- 550 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
866 – KURBİYET
Onur BİLGE
Dede: “Bütün gece boş şeylerle uğraşıp durdum. Bir kaç şiir yazdım. Bu aralar İhlas kavramına kafamı taktım. Her şeyden çok ihtiyacımız olan ama bende olmayan, başkalarında da bulunmayan bu kavram beni sarhoş etti!” diye bir duvar yıktı.
“En gerekli olan...” dedi Sadullah Bey. “İhlassız ibadet bile yavandır.”
“Belki en çok gerekli olan... Sevgi ve güvenin bittiği, yerini hırsızlık ve yalanın aldığı bir toplumda ihlaslı olmak, ihlaslıyı bulmak mümkün mü! Olamıyoruz, olamayınca da bulamıyoruz. Sözler palavra... İşler angarya...”
“Kurbiyet de önemli. Sözlük anlamlarını söyleyecektim. Biliyorsundur. Vazgeçtim.”
“Emin misin? Buradan öyle görünmedi! Kurbiyet önemli ama o da ihlas istiyor. Sabaha kadar bir hayli sözlük karıştırdım. Cuma hutbelerinin bitiminde okunan son ayeti biliyorsun değil mi?”
“Hatırlatsana! Hangisi?”
“İyi bilirsin! “Şüphesiz ki Allah size adaleti, iyiliği, akrabaya yardımı emreder, çirkin işleri, fenalığı, azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye böyle öğüt veriyor.” Üç emir, üç yasaklı evrensel mesaj... Kurbiyet denince aklıma bu ayet geldi. Yanımda da bununla ilgili yazdığım notlar da var ama belki daha sonra okurum.”
“Adaletin zıddı, çirkin işler... İyiliğin zıddı kötülük... Azgınlık, akrabaya yardımın zıddı mı acaba?”
“Soran, sorulandan iyi bilir. Bence kurbiyet, insanı ilgilendiren her şey...”
“Yakınlık... Mukarrepler, Allah’a yakın olanlar...”
“Yalnız Allah’a mı? Yakınlıklar, saymakla bitecek gibi değil!”
“Onu bilemem. Bildiklerinle imtihan ediyorsun yetmiyor mu? Bilmediklerimi bana sorma!”
“Sevgili ve çok değerli arkadaşım! Bir şey bilmiyormuş gibi susma! Bizleri güzel sohbetinden mahrum etme! Anlattıklarından huzur ve mutluluk duyuyoruz. Hak dostlarına sesini duyurmalısın.”
“Elimden geldiği kadar bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Bu işler gönül işi... İslamiyet’te ruhban sınıfı yok. Sadece biz değil, her Müslüman bir irşat memurudur. Eli tutan, gücün yeten, Allah rızası için irşat görevini yerine getirmeli!”
“Sen, sıradan biri değilsin. İmanının ışığı kendinden olan güneş gibisin, ay gibi bile değil. Nasıl elsiz ayaksız cansız denilen güneş bile Rabbime hizmetini tam anlamıyla yerine getiriyorsa, ışığını esirgememek, gizlememek, ilminin sadakası olan eğiticilik, öğreticilik işini son nefese kadar yapmak zorundasın. Doğru dürüst bir şey bilmediğim halde ben bile kendimi buna mecbur hissediyorum. Bana bu etrafımdaki insanlar ne lazım! Ağaç işleri ya da şiir mi! Bize Allah lazım!”
“Öncelikle ilmin talep edilmesi gerekir. Belki bu tür konuşmalardan sıkılanlar vardır.”
“Tut ki isteklisi ve dinleyeni yok... En azından bana anlatırsın. O zaman ben de bir başıma konuşmaktan kurtulurum. Biliyorum ki beni en çok sen anlarsın. Meramımı tam anlamıyla anlatabilmenin rahatlığını yaşamış olurum.”
“Öncelikle aklımızı kullanalım! Orada daha fazla kalacağımıza göre o tarafa daha fazla yatırım yapalım!”
“Allah’ın ilminin yayılmasına yardımcı olalım! Bu görevi Allah rızası için beraberce yapalım! Allah için konuşalım’ Dini sohbetler yapalım’ Benim gibi buraya gelip giden herkesin sana ve senin gibi aydınlara ihtiyacı var.”
“Işığı kendinden olmayan yıldızların bir yüzü daima karanlıkta kalır. Dünya da öyle... İnsanlar da... Hepimiz öyleyiz. Hayat iyilerden ve kötülerden ibaret... Birinin varlığı diğerine bağlı... Bu yüzden, taban tabana zıt da olsalar, birbirilerine muhtaçtırlar. İstesek de istemesek de öyledir. Nizam böyle kurulmuş. Birlikte yaşamanın kuralları da konmuş. Her şeyden önce Allah, bu kurallara noksansız uyanlardan eylesin cümlemizi!
O güzel sözlerine gelince... Ben bir şey değilim ki! Hele bu yaştan sonra benden ne köy olur ne de kasaba! Fakat eskisi gibi yeri geldikçe, Allah nasip ettikçe, dilediği kadar konuşur, rızıklandırdığı kadar rızıklanırız İnşallah!
Azizim, zaman buldukça, çocukların yazıp verdikleri şiirlerine göz atıyorum. Not defterime senin dilinden, mümkün olduğu kadar yazdıklarının orijinalliğini bozmadan avamca bir şeyler yazıyorum. Nazire benzeri... Seni ve aşklarını tanımaya, satır aralarındaki sıkışmış duyguları kendimce çözmeye çalışıyorum.”
“Anladığını özlü sözlerle anlatmak... Öyle mi?”
“Söz ve öz iki yetimdir. Hazine de bunun içinde... Hızır’la Musa birilerinin yıkılan duvarını onardılar. Çok acıkmışlardı. Hazreti Musa: “Emeğimizin karşılığında hiç olmazsa biraz yiyecek isteseydik ya...” dedi. Duvar, hakikatin üstünü örten şeriat duvarıydı. Mekke’si mükerrem olmayanın Medine’si münevver olmaz! Bu ayrı... Şiirlerindeki bir şey dikkatimi çekti ve bana biraz ters geldi.”
“Nedir o?”
“İçini dışına çevirişin... Duygu, düşünce ve bir takım saklı kalması gereken şeyleri bonkörce etrafa saçmışsın. Düşündüm de... Onları setredebilirdin. İstiare yapabilirdin. Gizli istiare... Çokları öyle yapmış. Hem şiir, daha çok gizlilik demek değil mi! Ya da aşkını, Allah aşkıyla harmanlayabilir, anlaşılmaz hale getirebilirdin. Böylece setredebilirdin. Ben olsaydım iç dünyamı öylesine ortaya seremezdim. Bana tuhaf gelen bu!”
“Mevlana: "Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!" dememiş mi! Benim içimden yalnız kul aşkı geçerken, hem de seller gibi, bunu utanarak, çekinerek insanlardan gizlemek ve sanki o tarakta hiç bezi yokmuş gibi başka aşklardan bahsedercesine yazılmış süsü vermek, riyakârlıktan başka bir şey olmazdı! Ne için yazdıysam, gerçekten onun içindir. Allah için yazdığımı Allah için, kulu için yazdığımı kulu için... Sevdiğim kız için yazmışsam, ona karşı duygu ve düşüncelerimi aksettirmişimdir. Olduğum gibi görünürken hiç utanmadan, sıkılmadan... Allah’tan utanmadan hissettiğimi kullarından mı saklayacaktım!”
“Ben seni tanıdığımda bugünkü gibiydin. Allah âşığı bir şair... O zamanlarda henüz öyle değilmişsin ve ben senin o halini bilmediğim için yazdığın aşk şiirlerindeki rahat ifadeyi yadırgadım, o kadar... Yaptığım, eleştiri falan değil. Yanlış anlaşılmasın!”
“Aşkla yoğurmuş anam. Mayam aşktır benim. Aşkın en süflisinden, İlahisine kadar yaşadım, yaşamaktayım. Şimdi o aşklardan ne var, ne kaldı, bilmiyorum. Allah aşkı ağırlıklı sevgiler var içimde. Yoğun bir kul aşkı yok. Hani senin arayıp da bulamadığın cinsten... Ona merakım da yok. Senin içinde ukde olarak kalmış olabilir ama bende kıyasıya doyasıya yaşandı ve bitti. Sevgiyi tüm kullara paylaştırma durumundayım. Kimsenin yokluğu yıkmaz artık beni. Vakti gelen giderken, ben de çağrıyı beklemekteyim. Arkamdan yas tutacak bir sevgilim yok ve ben bunun eksikliğini hissetmiyor, hiç aldırmıyorum.”
“Doğru söylüyorsun azizim. Önemli olan, olduğu gibi görünmek. Riya, münafıklara has bir özelliktir. Şairler arasında çok tabii olarak kabul edilen bu durumun, aşktan ve şiirden uzak yaşayan, ticaretin içinde boğulan biri için yadırganmış olması normal değil mi?”
Dede, tam cevap verecekti ki ahşap eşyalara bakmaya gelen bir hanım nedeniyle, onunla ilgilenmek için kalkmak zorunda kaldı. Gerçi sadece bakmak amacıyla gelmiş, alıcı değilmiş ama her kim olursa olsun ilgilenilmesi gerekiyordu. O da doğru olanı yaptı.
Onlar kurbiyetten bahsediyorlardı. "Yakınlık..." diyorlardı. İnsanların birbirlerine yaklaşmaları ne şekilde olursa olsun, az da olsa, çok da olsa kurbiyet anlamındaydı. Sanki yaşanmakta olan olay, onun ispatıydı.
Kadın: “Rahatsız olmayın lütfen! Sadece bakmak istedim. Çok güzel şeyler... Hem de el emeği...” diye başladı. Onlar ayaküstü ahşap nesnelerden bahsederlerken sohbeti ilerlettiler. O da İstanbullu çıktı. Dede zaten memleket hasreti içindeydi. Her ne kadar sık sık dile getirmese de evlatları oradaydı. İstanbul demek hem çocukluğuyla gençliği, hem de evlatlarını elinden alan bir canavar demekti.
Dede, nazik bir şekilde onu da masamıza davet etti. Bir şey ikram etmek istedi. Kahvede karar kılındı. Ahmet’e sipariş verildi. Sohbetin konusu çoğaldı. Hacmi genişledi. Hiç tanımadığımız hanım, tanıdığımız ve arada sırada da olsa aramızda görmek istediğimiz biri haline geliverdi.
Demek ki kurbiyet böyle bir şeydi!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 866