’la beraber bu telefon da öldü.
Bu telefon macerasını öteden beri biliyorsun, hiç öyle denir mi? Atatürk 100 yaşında, Atatürk ölmedi de, Hasan Çardak 67 yaşında. Hasan Çardak ölür mü? Ölür mü ölür. Bir kere öldü mü, hiç kimse diriltemez. Lokman Hekim bile her hastalığa çare bulmuş da, ölüme çare bulamamış.
Kızcağızın elindeki kağıda, bizzat nüfus cüzdanıyla kendisi gelecek yazıp göndermişler.
O günden sonra bir Hasan Çardak dosyası tanzim ettim. Bu dosyada telefon mukaveleleri, Vekaletnamesi, nüfus cüzdanı ve yazışmalar, Hasan Çardağa ait tüm evraklar vardı. Bu dosya ile Telefon Baş Müdürlüğüne gittim. Önce nakil için gelen yazıyı, arkasından vekaletnameyi, ve Hasan Çardağın nüfus cüzdanını uzattım. Eşim Kayın pederimin üzerinde kayıtlı olmadığından resmen varisi olamıyoruz. Vekaletname telefon ibaresini kapsamadığından bu telefon üzerinde hiç bir hak iddia edemiyorduk. Gerçek mirasçılarına kalır, dediler. Bildiğime göre kayın pederimin gerçek mirasçı diye bir şeyi de yoktu. Dünyada dikili bir ağacı da. Evlendiğimiz günden ölümüne kadar yanımızda bakılmıştı.
Bu telefonun parasını veren, konuşma ücretini ödeyen, dükkanı çalıştıran, devlete vergi veren bendim. Muhtar, koşular ve bütün mahalle de bunu biliyorlardı. Gerekirse şahitlik de ederlerdi. Ancak yasa gereği bunlar geçersizdi. Kendi telefonumuza sahip olamıyorduk.
Sayfalarca yazarak sizlere anlatmaya çalıştığım bu yılan hikayesini birkaç dakikada onlara anlatmama imkan yoktu. Muhatabım memur kıza:
-Mesaiden sonra serbest bir zamanınızda sizinle hem bir çay içsek, hem de size bu meselenin iç yüzünü anlatsam, dedim.
– Mümkün değil, diye yanıtladı, biraz da gülümseyerek. Belli ki kafasında şeytani fikirlerin şimşeği çakmıştı. Acaba rüşvet falan teklif edeceğimi mi sanmıştı? Öyleyse yanılıyordu. Ben sadece anlatılması çok uzun süren bu gerçeği anlatacaktım.
Gerçek mirasçıları bulup da ellerinden, bu telefonda bizim hakkımız yoktur, Telefonun borcu harcı, alım satımı ve kullanımı Mustafa Uzelli’ye aittir, diye bir vekaletname alabilirsek telefon bizim olabilecekti. Aksi taktirde, ya mirasçılara kalacaktı, ya da iptal edilecekti.
Eşimle birlikte düşünüp bir karar aldık. Kayınpederimin doğum yeri olan Çivril’e gidecektik.
Eşimin bildiği kadarıyla kayınpederimin mirasçıları, kayınpederimin amcasının oğulları, kızlarıydı. İsimleri: Deli Kadir, Deli Ayşe, Deli Rıza ve Hasibe teyze. Bereket ki Hasibe teyze deli değildi. Ancak Hasibe teyzeden çok kocası Kare’nin sözü geçerdi. Bizce içlerinden en aklıllısı Rıza amca idi. O da Almanya’daydı. Her biri cahil, her biri deli, ve birbirleriyle geçimsiz ve dargındılar. Her biri defalarca mahkemeye girmiş çıkmış, hapiste yatmış ve dillere destan olmuşlardı. Onun için köylüler onları, Deli Kadir, Deli Ayşe, Deli Rıza, deli… diye çağırıyorlardı.
Kadir, Ayşe deyince düşünürlerdi. Hangi Kadir, Hangi Ayşe diye. Ama Deli Kadir, Deli Ayşe deyince hemen tanınıyorlardı. Biz akıllılara derdimizi anlatamadık. Bir de delilerle mi uğraşacaktık? Delileri nasıl bir araya getirip, nasıl dert anlatacaktık?
Hafta arasında Denizli’ye hanımın Yaşar Dayısı’na (Kayınpederimin dayısının oğlu) telgraf çekip, bu işi halletmek üzere Cumartesi günü Denizli’ye geleceğimizi bildirdik. Meselenin iç yüzünü en iyi bilen oydu. Bize yardımcı olabilirdi. Eşim, Çivril’e dayımla birlikte gidelim, ondan çekinirler, yan çizemezler, dedi.
Okullarda seminerler başlamıştı. Ben Pazartesi için izin dilekçesi yazdım. İzinler kaldırılmış, vermek istemediler. Buna rağmen Cuma akşamı Denizli’ye hareket ettik. Cumartesi sabahı Denizli’deydik. Biraz dinlendik, konuştuk. Yaşar dayı:
-Onlara malı var, telefonu var dedin mi tamam, Küskünler bir anda barışıverirler. Hepsi birden üzerine çullanır, bir kuruş çıkarları için birbirlerini harcarlar. Onlara telefonun borcu var diyelim, dedi. Hoş, biraz borcu da vardı.
Sabah kahvaltısından sonra Çivril’e doğru yola çıktık. Yolun yarısına kadar gelince yemyeşil bir ağaç, ağacın altında bir çoban çeşmesi vardı. Orada biraz mola verdik. Yaylalardan kopup gelen buz gibi sulardan içtik. Sonra direksiyona eşim geçti. Çıtak’a kadar arabayı kullandı. Birkaç kez direksiyon imtihanına girmiş kazanamamıştı. Sanırım bu sefer kazanabilirdi. Baya iyi kullanıyordu.
Kadir Amca’nın dükkanın önünden geçtik. Önce ona uğramalıydık, çünkü en büyükleri oydu. Ama dükkan kapalıydı. Sonra Yaşar Dayı’nın bir arkadaşı Abdurrahman’lara konuk olduk. Yaşar Dayı Abdurrahman’ın annesine, Anam, O da Yaşar Dayı’ya büyük oğlum diyordu. Aralarında büyük bir sevgi bağı vardı. Çok iyi insanlardı.
Öğleden sonra Kavak Köy’e gittik. Rıza Amca’ların evi köyün hemen girişinde, yolun kenarında, genişçe bir bahçe içindeydi. Anne tavuğun etrafında civil civil dolaşan civcivler gibi, annesinin etrafında koşuşan, eline eteğine dolaşan çocukları görünce, işte geldik, Maşallah onlarda çocuk da pek azdır, dedi bizimki. Bizi görünce pek sevindiler. İçeri buyur ettiler. Ama içeriye girilesi değildi sineklerden. Arı kovanı gibi kaynıyordu. Küçük oğlum Özkan bile rahatsız oldu.
-Anne, hani bizim sinek öldireceği nerede, diye sordu.
-Oğlum o İstanbul’da kaldı.
İnanmayacaksınız ama, minik elleriyle çoğu kez ıskalamasına rağmen 7-8 sinek öldürdü.
Bir de yemek koymasalar, diyordum içimden. Az sonra korktuğum başıma geldi. Yemek hazırlıkları başladı. Yemek pişirirken kaç sinek düştü bilmem ama, sofraya gelince bir yandan elimizle mütemadiyen kovalamamıza rağmen bir sinek hızlı iniş yaptı ve haşlandı. Kimse görmeden sineği çıkartıp attım. Hemen çekilmek ayıp olacaktı. İniş merkezinden uzaktaki yerlerden bir iki daha alıp kalktım.
Rıza Amca Almanya’da olduğundan evin reisi oğlu Bayram’dı. Hatta babası ona buradaki her türlü işlerimi yürütsün diye umumi bir vekaletname de vermişti. Gençti, samimi ve anlayışlıydı. Ona dostça çattım.
-Bu sineklerden kurtulabilirsiniz…
-Çok çalıştık enişte bey, ama başedemedik. Bahardan beri 6-7 kutu sprey bitirdim. Bir kutu sprey harcıyoruz, sinekler ölüyor, bir iki gün sonra bakmışsın yine doluyor. Komşular işe önem vermiyor. Sineklerle mücadele etmediklerinden oralardan yine geliyor. Bu işte hep birlik olmadıkça bu işin önü alınmaz.
Çaylarımızı içerken konuyu açtık:
-Biliyorsunuz, İstanbul’da bizim bir tabelacı dükkanımız var. Ben de, eşim de memur olduğumuz için dükkanı kayınpederin üzerine açmıştık. Dükkanı var, kolay çıkar diye telefonu da onun üzerine aldık. Ancak parasını hanımın kolundaki bilezikleri satarak biz ödedik. Vergisini biz veriyoruz. Telefonla biz konuşuyoruz, dükkanda biz çalışıyoruz. Okuma yazması dahi olmayan bir adamın tabela yazması, dükkan işletebilmesi mümkün olamaz.
Hasan Dede ölünce telefonumuzu kestiler. Hanım kayınpederin üzerinde kayıtlı olmadığından resmen varisi olamıyoruz. Buraya veraset ilamı çıkartmaya geldik. Siz, amcalar ve halalar bize noterden bu telefonda bizim hiç bir hakkımız yoktur, Borcu da, vergisi de, alım satımı da Mustafa Uzelli’ye aittir, diye birer vekaletname verirseniz bu telefon bizim olacak. Aksi taktirde ya siz gelip borcunu ödeyip, telefonu alacaksınız. Ya da telefon idaresi el koyacak.
En akıllıları Bayram’dı kabul ettiler. Akşama doğru yine Çıtak’a döndük. Bu sefer Kadir Amca’nın dükkanı açıktı. Bizi görünce çok sevindi, oturacak yer gösterdi. Çay ısmarladı. Seni son gördüğümde şu kadarcıktın. Büyümüş, güzelleşmiş, hanım hanımcık olmuşsun, dedi eşime. Hoş beşten sonra Yaşar Dayımız meseleyi Kadir Amca’ya açtı:
-Kadir Amca yeğenlerimin bir derdi var, seni onun için rahatsız ettik…………..
Mesele belliydi. Bize yararı dokunabilecek herkese, bir tekerleme gibi aynı sözleri aktarıyorduk. Yaşar Dayımız da Kadir Amca’ya aktardı. Kadir Amca:
-Olur hocam, olur. Yarın sabah gider yaptırırız. Hatta Avukata bile ihtiyacımız yok. Bizim ömrümüz hapishanelerde geçti. Kim bilir kaç kez Avukat Hakim karşısına çıkıp kendimizi savunduk. Hatta bir gün bir iftira yüzünden hapishaneye düşmüştüm. Hiç bir avukat davama bakmıyordu. Tanıdık bir avukat çağırdım. O da, seni kurtarabilirim demiyordu da, cezayı hafifletebiliriz diyordu. Ben ise temize çıkmak istiyordum. Yine kendi kendimi savundum. Temize çıktım evvelallah. Haa… Az kalsın unutuyordum, akşama nerede kalacaksınız?
-Abdurrahman’larda.
-Sizi evime bile davet edemiyorum. Evim yok, kimi kimsem yok. Küçücük tek odalı evim kümesten farksız. Bir iki kedim, birkaç tavuğum var. Onlar benim arkadaşlarım.Onlarla oyalanır, onlarla vakit geçiririm. İşte biraz et aldım, akşam giderken götüreceğim. İnan sizi evime davet edemediğim için çok üzgünüm
Kadir Amca’dan ayrılınca hanıma çattım:
-Hani sen bu adama deli diyordun? Bu adamın hal ve hareketlerinde, gerekse konuşmalarında hiç bir deli hali yok.
O akşam Ayşe Hala’lara, Hasibe Hala’lara ve Bedrettin’lere beşer dakika uğradık. Ayşe Hala’lar yatmıştı. Onları yataklarından kaldırdık. Bir papağan gibi tekrar onlara da meseleyi anlattık. Her biri kendi namına söz verdiler. Şimdilik işler yolundaydı.
Bir ara Ekrem Hocalara da uğradık. Hanımı da Ekrem Hoca da varis olmadığı gibi çok nazik tahsilli kültürlü insanlardı. Yenge bizi teselli etti:
Üzülmeyin yengem, bunlar böyledir. Allah size gene verir, ikiniz de gençsiniz, meslekleriniz var, çalışır yine alırsınız, dedi.
O akşam eşim İstanbul’a, Yaşar Dayım’da Denizli’ye döndüler. Eşimin izini yoktu. Dayının izini de bizim Denizli’ye geldiğimiz gün, postacının getirdiği bir haberle sona ermişti. Pazartesi günü iş başı yapması gerekiyordu.
Pazar günü yalnız kalmıştım. Günüm biraz zor geçti. Akşam üstü Sabahattin işten dönmüştü. Beni yemeğe davet etti. Enişte kusura bakma, seni eve davet edemiyorum. Evin vaziyeti hiç iyi değil. Bizimkiler yemek yapmayı da beceremezler, dedi. Akşam yemeğini bir lokantada yedik. Sabahattin inşaatçıydı. Becerikli bir ustaydı. Bir binayı temelden çatıya kendi yapabilirdi. Libya’ya gitmek istediği zaman kendisine yardımcı olmuştum. Birkaç gün İstanbul’da bizde kalmıştı. İçimizi dışımızı biliyordu. Onun için bize yardımcı olmak istiyordu. Hatta babasına (Kadir Amca) ve Kare’ye kızarak:
-Ben bu deyyuslara döve döve yaptırırım ama ne yazık ki hiç biriyle konuşmuyorum, dedi.
Lokantadan çıktığımızda, Abdurrahman akşam yemeği için bizi aramaya çıkmıştı. Birlikte eve döndük. O akşamı ve geceyi Abdurrahman’larda geçirdim.
Pazartesi sabahı büsbütün yalnız kaldım. Çünkü Abdurrahman kaza yapan arabasını tamir ettirmek için Denizli’ye gitmek zorundaydı. Yalnız başıma Kadir Amca’ya gittim.
-Günaydın Kadir Amca, hazır mısınız? Dedim. Aldığım yanıt beni çok şaşırttı:
-Hocam ben bu işten vazgeçtim! Çivril’e Notere gitmeyeceğim. Akşamki sözümü geri aldım. Benim dükkanım var, kapatıp gidemem.
-Ben dükkandan kazanacağınızı ve yol paranızı vereyim.
-Ben bu işi akşam düşündüm; Önce veraset ilamı çıkarttırılacak. Dede ölmüş, geride kimler kalmış, Hasan Amca ölmüş, geride kimler kalmış. Köyün ihtiyarlarından bunların hepsini tanıyan birini götürüp şahitlik ettireceksin. Bu iş masraflı olur. Bu iş aylarca sürer. Gel git olur. Onun için ben bu işten vazgeçtim. Kare’yi bul, o bu işi yapabilir. Onun işi de yok.
Demek oluyor ki dün akşam Deli Kadir uyumamıştı. Bu konuyu enine boyuna ölçüp biçmişti. Sabaha karşı güzel duyguları sinsice fikirlerine yenilmişti. İneğin altında buzağı arıyordu. Eline geçen bu fırsatı değerlendirmeliydi. Belki çıkarı olabilirdi. Zaten Hasan Amca da her köye geldiğinde, ben onlara ev aldım, Televizyon aldım, dükkan açıverdim…, demez miydi?
Kadir Amca’nın fikri sabitti. Gitmeyecekti. Evine doğru Kare’yi aramaya çıktım. Kare ilerden göründü. Yanında Tülü’nün Mehmet de vardı. Hıh, dedi görenler. Bu ikisi yan yana ise mutlaka bir fırldak çeviriyorlardır. Mehmet onun akıl hocasıdır. O ne derse Kare onun sözünden çıkmaz. O hem faizle para verir, hem akıl verir. Fakat payını her zaman alır ve böylece yolunu bulur.
Kare yanımıza geldi. Ancak asıl mirasçı Kare olmayıp eşi Hasibe Hala olduğundan noterde tek başına onun da sözü geçmeyecekti. Buna rağmen resmen söylemeyip gevelediği lafların arasında “Ben imza verdirtiveririm” diyordu.
Akşam uykusundan uyandırdığımız Ayşe Hala da gelmemişti. Evine bir iki adam gönderdik. Yine de gelmedi. Yine Kadir Amca’ya döndük çaresiz. Kadir Amca;
-Bu telefon bugün piyasada kaç para hoca, diye sordu.
-90- 100 Bin lira. Ben de şaşırmış olmalıyım. Bunu nasıl söyledim, bilmiyorum. Saadet Hanım en yüksek fiyatla 50 Bin lira dememiş miydi? Benim telefon nasıl 90-100 Bin lira ederdi?
-Hoca bu işler parasız olmaz, paran var mı paran? Hamama giren terler. Kesenin ağzını açacaksın biraz, dedi resmen. Sonra devam etti. Ben bir şey istemem, Rıza’nın da ihtiyacı yok, almaz. Ama Kare ile Ayşe’ye 5 er bin lira ver dedi. Kare onun yanında veya bana karşı ben de almam, dedi ama, anladığım kadarıyla herkes birşeyler bekliyordu. Bu işimiz olursa herkese 5 er bin lira veya buna mukabil birer hediye vermeyi kararlaştırdık.
İlk yapılacak iş veraset ilamı çıkartmaktı. Veraset ilamı çıkartabilmek için bir kişinin müracaatı yeterliydi. Ama biz bu bir kişiyi bulamıyorduk. Yine Kavakköy’e gidip Bayram’ı buldum. Bayram babasının vekaletini, nüfus cüzdanını yanına aldı. Birlikte Çivril’e gittik. İlk işimiz bir Avukatla görüşmekti. Yaşar Dayımın, hem de kayınpederi Hüsem Amca’nın önerdiği avukatı aradık. O da Aydın’a gitmişti. Bir başkasına baktık. Duruşması varmış. Bir saat kadar sonra gelir, dediler. Biraz bekledik oyalandık. Sonra sabrımız tükendi. Binlerce kuş seslerinin cıvıldaştığı çam ağaçlarının altından Adliyeye doğru ilerledik. Avukatı bulduk. Bayram’ın babasının kendisine verdiği vekaletname ile veraset ilamı çıkartıp çıkartamayacağımızı sorduk. Olur, dedi. Ancak Notere gittiğimizde Noter olmaz dedi.
Dönüş için garaja geldiğimizde Ayşe Hala’ya tesadüf ettik. Noterlik işimizi ona yaptırabilme sevinci belirdi içimizde. Ancak bu hevesimiz de içimizde kaldı.
Ayşe Hala kızıyla beraber güneşin altında bir yere çökmüş, dövünüyor, söyleniyor, ağlıyordu. Biz de çöktük yanlarına. Mahkemeden çıkmışlardı. Biraz dertlerine ortak olduk. Onları teselli ettik. Minibüs henüz hazır değildi. Onları parkın yanına gölge bir yere aldım. Biraz kendine gelince meseleyi açtım:
-Bayram’ın vekaletini kabul etmediler. Bize yardımcı olabilir misin? Noterde bir imza vereceksiniz. Telefonu bari kurtaralım, Zaten biliyorsunuz başka neyi vardı Hasan Amca’nın?
Birden silkinip zavallı halini üzerinden attı.
-Olmaz mı hiç, olmaz mı? Her bir şeyi vardır onun, dedi.
Bu cevaptan maksatlarının ne olduğu apaçık anlaşılmıştı. Israr etmek anlamsızdı. Akşama az kalmıştı. Birlikte Çıtak’a döndük. İşlerimizi yaptıramadığımıza en çok Sabahattin üzüldü:
-Ah enişte elimden bir şey gelmez… diye yakınıyordu. Ben kendi başıma yine Kadir Amca’ya gittim, Kare de bulunup geldi. Uzun uzun tartıştıktan sonra bir karara varabildik. Karar gereğince ben 5 Bin lira bıraktım. Bu parayı Kadir Amca sayarak masanın çekmecesine attı. Dükkanda bizden başka kimse yoktu. Arada senet sepet şahit de yok. İkisi bu parayı yerler miydi acaba? Yoksa işim görülür müydü? İşim görülse de bir o kadar daha versem helalinden.
Bu parada harcayın, gidip gelin, masraflarınızı alın, yetmezse ben yine vereyim.Telefon meselemiz hallolunca diğerlerine de 5 er bin lira vereyim, dedim. Kadir Amca:
İşte senin paran burada hoca. Senin paran zayi olmaz, hiç kimse yiyemez. Yerlerse elimi soktuğum gibi midesinden çeker çıkartırım. İşin olmazsa gel paranı benden al, dedi.
Ben İstanbul’a döndükten bir ay kadar sonra Kadir Amca’dan bir mektup aldım. Şöyle diyordu:
Sayın Mustafa Efendi, evvela Tanrı selamlarımı sunar, hal hatırını sorup sual eder, Cenabı Allah’tan akıbetinizin hayırlı olmasını ve mutluluğunuza dua dilerim.
Sayın Mustafa Hoca inanın ki seni misafir edemediğim için üzgünüm. Binaenaleyh bizimkilere de darıldım. Bağışlayın, dükkanımdan başka bir şeyim yok. Beni Ayşe (eşim) iyi bilir. Gördüğünüz gibi gaddar da değilimdir. Sizlerin hakir görmemenizi dilerim. Sayın Uzelli gelelim ki veraset meselesine. Bizzat Veysel ile kendim gittim. Bir sürü zorluklar çıkarıyor. Mesela, babam ölmüş, geride kimler kalmış. Osman Amcam ölmüş geride kimler kalmış. Sandıklı’da bir kızı var. Kötü yolda bir kızdır, onu bulmak ve ikna etmek. Ve Hasan Amca ölmüş, tabii ki geride bir şey yok. Bunlar kaç tarihinde ölmüş, tarihi tarihine çıkarmak, ve Rıza Oruç Almanya’da imzası şart. Bunları toplayıp hepsinden tüm vekaletname almak şart. Herhangi birisi eksik olsa sana fayda sağlamıyor. Bunca uğraş hem zaman alacak, hem de boşa gidecek.
Sayın Uzelli, Hasan Amca’mın bankada milyonları ve apartmanları olsaydı her köpeğin ağzına bir kemik atarak bu iş olur ve yorulduğumuza değerdi. Bir telefon için değmez ki milletin elini öpmek, götüne çömlek tutmak.
Kardeşim, benden gayet kesin ve doğru söz bu. Sayın Uzelli paran bende. Bayrama gelirim diyorsan buyurun gelin. Hoş geldiniz. Memnun olurum. Gelmeyecek fikrinde isen bana açık adresini bildir, paranı postalarım. Bilmiyorum beni anlayabiliyor musun? Anladığını sanırım. Vazgeç bu sevdadan. Kendine başka türlü bir yön tayin et.
Burada mektubuma değil, satırlarıma son verirken tekrar Tanrı selamlarımı sunar sizlere saadetler diler, küçüklerin gözlerinden öper, akıbetlerinin hayırlı olmalarını dilerim. Hoşça kalın. Tarih: 28-6-1981 Kadir Oruç
Bu mektubu Telefon Baş Müdürlüğü’ne de götürüp okudum. Diyebilirim ki, dinleyen bile olmadı. Artık Telefon Baş Müdürlüğü ile diyaloğu sürdürmenin bir anlamı yoktu. Daha etkin kaynaklar aramaya başladım. Acaba müdürlükte sözü geçecek biri var mıydı? İlk aklıma gelen, uzun zamandır tanıştığımız Hürriyet Gazetesi Müdürü Baki Bey oldu. Daha önce de kendisine gitmiştim. Bana Tahsis Amiri Mustafa Özyeşil’i önermişti. Mustafa Özyeşil’e de gitmiştim. Özyeşil’in makamı müdürlüğün en arkalarında bir yerdeydi. Kendisiyle konuşmak bile mümkün değildi. Kendisine bütün konular, sorunlar dilekçe ile anlatılırmış. Biz zar zor derdimizi özetleyerek anlattık ama hiç yardımcı olamamıştı.
Baki Bey:
-Hoca, dedi. Herkes kendi işini en iyi şekilde yine kendisi yapar. Sen kendi işini kendin takip etmezsen, el senin işini hiç takip etmez. Bir gün gel, senin işini yaptıralım.
Baki bey de ben gibi gazeteden sonra eşinin eczanesinde çalışıyordu. Hiç boş vakti yoktu. Saniyeleri bile değerliydi. Zamanını çalmak istemiyordum. Onun boş olduğu bir zamanda bunu takip etmek istiyordum. Ne zaman boş olduğunu sordum.
-Yarın saat 11.00 de gel, dedi.
Saat 11.00 de geldiğimde Baki Bey yoktu. Akşam tekrar uğradım, oradaydı. Beni görünce birdenbire hatırladı:
-Ahh, nasıl unuttum! Afedersiniz, çok afedersiniz, eşşeklik bende, üstelik de boştum. Şu halde yarın saat 11.00 de dedi.
Ertesi gün gittiğimde yine yoktu. Bir önceki gün randevuda bulunamadığı için çok üzülmüş, dövünmüş hatta kendine “Eşşeklik bende” bile demişti. Ama işte yine yoktu. Kişi (yani ben) kendi işini yine kendi takip edecekti. Bir daha oraya uğramadım. O da lütfedip ne oldu diye bir kere bile sormadı.
“1973 te yazıldığım telefonlardan biri çıktı, onu satmak istiyorum” diye komşularımdan biri bana müracaat etti. O sıralarda ben de yazılmıştım. Bizimki niye çıkmadı? Bunu öğrenmek için idareye gittim.Telefonu ev adresine istemiştim. Memure kız ilgililerden sordu. Dosyalardan araştırdı. Müracatınız gelmiş ama oranın hatları dolu. Biraz beklersiniz, dedi. Cemil Bengü Caddesi No: 30 için tekrar sordum. Orası müsait, bağlanabilir, dediler. O yaz 150 Bin lira içeriye gitmiştim. İşsizlikten 5 Kişilik kadroyu lağvetmiştim. Tam boğulmak üzereyken Hızır gibi yetişmişti. Ne kadar sevindiğimizi anlatamam. Adres değişikliği için hemen bir dilekçe yazıp verdim. 15-20 Gün bekleyeceksiniz, dediler.
Bir ata sözümüz vardır: Altın eşekli, Gümüş eşekliye muhtaç olur derler. Tam bizim telefonun kesildiği günlerde, komşumuz Alkoop parasını yatırdığı halde bir yıldır bağlatamadığı telefonunu bağlattılar. Onlar bizim telefonu konuşma ücreti 10 Lira, aylık kirası 500 Lira olmak üzere aylarca kendi telefonları gibi kullanmışlardı. Her telefon çaldığında Sekreterimiz soğukta, yağmur yaşta bile, uzaktan uzağa her zaman çağırmışlardı. Şimdi biz de aynı koşullarla onların telefonlarını kullanmak için ricada bulunduk. Kabul ettiler. Onların telefon numaraları: 48 84 41 idi. Numarayı birkaç müşterimize verdim. Hatta “ Kısa bir zaman için bizi 48 84 41 den arayınız” diye bir gazete ilanı planladım Ama bu ilan dosyada kaldı. Komşumuzu bıktırmayalım diye bizim dükkanla onların dükkana bir zil bağladık. Bize telefon geldiğinde zile basıyorlar, gidip görüşüyorduk. Yaz günlerinde işlerin bozukluğu ve parasızlık hala sürüyordu. İlk 500 Lirayı ay başında veremedim. İkisini bir sonraki ay başında verebildim. Geçen yıllarda Doğan Abinin benim 500 Lirayı neden hemen ay başında veremediğine şaşmıyorum şimdi. Demek ki bazen 500 Liranın da bulunmadığı zamanlar oluyormuş.
Bir gün postacı müjdeli bir haber getirdi:
-Haydi telefonun çıkmış, dedi. Cebimdeki son 50 Lirayı çıkartıp müjde için ona verdim. Telefon Baş Müdürlüğü’nün 5-10-1981 günkü yazısında “27-7-1973 Günü yazıldığınız telefon adınıza tahsis edilmiştir. 16022 Lira 85 Kuruş tutarındaki ücreti ödemek ve sözleşme imzalamak için Nüfus Cüzdanınızla birlikte 15 gün içinde Abone İşleri Servisine müracaat ediniz, diyordu. Bu habere çok sevindim. Bu parayı tedarik etmek, kimsenin haberi olmadan telefonu bağlatmak, bunca başarısızlıklardan sonra bir iş başarmak, bir zafer kazanmak istiyordum. 16-17 Bin lira çok para değildi. Ne var ki alacakla verecek ödenmiyordu. Bunca alacağımıza rağmen birinci gün bu parayı tedarik edemedik. Telefonsuzluk canımıza tak etmişti. Ne yapıp edip tamamlamalı, telefonu bir gün önce bağlatmalıydık. Akşama gelecek bir miktar paramız vardı. Akşamı beklersek bir gün daha geri kalacaktı. Birden Aklıma bir çıkış yolu geldi. Eşimin minik ziynet kutusunu buldum. Bir hırsız gibi karıştırdım. Altın, bilezik piyasasını da pek iyi bilmem. Acaba bunlardan hangisi on bin lira ederdi? En büyüğünü aldım. Mahalledeki yeni açılan kuyumcuya gittim. Altını rehin verip on bin lira rica ettim. O garibanda da nakit yokmuş. Bir komşudan buluver falan dedim ama olmadı. Sonra aklıma, reklamını yaptığımız Şişli’deki Çağman Kuyumcu geldi. Altını ona götürdüm. İyi adamdı. Altını tarttı. 12 Bin lira tutuyordu. Altını camlı vitrinin köşesine koydu. Yarın gelir buradan alırsın, dedi. On bin lirayı çıkarıp verdi. Parayı alır almaz Telefon Baş Müdürlüğü’ne gittim. Gerekli formları doldurdum. Memure kız:
-400 Liralık makbuzunuz var mı diye sordu. Bu makbuz sözcüğünü önce anlayamamıştım. Sonra birden jeton düştü. Buldum. İlk müracaatta ödediğimiz 400 Lirayı soruyordu. Makbuz da tesadüfen yanımdaydı. İlk defa tedbirli bulunmakla 400 Lira kazandım. Toplam hesaptan 400 Lirayı düştüler. Ödemeyi yapıp, mukaveleyi imzalayıp, rehberleri kucaklayıp sevinçle döndüm.
Sonraki bir kaç gün içinde gözlerimiz hep yollarda oldu. Telefonumuzu her an bağlamaya gelebilirlerdi. Dükkanı her an açık buluındurmaya çalıştık. Biz olmadığımız zamanlarda dükkanın anahtarını komşulara bıraktık. Bizim olmadığımız zamanlarda gelirlerse dükkanı açıp telefonculara yardımcı olmalarını tenbihledik.
2 Kasım 1981 günü dükkan boş kalmasın diye yeni bir çırak almıştım. 17-18 yaşlarında çok saf görünümlü bir şeydi. Öğleye doğru çok önemli olan neleri yapması, neleri yapmaması gerektiğini söyleyip çıktım. Öğleden sonra telefoncular gelmiş. Komşumuz Doğan Bey çırakla beni çağırtmış. Okuldan biraz izin alıp gittim. O gün hiç kimsenin üç kağıt açamayacağı, hatta Azrail’in bile benden alamayacağı Telefonumuz bağlandı. Bahşişler bizden, çaylar şirkettennn…
Telefona kumbara bağlatmayı, üzerine “Telefon etmek ücretlidir, 10 TL dir” yazmayı gerekli görmedik. İhtiyacı olan herkese telefon etmek ücretsizdi. Dükkanımız kapanıncaya kadar (30 Eylül 2009) bu böyle devam etti.
MUSTAFA UZELLİ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.