- 592 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
ZEYTİN (Üçleme-1)
Havanın yeni aymış taze kokusu ciğerlerimi doldururken derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Yolların kenarında biten küçük papatya çalıları esen yelde süzülüyordu. Eğilip bir papatyayı kopardım ve saçıma taktım. Yugoslav kızlarını andıran bu hareketimle küçük bir sırıtış yerleşti yüzüme. Hürriyet’e girmiştim. Geniş bir alana yayılmış orta düzey bir yerleşim yeriydi. İlçenin zeytin zengini ailelerine karşıt burası; yoksul, kendi halinde yaşayan memur ve göçmenlerin oturduğu bir mahalleydi.
Sabahın erken saatlerine ve esen rüzgara rağmen eşofmanlı, el örmesi yelekleri sırtlarında; kumral ve çoğu kara ya da çakır gözlü olan bu minik bedenler top koşuşturuyordu.
Ayazları sert olan bu ilçe, çocuklarını da mert yetiştirmişti. Onlar büyük yağ fabrikalarının, zeytinliklerin veliahtı değildi. Onlar, hayatı bu yaşta kavramak zorunda olan çocuklardı. Yoksa hayat, ilk fırsatta sillesini en sert biçimde geçirirdi yüzlerine. Çoğu 10-11 yaşlarında olsa da aralarında daha ilkokula bile gitmeyenlerin olduğu belliydi. Sokak yüzü görmemiş şehirli çocuklara karşıt hepsi para hesabı yapıyor, yan mahalledeki tekele babalarına sigara almak için, tekerlek demirlerini yıldızlarla süsledikleri bisikletlerine binerek gidiyorlardı. Ben ise belediyenin koyduğu, mahalle başındaki banka oturup onları izliyordum.
Saatin öğlene varmasıyla gençlerde inmişti sokağa. Çok az bir süre geçmişti ki; sarışın, ela gözlü, on altı yaşlarında, cılızca, uzun boylu bir çocuk sokağın öbür bitimine bakıp bağırdı, “ Zeytin!”. Seslendiği çocuk kara gözlü, kumral ve uzunca bir çocuktu. Arkasından atlı kovalarcasına koşuyordu, hızla virajı alıp üç katlı apartmanın çalı dolu bahçesine atladı. Hemen ardından sokağa giren, kara gömlekli meymenetsiz tipli adamlarla diğer delikanlılar tüymüştü bile. Belli ki iyi kişiler değillerdi…
Adamlar kızların önüne geldiklerinde Zeytin’i tarif edip sordular. Adamlara yakından bakınca; konuşma tarzları olsun, bellerindeki silahlar olsun; ilçenin olmazsa olmazı çetelerinden birine mensup olduklarını az buçuk anlamıştım. Üç genç kız adamlarla kibarca konuşup onları ters yöne, yani Hafız Yurdu tarafına, gönderdikten sonra derin bir nefes aldılar. Ortalık sakinleşince ortaya çıkan oğlanlar hemen kızların yanına gittiler ve hararetlice konuşmaya başladılar. O sırada Zeytin girdiği yerden sekerek geliyordu. Başı ve burnu kanıyor, kıyafetleriyse çamurluydu. Hemen onu incir ağacının altına oturtup pansuman yaptılar.
Oturduğum banktan kalkıp yanlarına gittim. Kızlardan biri beni tanımış olacak ki adımı sayıkladı. Gülümsedim ve selam verdim. Zeytin’e dönüp sordum “ Onlar kimdi oğlum?”, Zeytin parıldayan gözlerini bana dikti ve söylendi “ Tefecilerdir be ya!”. Tefecilerle ne işi olduğunu sorduğumda Zeytin sustu. Yanındaki sarı oğlan yanıtladı “ Öğretmen hanım, bazı sebeplerden dolayı para almak zorunda kaldı. Canınızı seviyorsanız irdelemeyin.” Bu sarı oğlanın aklı başında bir memur çocuğu olduğunu; gerek tavırları gerek konuşmasından anlamıştım. Derin bir nefes verip Zeytin’e yöneldim “Adın neden Zeytin?” diye sordum, alaylı bir bakış ile süzdü beni, sonra istifini bozmadan başladı sözüne “ Benim annem na bu zeytin ağaçlarını kazmalarken doğurmuş beni. Havalandırma mevsiminde zeytinler daha olamamış olur. Ama ben doğduğumda başıma kapkara bir Edremit düşüvermiş. Ebe kadında koymuş adımı işte.” Gözlerine baktım; hayatın tüm yükünü taşırcasına yorgun ama ışıl ışıl bu gözlerin etkisiyle sordum “ Baban kim senin?”, Zeytin acı bir gülümsemeyle sorumu yanıtladı “ Başka bir kadınla yaşayıp dururlar.” Demek yalnızdı… Oradan ayrılıp evimin bulunduğu caddeye doğru yola çıktım. Uzun zaman geçmemişti ki Zeytin’i o çetenin öldürdüğü duyumunu aldım. O borçların sebebi ise hasta annesinin tedavisiymiş… Ama ödeyememiş o kadar parayı. Bunları yine Hürriyet’te, çeşmeli parkın iki sokak ötesindeki çift minareli camide kılınan cenaze namazında öğrenmiştim. Hıçkırıklarıma ve gözyaşlarıma engel olamadım. O ışıl ışıl çocuk bir hiç uğruna göçüp gitmişti ki annesi de çok dayanamamış kah oğlunun kahrı kah hastalığı sebebiyle; on beş gün sonra biricik çocuğunun yanına gitmişti.
YORUMLAR
cıngar_yuvanta
Sör
Ve ben yaşlanınca dicem ki; bu genç yazarla aynı platformda yazdım:)