- 623 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
863 - TUR DAĞI
Onur BİLGE
Bugün Sadullah Bey o kadar heyecanlıydı ki! Çok değişik bir rüya görmüş. İçi içine sığmıyordu! Öyle ki onun heyecanı bize de yansıdı ve içimizi kapladı. "Bu gece çok güzel bir rüya gördüm!" diyordu. O şekilde söylüyordu ki gözlerinin içi gülüyor, ağzı kulaklarına varıyordu. Orada hazır bulunanların hepsi zannedersen benim gibiydi. Kulak kesilmiş, onun ağzından çıkacak olan sözlerinin tek kelimesini kaçırmamak için pürdikkat bakıyorduk. O daha yerine yerleşmeden, masamıza doğru ilerlerken, hemen selam verir vermez, aldığımızı işitmeden vermişti müjdesini!
“Hey ahali! Bu gece çok güzel bir rüya gördüm! Onu size anlatmaya geldim!” diyerek.
Epey yaşlanmıştı. Ağır ağır hareket ediyor, yavaş yavaş yürüyordu. Geldi, her zamanki oturduğu sandalyeye baktı. Orada Sibel oturuyordu. Aramıza yeni katılan mahalle komşumuz. İki sokak öteden geliyordu. Orçun gözüyle işaret edince kalktı, ona yer verdi.
“Rahatsız olma evladım!” dedi. “Teşekkür ederim! Sana da yer verenler olsun İnşallah! İnşallah çok iyi yerlere gelesin!”
Dede her zamanki gibi onu, hafifçe yerinde doğrularak karşıladı. Elini uzattı. Gelişine ne kadar sevindiğini tekrarladı. Âdet olduğu üzere hal hatır sorduktan sonra:
“Ne var ne yok?” diye sormayı ihmal etmedi.
“Çok zor bir soru!” dedi Sadullah Bey. “Bilgisayara sormuşlar, cevap verememiş. Buna nasıl bir cevap vermemi bekliyorsun? Şöyle desem: Allah var, şüphe yok! Oldu mu?”
“Tam sana yakışan bir cevap oldu! Bu sözü birinden işitseydim, senden duyduğuna kalıbımı basardım! Bir yerde okusaydım, altında ismini arardım. Ben de altına imzamı atıyorum!” dedi Define. Hepimiz bir ağızdan:
“Biz de!..” diye bağırdık.
Ortalık bir anda nura gark oldu sanki! Sanki yüzlerimiz gözlerimiz nurlandı. O/Nur/la ruhumuz ferahladı, içimiz açıldı!”
Biz Virane Kafe’ye sadece gülüp eğlenmek, hoşça vakit geçirmek için gitmiyorduk ki! Neler neler öğreniyorduk orada! Safha safha hayatı öğreniyorduk en başta. Dinimizi öğreniyorduk, en ince ayrıntılarına kadar, yavaş yavaş...
“Tur Dağı’nda Musa!” diye sohbeti açtı Sadullah Bey, biraz soluklandıktan sonra. “Elindeki âsâ!..” dedi sonra, hayretler içinde kalmış bir şekilde.
“Tur Dağı da nerden çıktı şimdi durup dururken arkadaşım?” diye sordu dede.
Soru, bilginin anahtarıydı. Mahsus yapıyordu. Deşelemek, söyletmek, dinlemek istiyordu. Bizimle de konuşuyordu ama Sadullah Bey’le bir araya geldi mi değmeyin keyfine! Eli hemen piposuna ve tütününe gidiyor, alışık olduğu el hareketleriyle ustaca onu doldurmaya başlıyordu. Sonra çakmak aranıyordu. Bazen masanın üstünde, bazen cebinde buluyor, hemen yakmaya çalışıyor. Yanmazsa kızarak deniyor da deniyor ama sonunda ortalığı dumana vermeyi başarıyordu. Yine öyle yaptı. Başladı vapur bacası gibi tütmeye tüttürmeye... “Tur-u Sina da ne?”
“Ne olacak? Kalp! Allah’tan başkasıyla muhatap olmayan kalbin hali...”
“Hazreti Musa Allah’ı çıplak gözle, beden gözüyle görmek istedi. Dağ dayanamadı, eridi!”
“Bir müminin kalbine sığıyor, kalp erimiyor!”
“Allah, Musa’ya: "Beni ancak bana âşık olabilirsen görebilirsin!" demek istedi. Çünkü O, gönül gözlerinin bebeğindedir!”
“Kur’an’ın tecelli yeri kalptir. Emin Belde...”
“Emin belde Mekke değil mi?”
“Kur’an’ın nüzulü burada, kalpte olur. Ancak böyle bir kalbin, her tecelliye mazhar olabilmesi için sürekli zikir halinde, gayriyetsiz ayniyette olması gerekir.”
“İnsan vücudunda kalp, yeryüzünde Emin Belde kutsal. Hiç kimse çağrılmadığı yere gitmez! Allah mı davet edilmeden gelecek! Haşa!.. Kalp çağırır, çağırır... O da davete icabet eder:”
“Sürekli zikir halinde olmak lazım. Daim salatta... O zaman o kalbi Allah’ın nuru kaplar! O’nun aşkının kalbi kaplaması, davete icabet etmesi demektir.”
“İhata etmesidir. Kuşatması, ele geçirmesi, fethetmesi... Bir daha da çıkmaz artık oradan! Bahşettiğini geri almaya tenezzül etmez! Şanına yakışmaz!”
“Fetih kapısında o zaten! Açılan kapıdan o kalbi şereflendiren, can gözünü, can kulağını açan bizzat Allah’tır! Allah bir kalbe zikri verdiyse, perdeyi kaldırdıysa, onu asla eski haline döndürmez!”
“Ezelde murat etmiştir. Hepimizin dünyada, cennette veya cehennemde yerlerimizin tespit edildiği gibi O’nun da bazılarımızın kalbindeki yeri ezelden kararlaştırılmıştır. Gelir, yerine girer. Nasıl bir saray yapılır da padişah ona girerse... İşte öyle!..”
“Âlemi Nasut, kulluk, şahadet ve halk âlemi... Âlemi Lahut; Tanrılık ve gayp âlemi... Külli Âlem Mutlak varlık âlemi... Cüzi âlem Tanrının zuhur ve tecelli ettiği bu âlem... Allah’ın aklında yok olan akıl melekleşir. Melekler nurdan varlıklardır ve bu halde aklın bütün kuvveleri melekleşir. Melekleşen akılın Levh-i Mahfuzu, gönül olur ve gönlü, yani Resul mesleğini okumaya başlar.”
“Bence Emin Belde, gerçek mü’minlerdir. Onları görünce, Allah’ı hatırlarsın.”
“Onlar da makam makam, derece derecedir.”
“Allah anıldığında kalpleri titrer, ayetler okunduğunda imanları artar, Yalnız Allah’a tevekkül ederler. İşte Emin Belde’de olanlar onlardır. Emin Belde, Allah korumasındaki yer ve kişiler demektir. "Velilerim korumam altındadır!" diyor. Toprakta bile çürütmüyor. “Ölür ise hayvan ölür. İnsan ölesi değil...” Ne makamı? Makam ne? Kim vermiş? Onların koruma altına alınmaları, makamları gereği... Onu da yalnızca Allah verir, onları yalnız ve ancak Allah bilir!”
"Ben de aksini iddia etmedim."
“Orada belli olacak o makam... Allah’ın huzurunda... Nice kendini evliya, Mehdi, Peygamber sananlar ve onlara inananlar var... Onları orada göreceğiz, İnşallah!”
“Elbette Allah bilir, orada da burada da...”
“Şeyh bilirmiş! O da bilemez bildirilmediyse! Neye göre bilecek? Allah bildirirse bilecek! Rüyasıyla, zuhuratıyla, kerametiyle de bilinmez! Ben inanmıyorum! Kolay değil o öyle... “Oldum!” ya da “Oldun!” demek kimin haddine! Olan kim? Olan var mı? Allah’ı hakkıyla bilen var mı! Efendimiz bile günde yetmiş kez tövbe ederdi.”
“Bak, bir defa çelişkiye düşmeden konuş! Nasıl ki askerlikte bütün makamlardakiler askerdir. İnsanlar da öyle...”
“Hani şeyhler falan diyor ya... İnanmıyorum. Belki bir an için öyle olduğu zannı hasıl olabilir insanlarda da... Biz nerde, öyle şeyler nerde? Bizi biraz kızdırsınlar da görsünler, ne eşekarısıyız, nasıl sokarız biz!.."
“Erden başlayıp, Mareşalliğe kadar rütbeler varsa...”
"İşte o rütbeleri Allah bilir sadece. Hani bir ayet var ya: "Cennetliklerin yaptıklarını yaparlar, cehennemlik olarak ölürler, cehennemliklerin yaptıklarını yaparlar, cennetlik olarak ölürler...” Zannedersem böyleydi.”
“Allah katında da herkesin belli bir makam ve rütbesi vardır. Onu da ancak Allah bilir. Neden “Makam da neymiş!” diyorsun?”
“Makam var! “Yok!” demiyorum! Kulların takdirine göre makam yok! Allah’ın takdirine göre... Makamı veren de O, kimin hangi makamda olduğunu bilen de, dilediğine bildiren de... Kendini bir şey sananlara bildirmeyeceğinden emin olduğumu söylemeye çalışıyorum.”
"Ben de rüyamı anlatmaya çalışıyordum azizim ama nerelerden nerelere geldik!"
Adamcağızım hevesi kursağında kaldı! Bu ikisi bir araya geldi mi zaten ne zaman ne olacağı hiç belli olmaz! Onun için sohbette konu belirlenmez. "Kap konuşmaz, Rab konuşur!" derler.
Söz akışına, akış Allah’a bırakılır. Debisini de yönünü de uğrayacağı yerleri de sulayarak feyiz vereceği alanı da varacağı hedefini de O belirler.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 863