- 512 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
KANATLARIN ALTINDAKİ MUTLULUK
Anadolu’da Nisan ayı merhaba demişti. Cemreler düşmüş, otlar hızla büyümeye başlamış, etraf yeşile boyanmıştı. Baharın ayak sesleri, çoktan duyulmaya başlamıştı. Koyunlar kuzulamış, ağaçlar çiçek açmıştı. Güzelim madımaklar, tencerede yerini çoktan almıştı…
Yağmurlu bir günde Ali’nin babasının vefat ettiği haberi geldi. Ali; uzun boylu, ince omuzlu, yüzleri uzun ve çekik gözlü bir delikanlıydı. Erkek kardeşlerinin en küçüğü idi. Ali’nin en büyük abisi Mustafa, onun küçüğü İbrahim ve en küçükleri de Şeyma idi. Mustafa; orta boylu, yanakları utanınca kırmızılığa bürünen çekingen biriydi. İbrahim; daha cevval, konuşkan, siyah saçlı ve ela gözlü idi. Kız kardeşi Şeyma ise bütün kızların zarifliğini üzerinde barındıran zayıf bedenli utangaç, sorulmadıkça konuşmayan hanım bir kızdı. Yaşına göre çok olgundu.
Zeynep Hanım, otuz beş yaşlarında dul, çocukları da yetim kalmıştı. O, kocasının ölümünden sonra çocuklarının çil yavrusu gibi dağılmaması için yuvasını korumaya kararlıydı. Ancak yaşının genç olması nedeniyle durmadan evlilik teklifleri alıyordu. O, yavruları için bütün bu teklifleri reddediyordu. Gürkün yavrusunu koruması gibi bir içgüdüye sahipti. Ne olursa olsun bu dört çocuğunu kimseye muhtaç etmeden okutup büyütecekti…
Zaman hızla geçiyor, çocuklar gün be gün büyüyorlardı. Anne Zeynep; saçını süpürge ediyor, yetimlerine kol kanat geriyor ve onları kanatlarının altına alarak gücünün yettiği kadar ahlaklı ve terbiyeli bir şekilde yetiştirmeye çalışıyordu. O, evini geçindirmek için gündeliklere gidiyor, ekmek yapıyor ve apartman temizliklerine çıkıyor, çocuklarının rızkını helalinden kazanmaya çalışıyordu. Akşamları yorgun argın evine dönüyordu. Çocukların yemekleri, bulaşıkları ve çamaşırları derken kil gibi yığılıp olduğu yerde kalıyordu.
Mustafa zeki bir çocuktu okumayı seviyordu. Okuyup annesinin bütün sıkıntılarını gidereceğini, maddi yönden kimseye muhtaç etmeyeceğini söylüyordu. Annesiyle bazen apartman temizliğine gider, incecik beli fiş fiş eğile eğile iş görürdü. Bu çektikleri çileleri gören Mustafa:
“Anne merak etme. Bu çile bitecek. Seni bu sıkıntılardan kurtaracağım.” Derdi. Annesi yumuşacık elleriyle başını okşar, gülümseyerek başıyla “Evet” şeklinde işaret ederdi. İşaret dilinden her şey anlaşılıyordu. Bazen kelimelerin anlatamadığını işaretler çok iyi anlatır. Zeynep Hanım ilkokul mezunuydu. Anne babası, küçükken Kur’an okumayı güzelce öğretmişlerdi. O, namazlarını kılıyor, diğer ibadetlerini de ifa ediyordu. Çocuklarının da aynı şekilde namaz kılması için elinden geleni yapıyordu. Onları Kur’an öğrenmeleri için yaz kurslarına gönderiyordu. “Ağaç yaş iken eğilir.” atasözünü ilkokulda duyduğundan beri kulaklarına küpe yapmıştı. Onda annelik duygusunun verdiği evlatlarını koruma hissi muhteşemdi. Zeynep Hanım, fakir aile olmasına rağmen çocuklarının eğitimine titizlikle önem veriyordu. Kızı dâhil bütün çocuklarını okutmuştu. Ancak Ali okurken ailesini öyle zor durumlarda bıraktı ki anlatılamaz. Mustafa, sınıfları üstün başarıyla geçerek doktor oldu. Babasının hastalığına evin en büyük oğlu olarak şahit oluyordu. Babasının ağzından kan gelmesi, gün geçtikçe çaresizlikten erimesi onun doktor olmasında etkiliydi. İbrahim ise mühendis olmaya karar vermişti. O da bunu azmiyle başardı. Evlerinin nemli duvarlarının yaşattığı sıkıntılar, babasının bu daracık nemli evde hastalanması ve ölmesi onun mühendis olma karında etkiliydi. En küçükleri Şeyma Hanım ise hanım hanım bir öğretmen olmuştu. Kendileri gibi yoksulluk içinde yüzen ailelerin çocuklarını okutup onları hayata hazırlayacaktı. Gerçekten de dar gelirli bir ailenin çocukları için bu hedefler göz yaşartıcıydı.
Ali’nin bütün kardeşleri mesleklerini edinmişler, evlenmişler ve çoluk çocuğa karışmışlardı. Zeynep Hanım tam rahata kavuştum derken Ali onun mutluluğunun önünde engel gibi durdu. Onun arkadaş çevresi bozuktu. Gece yarılarına kadar gezer, geç vakitte eve dönerdi. Eve döndüğünde kimseyi uyanık bulamazdı. Herkes çoktan uykunun derinliklerine dalmıştı. Ali, gece yarıyı böldükten sonra bir yatardı, bu yatışla ertesi günün gündüzünden bir parça yakalayabilirdi. Annesinin öğütleri bir kulağından girer, diğerinden çıkardı. Anne yüreği işte hiç dayanır mı? Oğluna nasihat üstüne nasihat ederdi.
Anne Zeynep:
“Oğlum Ali! Eve geç dönme, başına bir şey gelir. İçki, sigara içme ve uyuşturucudan uzak dur. Bu zıkkımlar seni yiyip bitirir. Kimsenin çocuğuna değip dolaşma. Hırsızlık yapma. Doğru dürüst ol. Sakın ha yalan söyleme! Beni bu yaşımda karakol kapılarına iletme…” diye nasihat ederdi. Ama bütün bunları kim dinlerdi ki? Olsun yine söylüyordu Zeynep Hanım. Yuvayı emniyete alan anne, Ali’nin yanlış davranışlarından rahatsızlık duyuyordu.
Ali, iteleye iteleye Endüstri Meslek lisesini bitirdi. Düşünebiliyor musunuz? Doktorluğun, mühendisliğin, hukukun, siyasalın ve öğretmenliğin en alasını okuyacak Ali, liseyi zar zor bitirmişti. Bu bir anne için ne acı bir durumdu? Hayat zordu ama Ali bunu bir türlü anlamak istemiyordu. O, gününü gün eden, tam bir eyyamcı olmuştu. Saldırgan hareketlerde bulunuyordu. Kendisine söylenen her sözü yanlış anlıyor, ters ters cevaplar veriyordu. Hadi okumadı anladık da bir meslek sahibi olması gerekmiyor muydu? Endüstri Meslek Lisesi’nin elektrik bölümünden mezun olmuştu. Aslına bakarsanız geleceği parlak bir meslekti. Sınavlara biraz çalışsa ertesi gün memur olacaktı ama nerde? Bu durum Ali’nin ilgi alanına hiç girmiyordu. Onun emsalları okumuş ve meslek sahibi olmuşlardı. Zavallı anne, babasından kalma aylığının neredeyse yarsını Ali’ye harcıyordu. Diğer kardeşleri evden çoktan uçup gitmişlerdi. Vatanın çeşitli yerlerinden görev yapıyorlardı. Annelerine maddi destekte bulunuyorlardı. Ali’nin yersiz harcamaları ve gece hayatı vardı. Alkole de başlamıştı. Genç yaşta sigara ve alkol betini benzini sapsarı etmişti.
Ali, günlerin farkına varmıyordu. Günler ayları, aylar da yılları kovalıyordu. Annesinin dul kaldığı otuz beş yaşına merdiven dayamıştı. Hep evlenmekten kaçıyordu. Evlenip yuva kurmaktan ve bir aile olmaktan kaçıyordu. “Bunun sorumluğunu kaldıramam” diyordu. Çünkü yaşadığı hayat hayat değildi. Onun akranları evlenip çoluk çocuğa çoktan karışmışlardı.
Ali’nin kardeşleri Mustafa, İbrahim ve Şeyma annelerinin yaşadığı yere Ağustos ayında Kurban Bayramı tatiline gitmeye karar verdiler. Yaz günüydü. Her yer sıcaktan cayır cayır yanıyordu. Buram buram terliyordu insanlar. Bu kavurucu sıcak günde atletler, terden camcılık yaş olmuştu.
Kardeşler:
“Ana ocağında hep beraber kurban keselim ve sılayı rahimde bulunalım.” Dediler. Öyle de yaptılar. Uzun bir yolculuktan sonra kardeşler annelerinin yanına, baba ocağına geldiler. Bayram sabahı erkenden kalktılar, abdestlerini alıp bayram namazını kılmak için camiye gittiler. Bayram namazlarını huşu içinde kıldılar. Bayramlaştılar, el öptüler, yaşlıları ziyaret ettiler. Mezarlığa gidip babalarının mezarını ziyarette bulundular. Onun kabrinin başında Kur’an okuyup dualar ettiler. Kurban ibadetini eda ettiler. Bayram vesilesiyle bütün aile annesinin yanında toplanmıştı. Bayram tatili muhteşem geçiyordu. Yıllarca görmedikleri eş dostla bu bayramda görüşme fırsatı buldular. Bol bol sohbet edip hasret giderdiler.
Ali ve ailesi bayramın dördüncü günü yaşadıkları köyün çamlığına pikniğe gitmeye karar verdiler. Piknik için bütün hazırlıklar yapıldı, her şey en teferruatına kadar düşünüldü. Sallanmak için sağlam bir ip aldılar. Kurban etlerini, domates, biber, salatalık, patlıcan vb. aldılar. Yufka ekmeği ve taze yeşil mısırı almayı da unutmadılar. Kırmızı meşe közünün üzerinde et güzelce pişerdi. Mısır da patladıkça patlardı. Mısırın patırtıları çok uzaktan duyulurdu. Yiyecek içecek boldu.
Ailecek piknik yerine doğru yol aldılar. Yer yer tümseklerden, kuru derelerden çamın eteklerine doğru ilerlediler. Çam ormanının içine girdiklerinde hava birden değişti. Rüzgâr esmeye başladı. Çam sakızı kokusu gelmeye başladı. Kavak gibi uzayan çam ağaçları ormana güzellik katıyordu. Kurumuş çam ağaçları ve kütükleri yer yer önünüze çıkıyordu. Rengârenk topraklar, ufacık çam fideleri onları saran yeşil otlar vardı. Dere kenarına doğru sulak ve milek yerler vardı. Buraların çayırları yemyeşildi yazın ortasında. Ormanın güzellikleri arasında herkes mutluluktan uçuyordu. Aman Allah’ım! bu ne muhteşem bir havaydı? Nihayetinden buzdan daha soğuk, şifalı çam suyunun başındaki piknik alanına eşyalarını indirdiler. Piknik alanına oturmak için minder ve kilim vb. serdiler. Burası dölek bir yerdi. Dölek yerden sonra yan taraflar verepti. Çamlar birbirine kilitlenmiş güneşi göstermiyordu. Her şey bir yana çeşmeden akan su muhteşemdi. Burada hiçbir şey yemeseler, buranın havası ve buz gibi suyu yeterdi de artardı bile. Pınar öyle güzel akıyordu ki insanı mest ediyordu. Şarıl şarıl akıyordu. Karpuz ve kavunları buz gibi pınarın teknesinin içine attılar.
Herkes mutluydu. İnsanlar, uçan kuşlar, böcekler, karıncalar, fareler ormanın bu muhteşem güzelliğini doyasıya yaşıyorlardı. Bütün bu güzelliklere karşı Ali, umursamaz davranıyordu. Doğanın muhteşem güzelliğini görmüyordu. Zaten bu pikniğe zor gelmişti. Adeta buradan bir an önce kaçmak istiyordu. Herkes yiyecek ve içecekleri hazırlamak için harıl harıl çalışıyordu. Kimi odun topluyor, kimi ateş yakmaya çalışıyor, kimi sebzelerle uğraşıyor, kimi de et işini halletmeye çalışıyordu. Kimi semavere su çekiyor, kimi meşrubatları buz gibi suyun içine atıyordu. Yapılan bütün bu işler büyük bir ahenk için de zevkle yapılıyordu. Ormanda yangın çıkmasın diye büyük özveri gösteriliyordu. “Aman dikkat edin ha! Allah korusun güzelim ormanımız yanmasın.” Diye birbirlerine ve çocuklara bu konuda sıkı tembihte bulunuyorlardı. Ali, onlar çalışırken sıkıldı ve: “Şöyle çamlıkta bir dolaşayım.” Diye içinden geçirdi. Onlara: “Ben, yukarı ormanın içlerine doğru gidip şöyle biraz dolaşacağım.” Dedi. Kardeşleri, yeğenleri ve annesi onun sigara içeceğini ve alkol alacağını düşündüler. Aslına bakarsanız böyle düşünmekte de haklıydılar. Çünkü bunu her gün yapıyor ve vücudunu zehirliyordu. Ali, yavaş yavaş ailesinin yanından çam ormanın derinliğine doğru yolculuğa koyuldu. Yalnızdı. Ona arkadaşlık eden sadece ormanın sevimli çam ağaçları ve zar zor görünen havadaki bulutlardı.
Ormanda yürümek gerçekten zordu. Burada yürümek bir sanattı. Adımlarınızı dikkatli atmalısınız. Tırmandığınız yerden kendinizi bir anda çukurda bolalabilirsiniz. Bastığınız kozalaklar kayıyor. Çamın kurumuş ve sararmış iğne yaprakları sizi kızak gibi kaydırıyor. Ormanda engebeli ve verep yerler var. Burada çok dikkatli yürümelisiniz. Ali, bir adım atarken diğer adımının hesabını yapıyordu. Yoksa bir talihsizlik yaşayabilirdi. Çamların dibi kozak kaynıyordu. Kurumuş iğne gibi batan yapraklar canınızı yakabilirdi. Bu yüzden çok dikkatli yürümelisiniz. Ali yürüyor, bütün ağaçlar onu selamlıyordu. Özellikle karaçam ve sarıçamlar. Meşeler de bundan mahrum kalmıyordu.
Ormanın büyüleyici güzelliği Ali’yi cezbediyordu. Yaptığı bütün yanlışların yanında içinde bir kuytuya saklanmış merhamet ve iyilik mevcuttu. Asıl olan onu ortaya çıkarmaktı. Ali yürüyor, yürüdükçe düşünüyordu. Tefekkür dünyasına dalıyordu. Daldıkça kendisiyle yüzleşiyordu. Babasının ölümü, annesin dul kalması ve kardeşlerinin çileler içinde okuyup meslek sahibi olmaları onu hep düşündürüyordu. Kendisinin neden bu halde olduğu düşüncesi, ormanın derinliklerinde karşısına çıkmıştı. Bu duygularla yürürken nereye bastığını görmeden ve hesap etmeden yürüyordu. Dembil dembil yürürken önüne bir kayalık yer çıktı. Bu kayalık yeri aşmalıydı. “Acaba buraya nasıl çıkarım?” diye düşündü. İlkönce elindeki içki şişesini kayalıklara öyle fırlattı ki bu çarpmanın yankısı tâ uzaklardan duyuldu. Bu anda vermiş olduğu ani kararla içine hapsolan bu illetten sonsuza dek böylece kurtuldu. Ancak diğer elindeki sigara yanıyor, dumanları bulutlarla buluşuyordu. Zehri ise içine akıyordu. Kayalıklara tırmanmaya başladı. Tırmanmak zordu. Eliyle taşlara tutunarak çıkmalıydı. Öyleyse kendisini boğan, öksürten ve zehirleyen sigarasını ne yapmalıydı? İki eliyle birlikte kayalıklara tutunarak tırmanmalıydı. Ama bunu nasıl yapmalıydı? Kayalıklar dosttu ancak kendisine dost olmayanları kucaklayamazdı. Sigara ağzındayken tırmanamazdı. Yukardaki düzlüğe çıkmanın yolu da buradan geçiyordu. Tefekkür dünyasına dalan Ali:
“Bu lanet sigaranın bana ne faydası var? Parasını el alıyor, dumanını yel alıyor, bana da zehri kalıyor. Ben, göz göre göre kendimi zehirleyemem.” Dedi. Sigarasını kayalıkların eteğinde söndürdü ve kendi kendine söz verdi:
“Ben çok iyi bir insan olacağım. Rabbimin emirlerine uyacağım, nehiylerinden kaçınacağım. Bismillah” diyerek kayalıkları tırmanmaya başladı. O, pikniği, et yemeyi çoktan unutmuştu. Burada elde etmiş olduğu manevi mutluluğun tadını bırakmak istemiyordu. Kayalıkları büyük bir azimle tırmanan Ali, düzlüğe çıkınca bir nefes aldı. Ellerinde kayaların izi kalmıştı. Avuçları kıpkırmızı olmuş, kan oturmuştu. Olsun önemli değildi, sonuçta istediği yere çıkmıştı ya! Kayalıkları çıkınca oturdu, etrafa şöyle bir baktı. Sararmış kuru otlar efil efil esiyordu. Kuşlar ötüyordu. Rüzgâr yüzünü okşuyordu. Saçları dalga dalga esiyordu. Yükseldikçe hava daha da güzelleşti ve bir o kadar da serinledi. Ali, oturduğu yerde yine tefekkür dünyasına daldı. Sonra ayağa kalkarak çam ormanının yoğun istikametine doğru yürüdü. O, yürürken ormanın derinliklerinde dev bir karınca yuvası gördü ve oraya doğru ilerdi. Geçtiği yerde bu yuvadan bir kaç tane görmüştü ancak dikkatini bu kadar çekmemişti. Karıncalar, burada adeta koca bir şehir kurmuşlardı. Aileler, komşular, mahalleler hep bir aradaydı. Burası karıncalar şehriydi. Kuru çamın dikenli yapraklarını üst üste getirerek büyük bir yuva yapan karıncalar gerçekten de mutluydular. Sayıları milyonları buluyordu.
Ali:
“Karıncalar bu kadar mutluyken acaba ben ve ailem neden mutlu değiliz? Diye düşündü. Karınca yuvasının önünde bir müddet kaldı ve düşüncelere daldı. Karıncaların o dev yuvada hareketlerini epeyce izledi. Bütün karıncalar harıl harıl çalışıyordu. İnsanlar da çalışıyorlardı, helal rızık kazanmak ve evlerini geçindirmek için. Karıncalar arasında babasının sırtından geçinen yoktu. Herkes helal rızık peşindeydi. Ali ormanda bir başka geziyor, her gördüğünü anlamlandırıyordu. Daha önce defaatle geldiği ormanda hiçbir şey dikkatini çekmemişti. Ama şimdi öyle mi? Esen rüzgâr bile başka esiyordu. Çamın iğne yaprakları adeta ıslık çalıyordu. Güneşin sevimli ışıkları ormanın dibine ulaşamıyordu ancak arada bir göz kırpabiliyordu. Ağaçlar konuşmaya başlamıştı. Ormanların dilinin olduğu Ali’nin hiç aklına gelmezdi. Ormandaki bütün ağaçlar, otlar ve kuşlar Ali ile hep sohbet ediyorlardı. Ali’nin en iyi dostu orman olmuştu. Kuru meşe yapraklarının haşırtısı en güzel şarkıları mırıldıyordu. Karıncalar en mükemmel mimarlardı. Arılar ve böcekler dans ediyordu. Çiçekler gülüşlerin en güzelini gösteriyordu. Anlamsız olarak gördüğü her şey büyük bir tebessümle Ali’yi selamlıyordu. Ali mutluydu. Babası öldükten sonra hiç bu kadar mutlu olmamıştı…
Ali, kaygan zeminin üzerinde ve girift halde bulunan kozalakların üzerinde heyecanla yürümeye devam ediyordu. Adeta yeniden doğmuştu. Sanki bu zamana kadar hiç yaşamamıştı. Otuz beş yıllık ömür yeniden başlıyordu. Sıcak hava yürümesini engelliyordu. Ama o inadına yürüyordu. Bütün zorlukları aşacaktı.
Ormanda bulunan canlı ve cansız bütün varlıklar:
“Arkadaş dinlene dinele git. Kendini yorma. Etrafı güzelce izle ve tefekkür et. Bizim güzelliklerimizi görmeyi unutma! Bizim ruhumuzun derinliklerine in. Bizim seninle sohbete çok ihtiyacımız var. Ne olur bizi es geçme!” dercesine yalvarıyordu. Baktığı canlı cansız bütün varlık gülümsüyordu. Ali; yaşlı, olgun, deneyimli ve tecrübeli bir karaçam ağacının dibine oturdu.
Yaşlı ağaç:
“Hoş geldin delikanlı. Beni onurlandırdın. Benim sohbet etmeye çok ihtiyacım vardı. İyi ki geldin. Sen ne kadar güzel bir insansın.” Dedi. İlkönce çekingen davranan Ali, zamanla açıldı ve yaşlı ağaçla hayli sohbet etti. Yaşlı ağaç da onu güzelce misafir etti. Ağacın gölgesine boylu boyunca uzandı ve derin bir nefes aldı. Ağacın gölgesi serindi, hafifçe de rüzgâr esmeye devam ediyordu. Gözleri mavi gökyüzündeydi ancak ağaçların kararlığı gökyüzünü göstermiyordu. Ağaçlar adeta etten bir duvar örmüştü.
Ali, başını bir an kaldırdı ilerideki çam öbeklerinin tepesine doğru baktı, bir de ne görsün? Gördüğü şey büyük bir kartal yuvasıydı. Heyecanla oturumunun üzerine geldi ve kartal yuvasını bir süre baktı. İlgisini çeken bu yuvayı sevinç ve hayretle izlemeye devam ediyordu. Yuvadan anlaşılması güç, ince sesler geliyordu. Bu sesler, sevinç ve neşe sesleriydi. Kulağa gelen bu ses kartal yavrularının hayat yüklü sesleriydi. Kartal yavruları annelerini ufukta görmüşlerdi. Başlarını kaldırıp kaldırıp annelerine bakıyorlardı. Annelerinin gelişini dört gözle bekliyorlardı. Hepsi birden ağzını açmış “anne, anne” diyordu. Bu mutluluk sesleriydi. Bu kanatların altındaki mutluluktu. Burada görmüş olduğu anne sevgisi, Ali’nin ciğerini doğradı. Annesine çektirdikleri aklına geldi ve bin pişman oldu. Annesi onun yanında rahat edememiş, abilerinin ve kız kardeşinin yanına gitmişti. Çünkü annesine dirlik vermiyordu. Ali’nin yanına Kurban Bayramından birkaç ay önce gelmişti. Annesine karşı yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu kartal yuvasının eteklerinde anladı. Sonuçta bu da güzeldi. Zararın neresinden dönersen kardır. Geriye kalan sana gerçek yar mı desem yardır. Ali, mutluluğu kartal yuvasının eteklerinde yakaladı.
Anne kartal, süzülerek mutlu yuvasına doğru yaklaştı. Gagasında getirdiği yiyecekleri ağızlarını açan yavrularına adaletli bir şekilde dağıtarak yedirdi ve onları iyice doyurdu. Annelik buydu işte. Aslına bakarsanız bütün anneler böyleydi. Ali’nin annesi de kendilerine böyle bakmıştı. Çocuklarının karınları doymuştu. Onları, aç susuz bırakmamış ve muhannete muhtaç etmemişti. Kartal yavruları artık mutluluk şarkısı söylüyorlardı. Yavrular: “Anne Anne Anne” diye ağızlarının açıldığı kadar bağırıyorlardı. Bu bağrışmalar; özgürlüktü, hürriyetti, mutluluktu, neşeydi, aileydi ve hayattı… Anneleri yuvaya sükûnetle indiğinde koynuna giren yavrular, mutluluktan uçuyorlardı. Ali, onları daha yakından izlemek için yuvanın dibine doğru ilerledi. Anne içgüdüsü hiç boş durur mu? Ali’nin yuvaya yaklaştığını sezen kartal yuvadan ok gibi fırladı. Yükselerek yuvasının ve yavrularının üstünde pervane gibi dönmeye başladı. Daireler çizdi mavi gökyüzünde.
Kartal, Ali’ye:
“Genç adam! Buradan derhal kaybol. Canım pahasına, yuvamdaki yavrularımı korurum ve canımı veririm. Yavrularıma zarar gelmesine izin vermem. Çek git yoluna…” Mesaj veriyordu. Ali’ni üzerine; paralel, çapraz, alçaktan ve yüksekten uçuşlar yaparak onu yavrularının yanından uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ancak Ali, iyi niyetliydi. Durumu çabuk fark etti ve oradan uzaklaştı.
Ali, çam ormanın eteklerinde dolaşmaya devam etti. Yüksek yerden aşağı doğru ilerledi. Aman Allah’ım! Bir de ne görsün, ormanın derinliklerinde mini yeşil vadiyi andıran mevkide bir çeşme suyu vardı. Bu çeşmenin suyu buz gibiydi. Az akıyordu ama suyu muhteşemdi. Bu sudan kana kana içti. Rabbinin verdiği nimetlere şükretti. Abdest aldı, alnı hiç secdeye gitmeyen Ali, namaz kılmaya başladı. Namazın arkasından Yüce Rabbine duaların en güzelini yaptı. Bu zamana dek yaptıklarının pişmanlığını yaşadı. Kötü olan bütün alışkanlıklarını terk edeceğine dair Rabbine söz verdi. Artık Annesini üzmeyecekti ve abilerine karşı daha anlayışlı olacaktı. Kız kardeşinden esirgediği sevgiyi ona bol bol verecekti…
Ali’nin ailesinin yanına dönme vakti gelmişti. Ailesi piknik yiyeceklerini güzelce hazırlamışlar ve Ali’nin gelmesini bekliyorlardı. Onun geç kalması onları endişelendirmişti. Nihayetinde Ali geldi, kurulu sofraya oturdu. Yiyeceklere besmele çekerek başladı. Bu durumu gören herkes, birbirine bakarak hayretlerini gizleyemediler. Çünkü daha önce böyle yapmazdı Yemekler güzelce yendi, meşrubatlar içildi. Karpuzlar kavunlar doğrandı yendi. Semaver çayı içildi kana kana. En sonunda mısırlar meşe közü üzerinde patlatıldı doyasıya yenildi. Yiyecek ve içeceklerden sonra dualar yapıldı. Çocuklar doyasıya eğlendiler. Salıncak kurup güzelce sallandılar. Çam sakızının kokuları herkesi büyüledi. Oksijenler depolandı. Çam ağaçlarının gölgesinde uyuyanlar uyudu, sohbet edenler sohbet ettiler. İkindi namazını da burada cemaatle eda ettiler. İkindi namazından sonra etli gilik yaptılar ve buz gibi ayranı katık yaparak yediler. Vakit hızla ilerliyordu. Ormanın içinde biraz yürüyüş yaptılar. Akşam vakti yaklaşmıştı. Güneş gelep gelep ufuktan aşmaya başlamıştı. Mutlu ailenin artık dönüş zamanı gelmişti. Evlerine dönüş başladı. Huzur ve mutluluk içinde evlerine döndüler.
Annesi tatil bitiminde Ali’nin abileriyle gitmekte kararlıydı. Ancak Ali annesinin gitmemesi ve kendi yanında kalması için yalvardı. Kendisi bekârdı ve annesine daha çok ihtiyacı vardı. Onun bütün kardeşleri Ali’nin bu talebini olumlu karışladılar. Herkes, bayram tatili bitiminden sonra çalıştıkları illere gittiler. Ali, kocaman evde annesiyle baş başaydı. O artık mutlu ve huzur doluydu. Ali, bir gün akşam yemeğinden sonra tavşankanı çayını yudumlarken annesine: “Anneciğim seni çok üzdüm, hakkın helal et.” Dedi. Anne, evlat bir birini sarılarak hem ağladılar hem de bunca yıllık kırgınlığı attılar. Hiç et tırnaktan ayrılır mı?
Ali utana sıkıla:
“Anneciğim! Ben evlenip yuva kurmak istiyorum.” dedi. Bu annesinin yıllarca beklediği sözlerdi. Bu sözleri ne zaman söyleyecek diye hep bekledi ve durdu. Annesi çok şaşırdı onun bu isteğine. Yıllarca ısrar etmesine rağmen oğlunu evlilik konusunda bir türlü ikna edemiyordu.
Zeynep Hanım:
“Oğlum ne güzel. Ben senin bir yuva kurmanı istiyorum. Mürüvvetini görmek istiyorum. Çoluk çocuğa kavuşmanı istiyorum. Ben, senden torun istiyorum torun.” dedi. Ali, bu arada üniversiteyi dışardan okuma kararı aldı. Sosyoloji bölümünü okumaya karar verdi. Üniversitede sosyoloji bölümüne kaydoldu ve okumaya başladı. Azmin elinden hiçbir şey kurtulamazdı. Yeter ki sen azmet ve iste. Allah sana kat kat verir…
Ali ve annesi kız araştırdı. Âşık olarak evlenmek hayaliydi ancak yaş otuz beşe gelmiş emsali kızların çoğu evlenmişti. Yine de aşk konusunda o ümidini kesmemişti. Ali, bir gün şehrin kenar mahallesinde arabasıyla gidiyordu. Ama çok dalgındı. Önüne aniden bir ihtiyar çıktı. Ne kadar firen yaptıysa da ihtiyara çarpmaktan kurtaramadı arabayı. İhtiyar, arabanın önüne kil gibi yığılmış, ağzı burnu alkanlara boyanmıştı. Ali, arabasını derhal durdurdu. Yerde yaralı yatan ihtiyarı arabasına alarak hızla hastaneye hareket etti. Yaşlı adamın telefonu bile yoktu. Ailesi kimdi? Nasıl haber verilecekti? Bunlar cevapsız sorulardı. Yaralı ihtiyarın iyileşmesi için doktorlar bütün müdahaleyi yapıyorlardı. Şükür ki Allah’a kalıcı hasar oluşmadan kazayı atlatmıştı. İhtiyar kendine geldi.
Doktor:
“Amca ismin nedir?” dedi.
Yaralı ihtiyar:
“Feyyaz” cevabını verdi.
Doktor:
“Feyyaz amca geçmiş olsun. Kazayı ucuz atlattın. Allah seni korumuş. Bir daha yoldan karşıya geçerken çok dikkatli ol. Yaya geçitlerini kullan.” Dedi. Emniyet mensupları Ali ve Feyyaz amcanın ifadelerini aldılar. Feyyaz Amca; “Kaza konusunda kendisinin hatalı olduğunu dalgınlıkla kırmızı ışıkta geçemeye çalıştığını” söyledi. Bütün bu ifadeler tutanaklara geçti. Doktor hastanın yanından çıkarak kapının önünde heyecanla bekleyen Ali’ye:
“Hastanın yakını siz misiniz?”
Ali birden:
“Evet, hocam”
Doktor:
“Bak delikanlı! Feyyaz Amca’yı biraz müşahede altında tutacağız. Sonra taburcu ederiz beraber gidersiniz” dedi. İhtiyarı yalnız bırakmayan Ali, eczaneden onun ilaçlarını aldı. Doktor Beyin de müsaadesini alarak Feyyaz Amca’yı müşahede odasından çıkardı ve taburcu etti. Ali, kollarına girerek arabasına kadar götürdü ve arabasına bindirdi. Arabasıyla Feyyaz Amca’nın evinin yolunu tuttu. Kazasız ve belasız Feyyaz Amca’nın evine ulaştılar. Ali, büyük bir itina ile Feyyaz Amca’yı arabadan indirdi ve koltuğuna girerek evin kapısına kadar yürüdüler. Kapıya küt küt vurdular. Sesi duyan Feyyaz Amca’nın karısı Zahide kapıyı açtı. Annesinin arakasından gelen otuz yaşlarında bir genç kızın yarı yüzü gözüküyordu. Kız yaşmak çalmıştı. Ali bir ara kız ile sadece göz göze gelebildiler. Feyyaz Amca’nın hanımı Zahide kapıyı araladı. Zahide Hanım, kızı Züleyha’ya:
“Kızım babana koltuğu hazırla” dedi. Kocasının durumunu gürünce endişelendi.
Zahide Hanım:
“Beyim neyin var böyle?” dedi.
Feyyaz Amca:
“Hanım hele sabırlı ol. Endişelenme. Evde ben sana başımdan geçenlerin hepsini anlatırım.” Dedi. İhtiyar eşikten içeri girdi. Ali duraksadı, eve girmek istemedi. Feyyaz Amca’dan müsaade istedi gitmek için.
Feyyaz Amca:
“Oğlum Ali! Ben seni gececinin bu karanlığında aç ve susuz hiç gönderir miyim?” dedi. Ali’yi eve yemek yemesi ve çay içmesi için aldı. Hepsi birden içeri geçtiler. Hasta yatağı ayarlandı. Anne ve kız yemek ve çay hazırlığına çoktan başladı. Nefis yemekler hazırlandı ve yendi. Tavşankanı çaylar içildi. Ali göz ucuyla evi şöyle bir göz gezdirdi. Bu ailenin fakir olduğu her yerinden belli oluyordu. Fakir yemeğiydi ancak çok tatlıydı. Ali ile Züleyha yemek ve çay servisinde birkaç kez göz göze geldiler. İkisinin de bakışlarından kalplerine akan bir his ve heyecan vardı. Kalpleri küt küt atıyordu. Hatta Züleyha heyecanından elindeki bardakları düşüre yazdı. Aslında o kadar kız görmüştü ama bu duyguyu hiç hissetmemişti. Züleyha; uzun boylu, mavi gözlü, karakaşlı güzel bir hanım kızdı. Yemenisi çok yakışmıştı. Yemeniyi yaşmak çalmıştı alnından.
Ali:
“Böyle güzel hanım kız şimdiye dek neden evlenmemişti?” diye düşündü. Aslına bakarsanız, onun dünürcüsünün de sayısı belli değildi. Amirinden, memurundan çok dünürcüsü gelmişti. O hepsine de “yok” demişti. Hatta annesi:
“Kızım gelen güzel kısmetlerini hep geri tepiyorsun. Evde kalacaksın.” Diyordu. Ancak o bunları önemsemiyordu. O da Ali gibi üniversiteyi dışardan okuyordu. Ancak Ali’den önce başlamıştı üniversite okumaya. Onun okuduğu psikoloji bölümüydü.
Ali’nin Feyyaz Amca’nın evinden ayrılma zamanı geldi. Müsaade isteyerek heyecanla evden ayrıldı. Vakit o kadar ilerlemişti ki ancak sabaha karşı evine ulaşabildi. Annesi uyumamıştı. Oğlunun yollarını bekliyordu. Ali eve ulaştığında annesi Zeynep:
“Güzel oğlum! Nerde kaldın Allah aşkına! Seni bekleye bekleye ağaç oldum. Ben seni ne kadar çok ne merak ettim biliyor musun?” dedi.
Ali:
“Anneciğim özür dilerim. Çok yorgunum. Şimdi sabah namazımı kılıp hemen uyumak istiyorum. Başımdan geçenleri dinç kafayla sana sabah detaylıca anlatırım.” Dedi. O, uzun bir uykunun derinliklerinde kayboldu. Gözünü yumar yummaz rüyasında Züleyha’yı gördü. Öğleye doğru gördüğü rüyanın etkisiyle uyandı. Aslına bakarsan daha çok uyuyacaktı. Züleyha’nın heyecanıyla uyandı. Annesi erkenden kalkmıştı. Biricik oğlu için güzle bir kahvaltı hazırlamıştı. Anne oğul, öğle namazlarını cemaatle kıldılar ve kahvaltılarını yaptılar. Ali heyecandan kıpkırmızı olmuştu. Kalbi küt küt atıyordu. Annesi bu durumu fark etmişti ancak Ali’nin yorgun olmasından dolayı soramamıştı. Ali, bütün cesaretini topladı ve başından geçenleri tek tek annesine anlattı.
Ali:
“Anneciğim sonunda senin istediğin gelin kızı buldum. İnşallah hayırlısıyla isteyelim.” dedi. Annesi sevinçten uçuyordu. Yüce Allah’a dua üstüne dua ediyordu. Allah, Zeynep Hanım’ın dualarını kabul etmişti. Ali Züleyha’ya âşık olmuştu hem de bu yıldırım aşkıydı. Züleyha da ona sırılsıklam âşık olmuştu. İki genç birbirlerini delicesine seviyorlardı. Bir kaç gün sonra Feyyaz Amca’ya geçmiş olsuna gittiler. Annesi böylelikle Züleyha Hanım’ı yakından görecekti. Zeynep Hanım, Züleyha kızı burada iyice gördü. Efendiliğine, kibarlığına, zarafetine, temizliğine ve ahlaklı olduğuna bizzat şahit oldu. Kızın maşallahı vardı elinden her iş geliyordu.
Zeynep Hanım:
“Aman Allah’ım! Bu benim tam istediğim gelin kız dedi. Bu helal sütü emmiş hanım hanım bir kız benim tam istediğim gelin kızdır.” Dedi. Yemekler yendi, çaylar içildi. Ana oğul, müsaade isteyerek Feyyaz Amca’nın evinden ayrıldılar. “İnşallah bir daha yakın zamanda ziyaretinize geliriz.” Demeyi de ihmal etmediler. “Siz de bize gelmeyi unutmayın.” Dediler ve evden sevinçle ayrıldılar.
Aradan bir müddet zaman geçtikten sonra Ali ve annesi Züleyha’yı istemeye gittiler. Çaylardan sonra Zeynep Hanım:
“Sadede gelelim. Biz, Allah’ın emri Peygamberinin kavliyle kızının Züleyha’yı oğlumuz Ali’ye istiyoruz.” dedi.
Kızın anne ve babası:
“Biz, kızımıza bir danışalım. Evet derse bize de hayırlı olsun demek düşer.” dediler. Kızlarına danıştıklarında Züleyha “Evet” demişti. Ali ve annesi sevinçten uçuyordu. Yetim Ali, artık evelenecek, yuva kuracak ve çoluk çocuğa karışacaktı. Bütün bunlar aklından geçip duruyordu. Kız ve erkek tarafı: “Hayır işini uzatmamak gerekir. En kısa zamanda gençlerin nişan ve düğünlerini yapalım. Hatta nişanla düğün aynı olsun. İki masraf çıkmasın.” Dediler. Her iki ailede düğün hazırlıklarına başladılar ve kısa sürede de tamamladılar. Nihayetinde Ali ve Züleyha evlendiler, muratlarına erdiler. Her iki genç yıldırım aşkıyla birbirini hem sevmişler hem de görücü usulünü terk etmemişlerdi. Gençler ve Anne babalar mutluydular. Her iki aile de huzur içindeydi. Ali ve Züleyha’nın mutluluklarına diyecek yoktu. Bu mutlu evliliklerinden Ali ve Züleyha’nın nur topu gibi üç kızı oldu. Onlar artık mutlu yuvanın birer ferdi oldular.
Ali ve Züleyha üniversiteyi kısa sürede bitirdiler. Memurluk için ikisi de sınavlara girdiler. Girdikleri bu sınavlardan çok yüksek puan aldılar. Onlar artık memurluk için tercih yapabileceklerdi. Memurluk için tercih etme zamanı gelmişti. Aralarında karar verdiler. Aile ve Sosyal Politikalar bölümü için tercihte bulundular. Tercihleri açıklandığında ikisi de mutluluktan göklere uçuyordu. Evet, sonunda ikisi de tercih ettikleri yeri kazanmışlardı. Onlar artık birer devlet memuruydular. Anneleri Zeynep Hanım da onların ayrılmaz bir parçasıydı. Ali ve Züleyha işlerini iyi seviyorlar ve alanlarında yükseliyorlardı. Ali, İl Aile ve Sosyal Politikalar müdürlüğüne kadar yükseldi. Züleyha da görevine gece gündüz demeden devam ediyordu. İl bazında herkes onları çok seviyordu. Görevlerini hakkıyla yapıyorlardı. Bu devirde böyle çalışan çok az bulunurdu. Allah şahittir ki ikisinin de evlilik ve iş hayatında “Maşallahı” vardı.
Ali ve Züleyha’nın bir amacı vardı. Acaba onların asıl amacı neydi? Onlar; evsiz barksız olanların yuva kurmalarını sağlamak, yetim öksüz çocuklara anne baba olmak, eşinden ayrılmak isteyen aileleri bir arada tutmak, ayrılanlara da yer yurt bulmaktı. Ne güzel bir görevdi. İşte vatan millet aşkı buydu. Kutsal görev buydu. Aileyi bir arada tutmak buydu. Onlar, işlerini çok seviyorlardı. İşleri de onları çok seviyordu. Kimsesizlerin kimsesiydiler. Her yetimin, öksüzün, anne ve babasıydılar. Onlar yuva yapan kuşlardı. Yuvasız yavrulara yuva yaparak onları mutluluğun kanatları altına alıyorlardı. Kanatlarının altına giren herkes mutluydu. Yuva kuruyorlar ve aileyi koruyorlardı. Aile yuvadan oluşur, devlet de aileden oluşurdu. Aileyi diri tutulalım ki devlet diri ve güçlü olsun. Kanatların altındaki mutluluklar, vatanımın her karış toprağında devam ediyordu…
23.02.2021
Yozgat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.