Doğum ve ölüm Hep 12’de Durur
Ezelim Elest meclisinde başlayan ve dünyada iz bırakıp o izlere göre mahşeri yaşayacak olan nefsim, ne kadar çok keder gördün, ne kadar yanlış yapıp kaderle vicdanına salıverdin yaptıklarını… Aradın bir yol ama son nefesine kadar o yola denk gelemedin. ne mutluluk gönlüne doldu, ne de yüzün sevilip gül gibi soldu… Hani yolun en son demlerinde çayını zevkle tam içecekken yaşlılık her yerini sardı. Bu sefer her şeyin vardı ama onu yaşayacak beden elden gitmişti… Yalnızca hatıralarla yetinen, sallanan bir oturakta artık dokunmadığın izleri düşünerek sarsıldın, sallandın!
Hani pişmanlık olmayan, özentilerin sardığı ve hep büyümek isteyen çocukluğun… Olsaydı diyorsun artık! O çocukluk, o masumiyet, düşünmeden ve hazırla yediğin içtiğin ve bu yüzden hep cömert olduğun, asla eridiği görülmeyen Erciyes dağının karları misali… Hep oralarda kalsaydım, hiç büyümeseydim, hiç şerle sınanmasaydım, hiç ihanete uğramasaydım, hiç korkak olmasaydım, hala şeker yiyebilseydim özgürce dediğin o zamanlar! Hani kaya başlarında veya uçurum kenarında uçurtma uçurduğun, asla oradan düşüp ölmeyi düşünmediğin, ölümden ötede yaşayan çocukluk… Hani bir bostandan hala kabak olan karpuzu kırıpta kendi malınmış gibi yediğin… Hani ceza alsanda ne kadar sürerdi ki… İkaz edilirdin, yapmayacağım derdin, her iş unutulurdu… Hani çocuk değil mi derlerdi, elbet yapacak diye affederlerdi de… Bu masum yaptığın hırsızlığa gülerlerdi belki de! Çocukluk, o masum cezalar affedilse de büyüdükçe artık kangren olan ve affedilmeyen kusurlara dönüşüyormuş diye, acı acı güldün… Yaşlılığa erişmiş sin artık ve çocukluğunda ki o uçurum kenarındasın, uçurtma yerine ruhun uçacak, az bir zaman kaldı belki de…
Ah gençlik, her işi yaparım diyen cesaret, atılganlık…Ele avuca sığmayan, kıymet bilmeyen, her sahip olduğuna karşı savurganlık. Kazandıkça israf ederken, nasılsa yine kazanırım diyen kendine güven. Kimler etrafını çevirir kim bilir, hangi çakalları beslersin farkında olmadan. Üstelik en değerli dostum dersin, o iyi günlerinde… Kötü gün diye bir sorunun olmaz. Tek başınasın, çalışıyorsun, özgürsün ya…Birden geçer yıllar, bakmışsın evlenmişsin, çocukların olmuş, o özgür yaşamın duvarları yıkılmış, birden ayağa kalkarsın, coşkusuz ve cılız bir akışla kalmışsındır, kalktığın yere aniden yığılırsın. Gönlünde kuraklık, gözünde katılaşmış, yağmursuz… Kazanmak üzerine kurgulanmış ve gerçekçi bir yaşam, hiç mutlu olmadığın yerlere sürüklemiş… Hani anlamışsındır artık, geri dönüş mümkün değil… İlerisi ise belki de çok fazla bir zaman dilimi olmayabilir. Dostum dediklerin seni terk etmişler, haber bile alamıyorsun artık. O çocukluğun özgürlüğün yine geri gelmiştir ama dostsuz ve sevgisizliğe tahammülü olmayan zamanlardır o anlar. Konuşmak, dertleşmek en büyük zenginlikmiş dediğin yaşlandığın o yıllar…
Ömrün son demlerinde anlarsın ki, tek dostun varmış, eğer bilirsen… Allah c.c. Sığındığında seni rahatlatacak tılsımlarını anarsın, sanki bedeninden çıkar gibi bir ruhun var sanırsın… Sanki, ölmeden o ruhu özgür bırakır gibi olursun. Sanki artık vuslat gecikmese diyecek kalp kapısı, yokluğunu önüne koyar. Dünya ve geçmişi yad ederken, hep güzel anları hatırlar ve mutlu olursun. Geriye dönüşü özlemezsin, asla… Bu duyguyu kaç kişi tanır ki, o salıncakta sallanır insanların çoğu, asla vuslatı bilmeyen bir dünyadan ayrılık korkusu, ölmeden ölümle korkutur çoğunu. Aslında bilseler başlangıç ve bitiş noktası, doğum ve ölüm gibi aynıdır. 12 saat dönen bir yelkovan yine 12 ye gelir ya.
Saat 00.00 yani 12 üzerinde doğdum, 12:00’da öldüm. Ömür dediğinde işte bu kadar kısa! Ne kadar ilerliyor desek o kadar da kısalıyor!
Saffet Kuramaz
YORUMLAR
çok kısa sahiden de.
daha dünkü çocuklardık, ağabeyim.
ne çok da sevenimiz vardı aslında bir varmış bir yokmuş.
zaman ilerlerken dertler büyürken derken kalp gözüne nail olurken insan.
cidden varlığımızı daim ve yaşanır kılan inancımız ve Rabbimiz.
her halükarda aciz kullarız ama pek de burnumuz havalarda
Allah hayır etsin sonumuzu ki ölümün de hayırlısı.
selam ve dua ile ağabeyim