- 641 Okunma
- 5 Yorum
- 5 Beğeni
İsimsiz Mektup
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Merhaba!
Tanıdın mı?
Benim.
Tanıyamadın mı?
Öyle ya, bunca yıldan sonra!
Dinle o zaman anlatayım. Uzak bir diyarda, bir dağın yamacındayım. Dağ, ihtiyar ve çok yorgun; tıpkı benim gibi. Yapayalnız. Tek başına… Kimsiz kimsesiz. De ki gökte bir yıldız gibi…
İÇVİÇRE
Terasta oturuyordum. İçime bir titreme geldi, birden ürperdim. O zaman aklıma geldi. Dün de aynı zamanda, gene aynı yerde, aynı şekilde yalnız, manasız bakışlarım arkasına bakan kızıl ufuktaki güneşte ama aklım geçmişlere giden düşünceler içinde, öyle işte...
Müjgan aramış uzun uzun konuşmuştuk. O zaman da titremiş, ürpermiştim ama ona söylememiştim. Sesimden anlamış ki, kızmıştı bana. "Doktor ne diyor, sen ne yapıyorsun; vakitli vakitsiz terasa çıkıp üşüyorsun. Ya enfeksiyon kaparsan! Ya, gene hastaneye yatarsan! Gözyaşlarından sel yapıp gene sebepli sebepsiz ağarsan!" deyip sitem etmişti. Aklıma o geldi de kalktım.
Ha, bu arada aklımdayken; ben İsviçre’deyim. Müjgan, küçük kızımdır. Üniversitede okuyor. Arada bir yanıma geliyor ama şimdi kimse yok, yalnızım.
Biliyor musun, üç tane kızım var benim. Hepsi birbirinden güzel, hepsi de şeker mi şeker. Büyüğünün adı Yağmur. O doktor oldu, şimdi Türkiye’de. Mersin şehrinde… Ortancanın adı Nurcan, o biyolog, İngiltere’de…
Kızların isimlerini babaları koydu; ben hiç karışmadım. Yağmur’dan sonra oğlumuz olsaydı babası "Onun adı Bulut olacak" diyordu. Laf aramızda, olsaydı adını sen koyacaktım. Ama olmadı. Kısmet değilmiş. Sıra sıra üç tane kız işte. Sağ olsunlar...
Tanıdın mı?
Tanıyamadın…
Ürperip titreyince kalkıp içeri gittim. Omzuma yün şalımı alayım, başımı bir güzel bağayım ve gene dışarı çıkayım…
Dağın üstündeki ufuk öyle kırmızı ki, sen seversin; görmeni isterdim. Güneş de öyle… Ama battım batacak, akşam oldu olacak; hiç değilse bunu kaçırmamalıyım! Hayat benden neler çalmadı, neleri kaçırmadım ki; olsun! İşte, bu son günlerimde… Neyse, orasını karıştırmayayım…
Tarifsiz bir ağırlık çöktü zayıf bedenime, öyle halsizleştim ki, olmadı. Şalımı, eşarbımı alamadım, kanepeye kıvrılıp yata kaldım. Halsiz. Güneş batıyor, bir gün daha kaçıyor, sonra karanlık olacak, sonrasında yıldızlar çıkacak… Olsun. Biraz yatarsam, birazcık uyursam rahatlarım, sonra kalkarım. Müjgan kızarsa kızsın, terasa gene çıkarım. Öyle hayal ettim.
Güneş kaçacak ama elimden gelen bu kadar; dizlerim tutmuyor, kolum kanadım kırık, sonra çıkarım, güneş gittiyse yıldızlara bakarım. Belki yıldızımı yakalarım. Ha kaydı, ha kayacak ama tutarsam, zorlarsam, "Dur bakalım nereye?" diye yalvarırsam, eteklerine sarılsam, olmadı isyan edip haykırsam; bilmiyorum…
Yattım ya, olmadı. Bu sefer kalbim sıkıştı, soluksuz kaldım. Hemen de kalktım. Dilaltı hapımı aldım, biraz rahatladım…
Müjgan’ı dinlemeliyim!
Daha erken.
Gitmek için çok erken...
Bu gece geçerse sabah yine gelecek. Güneş, yine badi adımlarla yürüyüp gidecek. Akşam olurken dağların üstüne yine inecek. Ve gün biterken ufuk yine şenlenecek. Yarım kalan o kadar çok şey var ki, daha erken…
Biraz rahatlayınca mutfağa gittim, bir bardak limonlu ılık su içtim. İyi geldi, biraz daha rahatladım. İyi de, beni bekler mi; bu arada güneş kaybolup gitmiş. Bir gün daha böylece bitmiş. Gene hüzünlendim…
Biliyor musun; evim yedi oda iki salonlu. Saray yavrusu gibi. Ama boş, benden başka kimse yok. İn yok, cin yok. Ses yok, soluk yok. Boş bir han gibi; akşam da oldu ne olacak şimdi? Ne olacak? Sorduğum soruya bak!
Radyoyu açmadım. Televizyona bakmadım. Her zaman yaptığım gibi bütün odaları ayak uçlarıma basarak tek tek dolaştım. Kapıları açtım, kapadım. Tablolar, biblolar, taslar, tabaklar, kaşıklar, masa ve sandalyeler… Halılar, kilimler, resimler, renk renk fayanslar, çiniler, duvarlar… Her şey ışıl ışıl, her şey pırıl pırı; hepsi pahalı… Lanet olsun hepsine! Hepsi göz kamaştırıcı, hepsi aldatıcı, hepsi yalan; öyle yalnızım ki, daraldım.
Ürperme titreme gidince kim geldi dersin? Taş gibi sert bir yumruk gelip oturdu böğrüme. Korktum. Dilaltımı aldım ama gene de korktum. Korkunca usul usul, tin tin alt kata indim. Biraz dikildim, biraz gezindim; nefesim yok, canım çıktı çıkacak, çöktüm divanın ayakocuna, öylece oturdum. Otururken gözüme duvardaki takvim ilişti. Baktım ki, oo ne kadar gerilerde kalmış! Gittim, geçen günleri yaprak yaprak kopardım, kırıştırıp buruşturup yere attım…
Bugün, günlerden ne acaba?
Düşündüm; hafızamı zorladım, zor da olsa hatırladım. Cumartesiymiş. Yarın Arifeymiş. Yarından sonra bayram gelecekmiş iyi mi?
Vaay be!
Ne dün, ne bugün, ne yarın…
Ne bayram, ne seyran…
Vay, vay, vay!
Biliyor musun; aklıma sen geldin o zaman. Aklıma sen geldin deyince acı acı gülümsedin dimi? Saklama, gizleme! Yüzün kızardı, görüyorum. İnan görüyorum. Daha dün gibi gözümün önündesin. Çeşme yolunda, bağ çukurunda, ayvalar altında, köprü başında, karşı yamaçta… Gece karanlıkta, gündüz aydınlıkta… Dün gibi.
Bildin mi?
Bildin, bildin!
Benim.
Yani, beni bildin.
Tanıdın...
Sesin çıkmadı, duymadım ama "Günaydın!" dedin. Biliyorum. Tren kaçtı dimi? Hem de yıllar önce. İçinden öyle dedin. Ama derin derin iç geçirdin. Hiç gizleme, biliyorum. Yüreğini biliyorum, fikrini biliyorum; ben seni biliyorum…
Hey gidinin dünyası!
Hey gidinin yılları!
Hey gidinin adamı!
Öyle dedin mi?
Demezsin demezsin, ben seni bilirim.
Neyse…
Desen de demesen de ne suçun var ki? Niye gideceksin ki otuz yıl öncesine, dimi? Sen bana bakma…
Neyse, sonra hemen kalktım. Aklıma sen düştün ya… Bayram deyince… Unuttuğum ama takvimden çıkardığım bayram…
Hani bayramlarda gelirdin; şişeden çıkan cin gibi. Benim için öyleydin o zaman. Zayıfçıktın, çelimsiz. Sarı benizliydin; aç susuz gezmiş gibi. Ya da sevda çeken biri gibi ama o sendin. İki elin iki cebinde; sıcak demez soğuk demez taş duvar dibinde beni beklerdin…
Lütfen sus!
Öyle ya da böyle; tek kelime söyleme!
Diyeceksin ki, "Aklın başına yeni mi geldi?"
Son yolculuğa çıkarken öyle mi?
Hayır!
Hayır, hayır…
Ama ne dersen de işte. Tren kaçtı gitti. Ömür bitti, tükendi. Geriye ne mi kaldı; biraz ah ile vah, bir kırık kalp, o kadar.
Neyse…
Bilememişim. Öyle diyelim, öyle kabul edelim. Oysa sevmiştim ne biçim. Lanet olsun rüzgâra yele; savrulduk işte kimimiz Kuzeye, kimimiz Güneye. Böyle deyince gözlerin nemlendi biliyorum ama lütfen iç geçirme! Suç bendeydi demiyorum. Sendeydi hiç demiyorum. Sendeyse sende, bendeyse bende, her kimdeyse; boş ver, kader işte… Sen kadere inanmazsın bilirim ama ne değişir ki bundan böyle! Aklıma geldi. Aklıma geldin işte, bana lütfen kızma, gücenme!
Hey gidinin gidisi hey!
Hey!
Biliyor musun; bir fotoğrafın kalmış bende. Siyah beyaz. Hatırladın mı? Vilayet konağı önünde çekilmişsin. Yemyeşil bir park... Renk renk güller, çiçekler. Çimenlerin içinde mor yosunlu kayalar var. Bir havuz, kocaman… Hemen dibinde şahlanmış bir atın üstünde oturan Atatürk heykeli. Onun dibindesin. Takım elbise, gömlek, kravat; talebesin. Az da gülümsüyorsun. Az gülümseyen biri olsan da o gülümseyişine kurban olduğum. O sensin...
Mektuplarını yırtıp atmadım. Hepsi saklı, sandık içinde. Ama şu Müjgan yok mu; cin gibi bir kız. Bir gün bulup okuyacak diye ödüm kopuyor. Öbür kızlar onun gibi değil nedense…
Biliyor musun; Müjgan sana çok benziyor. Hık demiş burnundan düşmüş sanki. Bak şimdi gülesim geldi. Neden mi? Çünkü panikledin de ondan. Hiç inkâr etme! Hayır filan da deme; görüyorum. Çünkü hemen karşımda, gözümün önündesin. Ama korkma! Korkma, korkma! Ne alaka dimi? Benziyor dediysem, öyle değil. Anla işte! Huy, su, şu, bu, gibi şeyler işte…
Aklıma bu benzeme meselesi gelince kalkıp aynaya gittim. Kendime şöyle bir bakayım. Üüf! Saçım başım darmadağın. Yüzüm buruşmuş, alnım kırışıklar içinde, şiş gözlerim kurumuş, dudaklarım incecik. Işık yok, bir kıpırtı yok, çökmüş, solmuş… İhtiyar. Ne çabuk ihtiyarlamışım da farkına varmamışım. Hey gidinin günleri!
Biliyor musun; her gün, her gece buluşurduk seninle. Hatırlıyor musun; el ele tutuşurduk, sarmaş dolaş olurduk, biz bize, iç içe, kumrular gibi öpüşürken nefes nefese, dönene döne başımız döner, düşerdik. Yere yıkılır; sap saman içinde olurduk. Karanlıksa, kimse görmezdi bizi. Ay varsa, bakardı ve gülerdi içten içe. Kıskandığını sanırdık. Hatırlıyor musun? Hatırlamıyorsun… Hadi inkâr etme; hatırlıyorsun, hatırlıyorsun… Gurur deme, unuttum deme, yalandı hiç deme!
O resmi kilitli tuttuğum kutudan çıkardım. Hep öyle… Otuz beş yıl öncesi gibi. Aynı. Biraz kirlenmiş ama hiç değişmemiş. Baktım, baktım, baktım. Öptüm, kokladım, göğsüme bastım.
Kızdın mı? Kaşların çatıldı, yüzün asıldı da birden… Bunca yıldan sonra öyle ya! "Kocaman üç kızına, iki kız torununa, Çin’deki zengin kocana ayıp değil mi?" Duydum. Belki farkında değilsin ama sesin çıktı; böyle deyip kükredin. Kızma, yalan! Gerçekten bak, gerçekten yalan. Ne öptüm, ne kokladım, ne göğsümde sakladım; sadece masum masum baktım. O kadar. İnan bak, Masum masum…
Sonra sandıktaki mektupları çıkardım. Hepsini tek tek açıp baktım, gene katladım. Kaç kez açmış, kaç kez kapamışım ki eskimişler. Katlı yerlerinden incelip kesilmişler. Yazılar silinmemiş ama! Bu arada gözüm birisinde takılıp kaldı. Ben de öylece kalmışım ki, o mektup açık kaldı. Hatırlıyor musun? Hani, en başında "Gülüm" demişsin; sonra, hece hece, kelime kelime sözcükleri döşemişsin ya... Hatırladın mı? Hani, gelmişsin bizim bahçeye gün gidip karanlık çökünce. Erik dibindeki taşın altına koymuşsun özene bezene. Biliyor musun; acele etmişsin herhalde ki, yere değmiş olacak; toprak var hala üstünde. İşte, o toprak lekesini görünce daha fazla dayanamadım başladım ağlamaya. Ağladım, ağladım, ağladım. Gözyaşlarım kurumuş ya, öyle kuru kuru ağladım...
Müjgan’dan da korkuyorum ama ne olursa olsun yazmalıyım dedim o koca adama. Hemen kalktım; bir kâğıt, bir de kalem aldım. Işıkları yakıp terasa fırladım. Poyrazdan soğuk bir yel mi esecek… Gelip bana mı değecek… Üşürsem üşüyeyim! Titrersem titreyeyim! Ürperirsem ürpereyim! Çat kapı Müjgan mı gelecek? Yeter yeter! Kim gelirse gelsin! Kim eserse essin! Kim gürlerse gürlesin! Kaç günlük ömrüm kaldı ki şunun şurasında? Ha beş gün fazla, ha üç gün az; ne fark eder!
Boğazım düğümlendi, elim titredi; acaba ne deyip başlasam, nasıl nasıl yazsam; senden de korkuyorum ama yazmalıyım dedim. Yazmalıyım, anlatmalıyım. Benimle mezara gelmesinler, onlardan kurtulmalıyım. Sen inanmazsın biliyorum; yargım öte tarafta yapılacak ama senin gözünde de aklanmalıyım. Tek bu sebepten yazıyorum.
Biliyor musun; bu yazdığım son mektubum. Yanlış anlama; sana değil hayata son mektubum.
Bak yine geldiler gördün mü? Titremeye, ürpermeye başladım. Üşüyorum. Galiba devam edemeyeceğim. Mektubu bitiremeyeceğim. Her şeyi söyleyemeyeceğim. Bak gördüm mü? Olsun. Sanırım söyleyebildiklerim sana yeter...
Gözlerim kararıyor, içim daralıyor, nefes alamıyorum. Zorlanıyorum. Biraz sonra kalem elimden düşecek, biliyorum. Sanırım her şey bir anda bitecek...
Müjgan çıkagelse bari… Zarfa adresi yazdım. İyi ki yazmışım. Kızsa gene. Kızarsa kızsın. Bağırıp çağırsa, ağlasa, sitemler küfürler yağdırsa ama anlasa! Delilik yapmasa da mektubu sana postalasa…
Son mektubum… Sana değil, hayata… Belki gene yazarım. Sana yazarım. Kim bilir? Yazarım ama gelir mi gelmez mi bilemiyorum? Kim bilir? Kim bil… Kim bi… Kim b… Kim ….r K.. bilir ki… Seni ne çok sevmişim. Varsa başka bir dünya... Vardır belki. Varsa orada görüşürüz gene o günlerde olduğu gibi. Hoşça kal gülüm. Hoşça kal. Beni lütfen unutma…….. ……. ..
LaTekmen. 8/Aralık/2008 Lüleburgaz