- 501 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
BİR GECE DÜŞÜ
Tabi ki bir sanat yapma iddiasıyla yola çıkmadım. Ben de herkes gibi sevdiğim işleri yapmaktan çok keyif alan, sevmediği işlerden çok fazla hoşlanmayan, hatta sevmediğim işle meşguliyeti zül sayan biriyim. Okumayı seviyordum, fazla konu etmeyeceğim çünkü burada çok yazdım çeşitli bahanelerle, ama delicesine sevdiğimi söyleyerek devam edeyim. Çaprazlama bir çok dalda okumalar yaparken, yolum sık sık şiire de çıkıyordu. Tarih, edebiyat ve sosyoloji ağırlıklı okumayı seviyordum. Bir şiir yanımın olduğunu da çok erkenden keşfetmiştim fakat yazmıyordum, içimde taşıyordum ne kadar taşıyabilirsem. Bir çok bakımdan olduğu gibi bu bakımdan da danışacak, görüşecek bir rehberim olmadığı içindir ki, yazmaya cesaret edemiyordum. Bu cesaretsizliği mi kendi ellerimle kırdım, yazmaya başladım, bu defa da yazdıklarımı kimseyle paylaşmıyordum. Ama sadece şiirde yazmıyordum, bir çok konuda yazılarda yazıyordum, hatta bir piyes bile yazmaya kalktım, yazdım da. Tabi ne kadar piyese benzedi ben de bilmiyorum. Ama yazdım. Sonra dedim ki kendi kendime; iyi güzel yazıyoruz da sonunda ne olacak? Yazıp rahatlıyordum, içimi boşaltıyordum iyi de ne? Niçin yazılır bir yazı, yahut şiir? Bu soruyu sıkça sormaya başlayınca, burada da kırılması gereken bir şeyler olduğunu gördüm. Bunu da kırmam gerekiyordu. Bu dediklerimi seksenli yılların içinde daha yoğun yaşar oldum ve yazdıklarımın gün yüzüne çıkması gerektiğine kendimi ikna ettim bir gece. O günün dergilerine göndermeyi denedim. O günler sadece kitap değil bir çok dergi de takip ediyordum. Sonuçta dediğimi yaptım ve kısa sürede de karşılıklarını almaya başladım. Şiirlerim bir çok mahalli dergide problemsiz yayınlanıyordu, sonra yurt çapında yayınlanan dergileri denedim, onlarda da bir kaç şiirim çıkınca, doğrusu kendime de güvenim arttı. Galiba ben bu işi beceriyorum dedim. Bunlarla da yetinmedim; şiirde hiç denemedim ama diğer dallarda yarışmalara katıldım; araştırma, makale türü; Buradan da bir birincilik, bir ikincilik, başka bir yarışmadan bir mansiyon alınca, bu anlamda da fena değilmişim diye daha bir güven tazeledim. Artık kim tutar beni...
Bir gün okumakta olduğum yüksek okulun kütüphanesini geziyorum, yeni çıkan kitaplara öylesine bakarken; "Yunus Emre’ye Şiirler" diye bir antolojiye elimi uzattım, ah bir de ne göreyim, benim şiirim! İnanılmaz mutlu olduğumu söylemeliyim. Bunlar benim o günlerimde gerçekten çok önemli şeylerdi. Bir yandan okumaya, bir yandan da yine yazmaya devam ediyor, bunlarla da yetinmiyordum; mesela Torum’da kendi çapımda bir konferansa yeltendim. Bafra’da bir televizyon sohbeti gerçekleştirdik, yetmedi; üç beş şair arkadaş bir araya gelerek; "Birinci Bafra Şiir Şölenini" düzenledik. Korkular içinde bu organizasyona girerken, zaferle çıktık. Kimse gelmeyebilir diye hesaplar yaparken, gelenlerin bir çoğu ayakta kaldı. O günün ilçe yetkilileri hakkımızda çok güzel sözler söyledi. Doğrusu bunlar bizi daha bir havalandırdı desem yeridir. Bütün bunlar olup biterken, bir şairlik iddiası gerçekten taşımadığım gibi aklımın ucundan bile geçmiyordu, ben kendimce, şiir diye bir şey var ve ben de onu arıyorum, halen yaptığım da bu aramaktan ibarettir. Sonra aklıma bir kitap düşürdüm. Hasbelkader ayağımızın düştüğü bu edebi ortamlarda kitabın var mı diye soruyorlardı, biz de yok diye cevap veriyorduk. Yine kendimce bir karar aldım, yok yerine var diyeceğimi kendi kendime söz verdim. Söz verip de yapmazsam beni inanılmaz rahatsız eder ki, kendime verdiğim sözler de buna dahildir. Kitap işinin nasıl bir macera olduğundan inanın zerre miktarı haberim yok. Yine kendimce bunun alt yapısını oluşturmaya başladım; bir ressam arkadaşa kapak resmini ben tasarlayıp verdim, o bir yandan yürürken, ben de yayınlayacağım şiirleri çıkartıyor, ayırıyor, biraz da elden geçiriyordum. Bunu da bitirdim, sıra bir isim koymaya geldi, her şey hazırmış da yalnız ismi kalmış gibi. Bir gece; "Ateşle de Gülüm Sulanır Benim" dedim gitti. Bu aslında bir şiirimden alınmış mısraydı, sonra bir çok şairin de böyle yaptığını fark ettim. Ancak, buna bir dostumdan itiraz geldi, o "de" yi kaldır dedi, gereksiz; "Ateşle Gülüm Sulanır" de dedi. Ben de kabul ettim, kitap ismimiz de konulmuş oldu. Kendi imkanlarımla götürüp matbaaya verdim. Bir gün matbaadan aradılar ve kitap tamam dediler. İnanmazsınız ayaklarım yere almadan koştum. Görünce inanılmaz sevindim, ama, malzemede kucakta taşınacak gibi değil, bir taksi tutup eve getirdim ve o gece şöyle duvara yukarı dizip onları seyrettim. Başarmıştım...Bunun hem kendim için, hem de çevrem için şöyle bir katkısı oldu; ya bu kitap bizler içinde çıkartılacak bir şeymiş, fazla gözümüzde büyütmeye gerek yok. Bunu hem kendim, hem de yakın dostlarım için kırmış oldum ki, bundan sonra sadece benim köyümde dört kitap yayınlanmış oldu. Bunu anlamak için bir an şöyle düşünmek yeterli. Düşünün ki, ülkemizin kırk binin üzerinde köyü var ve her köyde dört kitap basılıyor. Müthiş bir şey...Bu anlamda bir öncülük yaptığımı düşünüyorum...
Aletin başına oturduğumda böyle bir yazı aklımın ucundan bile geçmiyordu. Rahmetli Bahaeddin KARAKOÇ’dan bahsedecektim kendimce. Anlatacaktım ama bunu da bir yere oturtmam gerekiyordu. Şu ana kadar yazdıklarım aslında bundan ibaret. Okuyordum, yazıyordum, yayınlıyordum; bunların hepsi güzel. Tabi kitapları, şiirleri okuyunca, yazarlarını ve şairlerini de yakından tanımayı insan istiyor ve merak ediyor. İstemeyi anladım da bu merakın nedenini biraz düşündüm; galiba kendimizi daha iyi tanımamıza faydası olacak, mukayese imkanı doğuracak zannıyla bu merakın oluştuğunu var saydım sonradan. Biraz da haklı mıyım ne. Bu günlere geldiğimde, Necip Fazıl KISAKÜREK’i Kayseri’de bir balkondan konuşurken on metre yakından izlemiş, dinlemiştim. Tamamen bir tesadüftü. Çok şık, capcanlı yuvasında fıldır fıldır dönen gözleri vardı, konuşurken ağız ve dudak hareketleri de buna eşlik ediyordu. Şiir okumuyor, siyasi bir konuşma yapıyor, ama ilk yakından tanıdığım şair oluyordu. Okurken, yazarken, Necip Fazıl ile bir çok yerde yolum kesişti, bütün eserlerini de okudum.
Erzurum’da olduğum yıllardı. Halk Eğitim Konferans Salonunda bir şiir dinletisi vardı, ben de orada bulundum; Tacettin ŞİMŞEK ve Nurullah GENÇ Hoca kalmış hafızamda oradakilerden. Bir gün Nurullah GENÇ Hoca nerelere takılır diye sordum; şu an yoncalık da bir kahvehanede dediler; kalkıp gittim, bir arkadaşı ile yanında kitapları olduğu halde, tavla oynuyordu. Selam verip davetsiz yanlarına oturdum, boşluk buldukça da geliş nedenimi anlattım. Bir çaylarını içip kısa bir sohbetten sonra da ayrıldım. İçimdekini söyleyeyim; çok mutlu kalkmadım aslında. O günlerde o da fazla tanınıyor değildi.
Samsun Bafra’da görev yaparken, önceden tanışıklığımız olan dostum Sabahattin ŞENTÜRK aradı. Öğretmen evinde bir şiir dinletisi yapıyoruz listede sen de varsın, sana sormadan listeye aldık, falan tarihte mutlaka Akçaabat’da olacaksın, o kadar! Yoruma ve eğip bükmeye gerek bırakmayan bu daveti kabul ettim, ama, kimler var, nedir, nasıldır bunlardan haberim yok. Telefon bile o günlerde böyle çok sık kullanılan aletlerden değildi. Hazırlığımı yapıp yola çıktım, tam akşam üzeri de Akçaabat’a ulaştım. Kimse tanımadığı için oralarda geziniyorum, daha geldiğimi haber de vermedim. Zayıf, kuru, biraz yaşlıca, saçları biraz da ağarmış biri şadırvanda abdest alıyordu. Fotoğraflarına da rastladığımdan abdest alanın Bahaeddin KARAKOÇ olabileceğini tahmin ettim ve yanına gittim. Allah kabul etsin dedim, meramımla birlik kendimi de takdim etmiş oldum. Sohbet ederken arkadaşım geldi, sonra ortam bir anda kalabalıklaştı. Yavaş yavaş salonda yerlerimizi almaya başladık. Nurullah GENÇ Hoca’yı orada biraz daha yakından tanıma imkanı buldum. Şu an adı aklımda değil ama Azerbaycan güzeline yazıldığını hatırladığım "Gülare" diye hatırladığım hoş bir şiir okudu, güzel de okudu. Bahaeddin KARAKOÇ çıktı, çok güzel şiirlerinden birini çok kötü okudu! Şiiri kötü okudu ama hoş bir adam olduğunu burada söylemeliyim..Yazmanın başka, okumanın daha başka bir meziyet olduğunu orada yakından görmüş oldum. İsmini şu an hatırlayamadığım bir çok şair şiirlerini okudu, ben de bu arada bir şiirimi okuyarak görevimi yapmış oldum. Sevgili Ağabeyime buradan rahmetler diliyorum..Bu vesile ile de anmış oldum, mekanı cennet olsun...Tabi bu hikayeler burada bitmedi, ancak şöyle bir şey oldu; dört çocuk okuyor, ben öğrenciliğe devam ediyorum, evim kira, ödemekte olduğum bir kooperatif ücreti var ve tek maaş. Okumaya devam etsem de, yazmayı uzun süre bıraktım. Biraz küstüm, biraz ne işe yarayacağını sorguladım, bir anlamda yazma konusunda kendimi boşa aldım desem yeridir. Bu boşluk dönemim biraz uzun sürdü ve kötü de oldu. Çünkü yaşım henüz genç ve en enerjik dönemimdi. Sonradan çok yanlış yaptığımı düşünsem de ay bacayı çoktan geçmişti. Bu kriz dönemini de geçirip, bugün sizlerinde az çok şahit olduğu yola girmiş oldum. Bu yolunda sonunda nereye çıkacağını bilmeden yazıyorum...
Hayrettin YAZICI