- 490 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Tütsü
TERANE TURAN RAHİMLİ
TÜTSÜ
(hikâye)
1918 yılının ölümcül bir sonbahar sabahı idi. Tabiatın rengi solmuştu. Ağaçlardan yere sapsarı hüzün yağıyordu. Toprak sanki bu hüznün altında inliyor, her zaman yorgan gibi üstüne örtülen hasta sararıp solmuş kızıl yaprakların şimdi onu derde düşüreceğini hissediyordu. Sabah vakti Sultanbud ormanının derinlerinden tütsü kokusu geliyordu. Tütsü gittikçe koyu dumana dönüşüp ormanın her tarafını sarıyor, sakız ağacının, çamın, meşenin nefesini kesiyordu. Serkarlı Dadaş Bey atın başını çevirip ormana yönelmişti. Düneyin Akdam’da dostu Beyler Ağanın evinde gecelemiş olsa da tedirgindi. Büyük eski dostunun hatırını kıramayıp geceyi misafir olarak geçirse de sabahı zor etmişti.
Karışık dönemdi. Ermeniler yine azgınlaşmışlardı. Geceleri aç kurt gibi korumasız kalan şehirlere sokuluyor, erkeği olmayan evlerde kadın ve çocukları delik deşik ediyorlardı. Erkekleri de nerede yalnız yakalarlarsa işkenceyle öldürüyorlardı. Bu nedenle Dadaş Bey alacakaranlıkta, gün doğar doğmaz yola koyulmuş, kendini Berdeye, evine-yurduna ulaştırma telaşına düşmüştü. Orman yolu her zamanki gibi değildi sanki, gittikçe uzuyor, uzuyordu. Atını ormanın derinlerine doğru sürdükçe tütsü kokusu da yaklaşıyordu. Artık onun ne kokusu olduğu da ayırt edilebiliyordu. Yanık et kokusu ile kuru odunun isi birbirine karışmıştı. Ansızın Dadaş Bey’in kulağına zayıf bir inilti sesi geldi. Doru at da kulaklarını dikti. İniltiyi bir kez daha işitti. Her kim ise halsiz halsiz inliyordu. Beşatarı hazırlayıp atı sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Ağaçların arasından dört kişinin semaver kaynattığını gördü. Köyde, düğünde, cenazede böyle büyük semaver kaynatıyorlardı. Şaşırdı, böyle sabahın erken vaktine semaver tantanasından birşey anlamadı. Ama burada hoş olmayan bir hadise ile karşılaşacağını gayri ihtiyari hissetmişti. Adamlar, kılık-kıyafetlerinden köylüye benziyorlardı, birinin boynunda ise haç asılıydı. Ermeniler, at üzerinde Dadaş Bey’i görünce kendilerinden geçtiler. Yüzlerinde düşmanlıkla karışık bir şaşkınlık ifadesi vardı. Sanki, sabahın bu kör vaktinde ormandan herhangi birinin gelip geçmesini beklemiyorlardı. Onlar, semaveri yakmışlardı, birisinin elinde tütsülenen bir odun parçası vardı. Bey, atı biraz daha yaklaştırdı. Sonra… Gördüğü vahşetten atın üzerinde donup kaldı. Boğazı kurudu. Nutku tutuldu bir anda. Semaveri, eli ayağı bağlanarak yere yatırılmış çıplak bir adamın karnının üstünde kaynatıyorlardı. Kaynayan su fokurdayıp semaverden taştıkça yaralı adam yanan vücudunun ağrısından inim-inim inliyor, zayıf iniltisi insanın yüreğini dağlıyordu. Saatlerce devam eden bu işkencenin onu tamamen güçten düşürdüğü, ölümcül haliyle haykırıp feryad etmeye bile takatini bırakmadığı hissediliyordu. Çıplak bedeninin her yerinde kanayan taze yanık izleri vardı. Ermeniler, semaverden taşan suyun ulaşamadığı yerleri de ellerindeki odununun ateşi ile dağlamışlardı. Az önce Dadaş Bey’in burnuna gelen et kokusu da, kuru odun tütsüsü de bu bahtıkara insana yapılan vahşi işkencenin, zulüm ve eziyetin bir parçası imiş.
Ermeniler’in ne atı, ne de tüfeği vardı. Ansızın başuçlarında beliren eli silahlı atlının kimliğini anladıklarında korkudan yüzleri sarardı. İçlerinden biri telaşla söylendi:
-Aha, bu Hanereb’in beyi Serkarlı Dadaş…
Beşatarın mermisi insanlıktan çıkmış bu vahşinin hırıltılı sesini kesti. Dadaş Bey kaşla göz arasında dördünü de kurşunladı. Attan inip yerde gazellerin üstündeki yarıcanlı adama yaklaştı. Eğilip yüzüne baktı. Yanağında, çenesinde, alnında sık-sık taze yanık izleri vardı. Onu tanıyınca tüyleri diken diken oldu. Bu Bedel idi, onun köylüsü. Aciz, fakir, yedi baş ailenin sahibi Bedel. Sabah erkenden değirmene un öğütmeye gidiyormuş. Onu, tek olmasından istifade ederek yakalamış, ormana getirip olmadık zulüm yapmışlardı. Bedel, mermi sesiyle yarı açık gözlerini ağasına dikmişti. Bu gözlerde görünmemiş bir ağrının, ızdırabın şekli vardı. Gözler yalvarıyordu, hemen ölmek için… Bedeninin ruhunu teslim etmeye sevkeden sonsuz ağrı-acısından, en dayanılmaz eziyetten kurtulmak için… Dadaş Bey bu melül bakışların ne istediğini hemen anladı. “Korkma, ailen bana emanettir, Bedel” – deyip tetiği çekti, onu hayatla ölüm arasındaki dehşetin içinden koparıp aldı. Sonra yüzünü atın eğerinde gizleyip ömründe ilk defa acı acı ağladı. Bu, oğullarının en büyüğü, koruyucusu-direği bildiği, attan düşüp beli kırılan Surhay’ın ölümüne ağlamayan, “dost-düşman var” diye gözyaşını yüreğine akıtan Dadaş Bey idi. Dağdan ağır, heybetli ağa insanlığın sonu geldi diye ağlıyordu. Bir Ermeni köylüsünün, gündelik hayatı kendisininkinden farklı olmayan, alın teri ile yaşayan başka bir köylüyü sadece Türk olduğu için böyle amansız işkenceyle öldürmesi onu öyle sarsmıştı ki, ölene kadar bu vahşeti unutmayacaktı.
Ne bilecektir ki, talihinin daha ağır imtihanı henüz ileridedir. On altı yıl sonra Sovyet hükümeti onun bütün malını-mülkünü elinden alıp kendisini de "kulak" edip sürgüne gönderecekti. Ama bir olay vardı ki, Sibirya’ya -giden gelmeze - yüz kişi ile beraber yol alan o ölüm katarında, eşinin, üç evladının başına neler geleceğini kara-kara düşündüğünde bile umudu bu şekilde sarsılmayacaktı. Çünkü, gözlerindeki şaşkınlık bu sonbahar sabahı ölmüştü. Ve daha hiç bir şey bu gözleri gördükleri kadar şaşırtmayacaktı. O sonbahar sabahındaki acı tütsü kokusu, soğuğun insanın iliğine işlediği buz gibi bir Sibirya gecesinde boğazına dolup onu boğacaktı. Ve kimse… kimse bilmeyecekti ki Karabağ halkının bu dagdan ağır adamını, bir toplumun büyüğünü, ağasını, beyini Sibirya’da Sovyet hükümetinden gördüğü ceza, ağır işkenceler değil, tütsünün öldürdüğünü. 1918 yılının bir ölü sonbahar sabahı ciğerlerine dolan, ruhunu sarıp sarmalayan, boğazında düğümlenip kalan tütsü.
Türkçeye çeviri: Alpaslan Demir
20 Mart 2017
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.