- 535 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TORUNUN DEDE HÜSRANI (ÖYKÜ)
Yaşar Yıltan
Torun, sabah kalktı, evin kapısından balkona çıktı. Bir süre bahçedeki ağaçlara baktı. Sonra bahçeye indi. Ceviz, incir, zeytin, can eriği, nar ağaçlarının arasında biraz dolaştı. Sonra artezyen kuyusuna doğru gitti. Bahçe sulayıp sulamamakta karar veremedi. Buraya geldiğinde bazen kendisi de sulardı. Onunkisi sulamaktan çok, suyla oynamaktı. Her çocuk gibi o da suyla oynamayı severdi. Elinde, birkaç gün önce alınan sapan lastiği vardı. Amacı kuş vurmak değil, sağa sola nişan alıp vurmaya çalışmaktı. Akşam da çöp tenekesini hedef yapmış, çeşitli mesafelerden çöp tenekesini vurmaya çalışmıştı. Tenekeden çok ses çıkınca bu kez yarım litrelik plastik bir su şişesini hedef yapmıştı. Başlangıçta pek vuramasa da yavaş yavaş vurmaya başlamıştı. Şimdi de bahçenin duvarına, ağaçların gövdelerine nişan alıyor, onları vurmaya çalışıyordu
Tam bu sırada bahçe kapısı açıldı. Kapı sesi duyan torun kapıya baktı: Babaanne gelmişti. Bir elinde içinde ekmek olan ekmek poşeti, diğer elinde ise içinde büyük bir olasılıkla yoğurt olan küçük bir kova vardı. Torununu bahçede dolaşırken görünce, yataktan kalktığını anladı ve güleç bir yüzle sordu:
“Günaydın.” dedi. “Ne yapıyorsun?”
“Günaydın.” dedi önce torun, sonra da “Hiiiç!...” dedi.
Torun daha küçük yaştayken babaanne onu da sabah alışverişe yanında götürürdü. Ama şimdi, biraz daha büyümüş, hem de geç kalkmaya başlamıştı.
“Güneşte durma.” dedi “Başına güneş çarpar sonra.”
Aslında hava sıcaktı. Sabah olmasına rağmen bu günlerde aşırı nemin etkisiyle hava gerçekten çok sıcaktı. Temmuz’un sonuydu, tamam, ama bu kadar sıcak da uzun yıllar görülmemişti. Herkes sürekli terliyor ve bunalıyordu; kimse evden dışarı çıkamaz olmuştu. Babaanne bu nedenle torununun güneşte durmasını istemiyordu. Buralılar yazın sürekli esen rüzgardan dolayı sıcaktan bunalmazlardı. Bundan dolayı bunlara bu sıcak cehennem sıcağı gibi gelmişti
Babaanne, daha sonra avludan evin balkonuna iki basamaklı merdivenine doğru ayaklarını sürüyerek gitti. (Babaanne daha önce geçirdiği bir kısmı felç krizi nedeniyle ayaklarını sürükleye sürükleye yürüyordu.) Merdivenin yanında bulunan duvarın beton direğine iki kat demir telle sarılmış tutacak yerini, sağ eliyle tutup iki kat basamağı biraz zorlanarak da olsa çıktı. Balkonda, evin giriş kapısının hemen yanında sadece dedenin oturduğu bir sandalye, onun yanında yıllardan beri kullandıkları eski bir sedir, onun yanında üzerine soğan ve sarımsak konulan yine eski bir sandalye ve balkonun yanında da üzerinde çiçeklerin konulduğu bir buçuk met-re yüksekliğinde bir duvar vardı.
Torun bir süre daha bahçede gezindikten sonra dama çıktı. Damda televizyonun çanak anteni ve elektrik direği vardı. Torun elindeki sapanla burada da birkaç atış yaptı. Ama yanında taş az olduğu için fazla atmadı. Damın bir tarafında damın boyunu geçen incir ağacının dallarına yaklaştı, incirlere baktı, olmuşlarından birkaçını kopardı. Sonra dağlara baktı. Dağların üstlerinde bulunan, kanatlarının dikkatle bakılınca döndüğü anlaşılan rüzgar enerjilerine baktı. Saydı; yirmi kadar vardı. Hepsi beyaz olduğu için adeta dağların üstlerine dizilmiş dev papatyalar gibiydiler.
Aşağıdan babaannenin sesi duyuldu:
“Oğlum, in aşağı! Damın kenarlıkları yok. Allah etmesin, düşersin sonra!”
Bunun üzerine aşağı indi, içeri girdi. Dede kalkmış, her zamanki yerine, oturma odasının televizyonu karşısına alacak şekilde konan kanepesine geçip oturmuştu. Bu kanepe boydan boya onundu.
Torun eline televizyon kumandasını aldı, televizyonu açtı. Televizyonda çeşitli kanalları dolaşmaya başladı. Hatta kimi zaman hiç durmadan çabuk çabuk geçiyordu. Dede buna dayanamadı. Önce torununa baktı. Kızdığı belliydi. Torununun ona bakmasını bekledi. Baksaydı gözünü ağartıp kızgınlığını gösterecekti. Ama torun bakmıyordu. Bunun üzerine dede, homurdanmaya başladı. Bunu torun duymuştu; bunun üzerine dede’ye baktı.
“Bozacaksın!” dedi dede. “Bu kadar çabuk çevirme!”
“Bozulmaz!” dedi torun.
“Ne diyor bu?” dedi dede, torununun sesini duymuştu ama anlamamıştı.
Torun bağırarak
“Bir şey olmaz!” dedi.
“Kezban Teyze’yi aç.” dedi dede.
“Kezban Teyze de ne?” diye sordu torun babaya. O zamana kadar hiç sesi çıkmayan baba
“Bilmiyorum!” dedi.
Bu sırada babaanne sofrayı kurmaya çalışıyordu. Sofra bezini yere sermiş, çay bardaklarını, çay şekerini, peyniri, zeytini getirmiş; domatesi ve salatalıkları dili-yordu.
Oğul anneye hitaben:
“Anne!” dedi, “benim gömlekteki Urumu dut lekesi çıkar mı acaba?”
Anne, “Bilmem!” dedi, “Odun külü olsaydı, suyuna batırırdık. Belki o çıkarır, o da çıkarmazsa hiç çıkmaz.” dedi.
Bu sırada televizyondaki haberlere kulak kabarttılar: Haberlerde 2010 YAŞ çalışmalarından, Balyoz davasındaki tutuklama kararlarından, Balyoz tutuklamalarının YAŞ üzerindeki etkilerinden söz ediyordu. Bir de Tem-muz ayının bu son günlerindeki bunaltıcı aşırı sıcaklardan, sıcaklık rekorları kırılabileceğinden söz ediyordu.
Babaanne, dedenin kahvaltısını hazırlamış, tepsiye koymuş, dedenin oturduğu kanepenin üzerine dedenin önüne koymuştu.
“Hani çay?” dedi, dede.
“Acele etme!” dedi, Babaanne.
Dede için yeme içme önemiydi. Televizyondaki ülke meselesi ile ilgili haberler onun hiç ilgisini çekmezdi.
Karısı çayı doldurup verdi kocasına. Artık şimdi her-kes sofradaydı. Ancak bir sorun vardı: Sinekler. Hem baba hem torun bir elleriyle tuttukları sinek öldüreceği ile sinekleri kovalarken diğer elleriyle kahvaltı yapmaya çalışıyorlardı. Bir an da olsa sinek öldüreceğini sallamaz-sanız kara sineklerin hepsi birden, adeta ordu gibi sofraya hücum ediyorlardı. Bu nedenle sinek öldüreceğini sürekli sallamak zorundaydınız.
Şimdi televizyonda Hanım’ın Çiftliği oynuyordu. Dede de sesini çıkarmadan, pek ilgisini çekmese de izli-yordu bunu.
Birden telefon çaldı. Torun telefonu aldı:
“Alo, buyurun!”
Karşıdaki ne anlattıysa, torun,
“Dedeme veriyorum!” dedi.
“Alooo!” dedi dede
“…”
“Ne? Anlamadım?” dedi.
Karşıdaki kişi sesini biraz açtı anlaşılan
“O ne?” dedi.
“…”
“İnternet mi? O da ne ki?” dedi.
“….”
Karşıdaki bir şeyler anlatıyordu anlaşılan.
“Ben anlamam öyle şeylerden. İstemem! Kalsın!”
Telefonu kanepenin yanındaki yerine koydu.
Anlaşılan internet bağlamak istiyorlardı. Ama dedenin, internetin varlığından bile haberi yoktu.
Dede her zamanki gibi askerlik anılarını anlatmayı çok severdi. Nasıl süvari olduğunu, savaş yıllarında nasıl dört yıl askerlik yaptığını anlatırdı. O zamanlar askerde bir atı olmak ona göre çok ayrıcalıklıydı.
“Çok güzel bir atım vardı. O atımla Nusaybin’in köylerine görevle giderdim. Jandarmaydım. Atım yokken katiptim. Katiplik zordu. Ne yapıp edip bir at almalıydım. Memleketten biraz para gelmişti. Yetmediydi ama Kır-şehirli bir arkadaşım vardı. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Dün gibi hatırlarım. Adı Ali Osman’dı. Öldüyse Allah rahmet etsin. Gerisini o tamamladı.”
Biraz durdu. Bu sırada kimseden ses çıkmadı. De-denin askerlik hatırası bitmiş, kendi yaşıtlarından kimle-rin kaldığından söz etmeye başlamıştı:
“Gerçi benim menendim olan çoğu kişi gitti, ben kaldım…Kör Omar, Cin Memmet, Hasan Turgut, Kara Mahmut. Benim önümde iki kişi kaldı.” dedi.
Ardından konuşmaya devam etti:
“Beni nüfusa küçük yazdırmışlar. Ben Fransızlar Fevzipaşa’ya gelince Kaçkaç’ta doğmuşum. Fevzipaşa’dan kalkmışız Karabuşlu’ya gelmişiz. Anam rahmetlik Karabuşlu’ya gelince beni doğurmuş. Fransızlar ne zaman geldi tam bilmem. 1919’da geldilerse ben şimdi doksan bir yaşındayım demektir. Ama nüfusta doğum tarihim 1339 yani 1923 yazıyor.”
Bu sırada acı acı kokular gelmeye başlamıştı.
“Bu acı koku da nereden çıktı?” dedi dede içeriye seslenerek.
Herkes öksürmeye başlamıştı
“Ekşili turşu yapıyorum. Biberle patlıcan kaynatıyorum.” dedi babaanne içerden
“Ne diyor bu?” dedi dede, zaten ağır duyan kulağının bu sözleri anlaması imkansızdı.
Çok geçmeden kendisi de göründü. Elinde tepsi vardı, içinde de bulgur. Tepsiyi masaya bıraktı. Sofrayı yere serdi. Tepsiyi masadan aldı, sofraya bıraktı. Sonra bir daha mutfağa gitti. Sinekler boş kalan sofraya hücum etti. Babaanne az sonra elinde bir tavayla geldi. Tavada-kileri tepsinin içindeki bulgurun üzerine döktü. Sineklerin hepsi birden kaçıştı.
Dede eline sinek öldüreceği yine aldı. Sinek öldüreceğini şöyle bir düzeltti. Torunu, dün sineklere çok kızdığı bir sırada sinek öldüreceği yerdeki sineğe sert vur-maya kalkınca sinek öldüreceği kırılmıştı. Dede sinek öldüreceğin kırılmasına çok kızmış, toruna demediğini bırakmamıştı. Bunun üzerine baba ileri atılmış, “Alırız! Ne olacak!” demişti. Hemen ardında da, torun ve babası çarşıya çıkıp üç sinek öldüreceği almışlardı. Dede, sinek öldürecekleri çok ince bulmuş, oğluna da her zaman olduğu gibi söylenmeden edememişti: “Bir boktan da anlamıyorsun. Aldığın sinek öldüreceğe bak, sapı incecik.” Oğul babasına bir şey dememişti. Bu sabah kalktıklarında bir de bakmışlar ki, Dede sapını ince bulduğu için iki sinek öldüreceği kırılmasın diye birbirine bağlamış. “Ne yapmışsın böyle dediler?”
Dede elindeki sinek öldüreceğinin ne kadar sağlam olduğunu göstermek için birkaç defa havaya salladı. Sinekler kaçıştılar.
“Ne kadar sağlam oldu, bak!” dedi.
Sonra yine salladı, sinekler yine kaçıştı. Sonra sıkıldı, artık sallamaz oldu.
Torun, diğerini, tekli olan sinek öldüreceği eline aldı, sineklere salladı. Çoğu kaçtı. Bir ikisi hiç kaçmadı.
Bu sırada dede birden bire türkü söylemeye başladı:
“Hey gidi dünya…”diye söylüyordu. Kederlenmişti anlaşılan. Barak ağzıyla söylüyordu dede. Kimi zaman Karacaoğlan’dan, kimi zaman Aşık Garip’ten söylerdi.
“Gitme garip gitme, kal bizim elde”
Bu türkü Aşık Garip’tendi. Aslında evde Karacaoğlan’ın bir türkü kitabı da vardı, ama o bu kitaptan okumazdı; zamanında kitaptan okuyarak ezberlediği için şimdi ezbere söylüyordu.
Aklından ne geçtiyse, dedenin gözleri dolmuştu:
“Anam Kınalı Elif’i, babam Topal Ökkeş’i özledim. Artık ben gitmeliyim onların yanına. Durmak haram artık bana. Anam anam, babam babam; yakında gelirim yanınıza.”
Karısı, oğlu, torunu sessizce beklediler.
Künüş Mahmet Dedenin ağlaması geçmişti, ama şiire benzer sözler söylemeye başladı. Ahenkli ahenkli söylüyordu dizeleri:
“Ger geçinin kulağı delik
Kelcelerde İrtil Manik
Görmedin mi ger geçiyi
Ger geçinin kulağı kısa
Kelcelerde Kıvrıl Musa
Görmedin mi ger geçiyi”
“Babam keçisini kaybetmiş, önüne gelene soruyor. Komşusu İrtil Manik’le Kıvrıl Musa’ya rast gelmiş onlara sormuş. Onlar da bilmediklerini söylüyorlar. İrtil Manik babama yardım ediyor. Sonunda da buluyorlar. İrtil Manik’i ben bilmem ama bizim komşularmış. Komşu gibisi var mı. İrtil Manik, Ermeniymiş. Olsun. Ermeni insan değil mi. İrtil Manik’le babam o kadar iyi dostlarmış ki, bu durumu gözüyle görmeyen inanamazmış. Savaştan sonra Ermeniler bu memleketi terk edince, onlar da aile-ce gitmişler. Babam Topal Ökkeş zaman zaman İrtil Manik’i özlerdi. Ben, zaman zaman babamın özlemini gidermek için söylediği bu deyişlerini hiç unutmam. Biz Ermenilerle içli dışlıydık. Aramızda alıp veremediğimiz bir şey yoktu. Bir bacıma Annik derler; oysa bacımın asıl adı Annik değil, Sultan’dı. Bacım, Annik adında bir Ermeni kızıyla çok iyi arkadaşmış. Bacımın bu samimi arkadaşı Savaştan sonra gidince, bacıma onun adı lakap olarak verilmiş.”
Dede oğluna bakarak bu hikayeyi anlattı. Oğlu ise ilgiyle dinlemişti; çünkü babasının anlattıkları içinde en çok ilgisini çeken bu olmuştu. Baba da bunu fark etti, çok mutlu oldu.
“Benim yaşımda çoğu insan hatırlamaz bunları. Bak ben hatırlıyorum. Allah’a şükür benim aklım yerinde.” dedi.
Baba başını sallayarak dedeyi onayladı.
Torun bu sırada sinek avlamaya devam ediyordu. Dede torunun “pat, pat” diyerek sinek öldüreceği ile sinek öldürmesine kızdı. Daha doğrusu konuşurken torunun kendisini dinlememesine kızdı.
“Yeter be!” dedi öfkeyle.
“Ama, ama!” dedi torun.
Karısına yüksek sesle seslendi:
“Neredesin, Sultan!”
“Biraz bekle geliyorum.” dedi karısı.
“Su!” dedi yine dede, alt dudağını aşağı sarkıtarak “su!” dedi “Soğuk su yok mu? Soğuk su istiyorum. İçim yandı.” dedi.
“Az sonra yemek yiyeceğiz. Biraz bekle.” dedi babaanne.
Aslında babaanne şimdi su vermek istemiyordu. Çünkü dün akşam kuyunun soğuk suyundan içtiğinden beri, dedenin midesi az da olsa bulanıyordu.
“Durmadan su içme.” dedi karısı.
“Bana suyu da mı çok görüyorsun?” dedi dede.
“Oğlum, kalk da su getir dedene, içerden.” dedi.
Torun az sonra dolaptan su getirdi, verdi dedesine.
Dede kana kana iki bardak su içti.
Yatmak için yastığa uzanmıştı ki,
“Ben yatmadan sinekler yattı” dedi. Onun başını koyacağı yere sinekler önceden konmuşlardı. Sinekleri kovaladı, sonra başını yastığa koyup yattı.
Yıllardır evden dışarı çıkmamıştı. Belki beş yıldan bu yana bahçenin dış kapısından dışarı çıkmadı. Dizleri tutmuyordu çünkü. Evin içinde bastonla dolaşıyordu. Önce dizleri hafiften tutmamıştı. O zamanlar bir baston aldı eline. Birkaç yıl öyle idare etti. Daha sonra ağır grip oldu. Ondan sonra da dizleri iyice tutmaz oldu. Ona egzersiz yap, dediler, yapmadı. Çocukları çok söyledi bunu. Ama o dinlemedi. Doktora gitmek istedi. Ona da götürdüler, o da aynısını söyledi. Ne söylenenleri dinledi, ne de yapılması gerekenleri yaptı. Bir gün artık evden çıkamayacağını anladığı gün, oturdu ağladı. “Ben kime ne yaptım ki? Ben hiç kimseye kötülük yapmadım… Bunlar başıma neden geldi? Çoğu insana iyilik ettim, darda kalanlara yardım ettim. Bir günde bir gün kimseden alacağımı istemedim. Bunun için Allah da beni sıkıntıya sokmadı. Ama bu hal çok gücüme gidiyor. Allah canımı alsa da kurtulsam.”
On on beş dakika sonra, birden kalktı. Eliyle kapının yanındaki leğeni işaret ederek:
“Kusucum.” dedi.
Babaanne hemen toruna seslendi.
“İnanç! Oğlum, şu leğeni getir de dedene ver.” dedi.
Rengi atmıştı dedenin. Midesi bulanmıştı anlaşılan. Zaman zaman olurdu böyle. Özellikle çok su içerse, hele bir de soğuk içmişse midesi bulanırdı. Ama laf da dinlemezdi. Soğuk su içme, deseler de, aldırmazdı.
Torun leğeni getirdi. Dede leğeni eline aldı. Bir iki kusacak gibi oldu, kusamadı. Bir süre sonra leğeni toruna verdi.
Bu sırada yemek de hazırlanmıştı. Dede midesinden dolayı çok az yedi.
Bir süre sessizlik oldu. Sonra dede,
“İncir bu yıl iyi vermedi.” dedi.
“Ceviz toplayın.” dedi babaanne.
“Erik bu yıl da vermedi. Eriği bu yıl kesip atacağım” dedi dede.
Torun konuşulanlara hiç aldırmıyordu. Kanepede oturuyor, televizyon seyrediyor, dedeyi hiç dinlemiyordu; çünkü dedenin anlattıkları onu hiç ilgisini çekmiyordu. Dedenin konuşmasını baba da pek gönülden dinlemiyordu, ama dinler gibi yapıyordu. Baba kapıya yakın yere sandalye koymuş, orada oturuyor ama çoğu zaman televizyona bakıyordu. Arada bir de olsa babasına bakıyordu
Dedenin kulağı iyi duymuyordu. Aslında duyuyordu ama net anlamıyordu. Televizyonun sesini biraz çok açtığınızda, gürültüden rahatsız oluyordu. Artık ona televizyon sesi gürültü olarak geliyordu. Anlamsız sesler gürültüydü artık. Hatta bazen yolda bağırarak top oynayan çocukların seslerinden bile rahatsız olurdu. Gerçi pek de çocukları sevdiği söylemezdi. Onlara tahammül edemiyordu çünkü. Bazen komşuların çocukları babaanne için eve gelirler, babaanne ile cıvıl cıvıl konuşurlardı. Dede onlara dayanamazdı. Hatta kızardı da. “Sizin eviniz yok mu. Gidin başka yerde oynayın!” Çoğu zaman farkında olmadan alt dudağını sarkıttığında, çocuklar kendilerine dil çıkartıldığını sanarak onlar da ona dil çıkarıyorlardı.
Birden kahırlı kahırlı konuşmaya başladı:
“Yaşamaktan bir tat almıyorum. Allah canımı alsa da ölsem.” dedi dede. “Kulak duymadıktan sonra, hiçbir anlamı yok hayatın. Doktora bir kere gittiğinde, doktor bana “Senin kulağının içi dar.” dedi.
Kimse bir şey demedi. Bunun üzerine kendi de sustu. Bir süre böyle sürdü. Acaba konuştular da, o mu duymamıştı. Herkese baktı, hiç kimse konuşmuyordu. O da sustu. Şimdi odada yalnızca televizyonun sesi geliyordu
Dede, oğluna baktı, oğlunun da kendini dinlemediği anladı. Kahır kahırlı yüksek sesle söylendi:
“Kimse beni dinlemiyor ki. Ben kime anlatıyorum. Şimdi böyle olduk!” dedi. Oysa, yıllardır aynı şeyleri anlattığı için baba bunları ezberlemişti. Bu söz üzerine oğul babasına dönüp baktı, ama bir şey söylemedi.
Dede kendine göre haklıydı. Anlatması gerekiyordu. Anlatmasa o zaman unutkanlık başlar da bunarım, diye korkuyordu.
Sessizlik onun yine uykusunu getirmişti. Uyumak için kanepeye uzandı.
Oğlu, uyumakta olan babasına şöyle bir baktı: Babası ne durumdan ne duruma gelmişti. Deler ya, şah idi şah-baz oldu. O misali, bir zamanlar duruşuyla, konuşmasıyla, sözü dinlenişiyle, eli sıkışanlara para yardımında bulunuşuyla, mahkemede işi olup da ona gelip akıl danışanlara yol gösterişiyle ne ihtişamlı günleri vardı. Şimdi ise, artık yerinden doğru dürüst kalkamayan, evden dışarı çıkamayan, evine artık akıl danışmaya gelmeyen bu günlere geldi. Nereden nereye. Bir zamanlar “Mehmet Efendi!” deyip çevresinde dolaşanlar, şimdi artık “geçmiş olsun”a bile gelmiyorlar.
Torun, dedenin yatmasından sonra bahçeye çıktı. Bir süre incir, ceviz, zeytin, nar ağaçlarının arasında dolaştı. Ayrıca patlıcan, biber ve nane vardı. Sonra tulumbanın başına geldi. Tulumbanın önündeki küçük havuza uzun uzun baktı. Geçmiş günleri hatırladı. Bundan birkaç yıl öncesine kadar bu küçük havuzu doldurur, içine girer suyla oynar dururdu. Hatta babası fotoğrafını bile çekmişti oğlunun havuzda suyla oynarken. Derin bir soluk aldı. Şimdi de öyle oynamak isterdi, ama artık büyümüştü. O zamanlar en çok sekiz dokuz yaşlarındaydı, ama şimdi on üç yaşında. Ama canı yine de suyla oynamak istedi. Suyu açmak için şalteri indir-meye gitti. Oysa o geçmiş yıllarda öyle değildi. Tulum-banın koluna basarak kuyudan su çekerlerdi. Tulumba birkaç yıl önce bozulmuştu. Yaptırmaya kalkmışlardı ama, o bu; “Boş ver! Gerek yok. Hem yoruluyorsunuz da. En iyisi bir dinamo taktırın. İndirdin mi şalteri, hemen su akar. Yorulmazsınız. Zaten yaşlısınız, sizin için en iyisi bu. Kuyudan su çıkaracağım, diye defalarca tulum-banın koluna basmak kolay mı? Sizin gücünüz yetmez. Hele her geçen gün daha da yaşlanıyorsunuz.” demişlerdi. Onlar da bu sözleri haklı bulup tulumbayı yaptırmaktansa dinamo bağlatarak işin kolayına kaçmışlardı.
Torun şalteri indirdi. Su kalın borudan adeta fışkırıyordu. Hemen koştu suyun başına. Suyu avuçlarına aldı, yüzüne çarptı. Sonra kana kana içti. Ardından başladı ağaçların diplerine su fışkırtmaya. Su fışkırtılarak akıtıldığı için sadece ağaç dipleri ıslanmadı, başka yerler de ıslandı.
Dede, bu sırada uyanmış, odada hiç kimseyi görememişti.
Bir ara karısına seslendi: “Sultan!”
Karısı geldi. Karısına odayı işaret etti. Karısı anlamıştı. Kendisi de diğer odaya geçti. İşeyecekti. Düşme korkusu nedeniyle tuvalete gitmek istemiyor, lazımlığa yapıyordu.
Tuvalet işi bitince balkona çıkmak istedi. Bastonunu tutarak kapıya çıktı. Kapının hemen girişinde bulunan kendinden başka hiç kimsenin oturamadığı sandalyesine geçip oturdu.
Oturur oturmaz da torununa baktı. Torunu da ona baktı. Torunu yine bahçede suyla oynuyordu.
“Gene başladı” dedi. Kızmıştı “Oğlum, senin hiç mi elin ayağın durmaz!”
Bu kez gözlerini ağartarak baktı torununa:
“Kapat şunu!” dedi yine öfkeyle, “Kapat, diyorum sana!”
Çocuk da dedesiyle kötü olmamak için,
“Sen bilirsin! ” deyip kestirip attı.
Baba ise onları sadece seyrediyordu. Babaanne de elini beline koymuş, öylece bakıyordu onlara.
Torun daha fazla dayanamadı:
“Gidelim baba!” dedi “Benim oynamama izin vermiyor, hem her şeyime kızıyor. Böyle dede mi olur. Her şeye kızıyor. Beni sevmiyor. Kalk gidelim.”
Ağustos 2010
Yaşar Yıltan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.