- 297 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Modernistler ahirzaman hadislerinden neden hoşlanmaz?
Arkadaşım, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ni okurken dikkatimi çeken birşey şu, vaktin varsa seninle de paylaşmak isterim. Özeti şöyle: Mürşidim, eserinin bidayetinde, ’Nükteli İşaret’lerin "Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın mu’cizâtı çok mütenevvidir!" diye başladığı ’Üçüncü’sünde çeşitleri tasnif ettikten sonra diyor ki: "İkinci kısım, istikbalde ihbar ettiği hâdiselerdir ki, Cenâb-ı Hakkın talimiyle o da haber vermiş, haber verdiği gibi doğru çıkmıştır. İşte biz de şu âhirki kısımdan başlayıp icmâlî bir fihriste göstereceğiz..." Sonra da ’Dördüncü’de ’haber verildiği gibi çıkan’ gaybî hadislerden zikrediyor.
Allah ondan razı olsun. Benim kafamı kurcalayansa şu arkadaşım: Neden derse böyle bir sıralamayla başlanıyor? Neden başkası değil de onlar ’ilk’ seçiliyor? Öyle ya: Mürşidim ism-i azâmını ’el-Hakîm’ olarak haber veriyor. Elbette böyle bir ismin mazharının her işine hikmet tefekkürüyle bakmak gerekir. Yani ki ’İnce görmek’ gerekir. Ben de hep buna muvaffak olmaya çalışıyorum. Fakat ondan önce: Haşir Risalesi’ne de bir misafir etmem gerekir seni. Evet. İlla uğramamız gerek. Yağma yok. Malumun: 10. Söz olan Haşir Risalesi Rûm sûresinin 50. ayetiyle başlar. Onun gölgesinde seyahat eder. İşte orada kısa bir mealiyle buyruluyor ki arkadaşım: "Şimdi Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ki O ölüleri elbette dirilticidir. Çünkü O herşeye hakkıyla gücü yetendir." Amenna.
Peki bu ayetin bize öğrettiği tefekkür açısı nedir? Haşir Risalesi neden bu ayetle başlamıştır? Ondan ne almıştır? Bu soruların cevabının da şurada saklı olduğunu düşünüyorum arkadaşım:
Doğrudur. Haşir gaybî bir hâdisedir. Burada değildir. Bugünde değildir. Fakat gaybî hadiselerin tamamı da ’gıyabımızda’ değildir. Böyle düşünmek yanlıştır. Evet. Bediüzzaman’ın da Haşir Risalesi’nde talebelerini uyandırdığı sır budur: Haşir ’olay’ değil ’kanun’dur. Her anda olmaktadır. Her mekanda olmaktadır. Her zamanda olmaktadır. Her baharda olmaktadır. Her bedende olmaktadır. Kıyametten sonraki haşir bu kanunun en ahirki ucudur sadece. Nasıl ki insan âlemin en sonuncu meyvesidir. Onun dirilişi de âlemin en ucundaki diriliştir. Lakin ne tek yaratılan odur ne de tek diriltilen onun neslidir. Kur’an’ın gözlüğüyle bakarsak âlemin her yerinde haşirler zaten hep olagelmektedir. Hayy ismi böyle de tecelli etmektedir. Bize düşen kendi haşrimizin de bu kanunun parçası olduğunu kavramaktır. Haricine çıkamayacağımızı anlamaktır. Bu boyuttaki şahitliğimizi diğer boyuttakinin vücuduna delil kılmaktır.
Tıpkı yerçekimi kanunu gibi. Nasıl? Bilim tarihçileri derler ki: Galileo yerçekimi kanununu öyle-böyle keşfettiğinde bunun bütün uzaya da uygulanabileceğini kavrayamamıştı. Newton ise aynı kanunun ’kütle sahibi olan herşey için geçerli olduğunu’ keşfetti. Yani bu dünyadaki şahitliğini en uzaktakı yıldızları anlamak için de kullandı. Ve... Ve söyledikleri doğru çıktı. Dünyada havaya atılan şeyler yere düştüğü gibi Venüs’te de, Mars’ta da, hatta en uzaktaki bir yıldızda da yere düşüyordu. Elbette kendi yerine düşüyordu. Kendi kütlesine göre düşüyordu. Ama bu oluyordu. Süreç tekrarlanıyordu. Böylece Newton yerçekiminden ’kütle çekim yasasını’ çıkardı. Belki birgün bir başkası da kütle çekim yasasından daha aşkın bir genişlik farkedecek? Ancak bu yazının konusu fizik değil. Fizik bizim için bir şahitlik. Bir örneklik. Newton’un dünyadaki şahitliğini daha geniş bir düzeye taşıması gibi biz de fizikteki şahitliğimizi daha aşkın bir yere götürmeye çalışıyoruz. Rûm sûresinin 50. ayeti de bize bunu öğütlüyor: Bahardaki şahitliğinizi daha üst bir düzeye taşıyın. ’Ölülerin dirilmesi kanununu’ görün. Bu kanunun sadece kendi dünyanızda geçerli olmadığını anlayın. İşte o zaman haşre iman etmek hiç de güç gelmeyecek. Güç görenleriniz varsa tabii.
Haşir Risalesi’nin usûlü de bunun üzerinedir arkadaşım. İçindeki herbir bahiste ayetin öğrettiği şablon esas alınıp isimler değiştirilir. Hakikatler kısmının "Bâb-ı Hikmet ve Adalet olup ism-i Hakîm ve Âdilin cilvesidir..." türünden her girişi ayetteki ’rahmet’ ve ’kudret’in yerine konulacakları söyler bize. Sonra da yerleştirilecekleri öğretir. Mesela: Artık gölgesinde gezilen ’Rahman’ ve ’Kadîr’ isimleri değil ’Hakîm’ ve ’Âdil’ adlarıdır. Hatta denilebilir ki: Yapabilecekler için ayetteki formülde "Lehü’l-esmaü’l-hüsna..." sırrı vardır. Esma değiştirildikçe yeni hakikatler açılır. Cenab-ı Hak bize de bu sırdan bahşeylesin. Âmin.
Fakat nerelere gittim? Asıl mevzudan uzaklaştım. ’Mucizat-ı Ahmediye’ diyordum. "Neden öyle başlamış?" diye soruyordum. Koşarak geri döneyim. Çünkü zamanı geldi: Arkadaşım, Allahu’l-a’lem kaydıyla diyeyim, bana öyle geliyor ki: Aleyhissalatuvesselamın haber verdiği gibi çıkan hâdiseleri öğrenmek de mucizelere iman hususunda ’bizim şahitlik alanımıza giren’ kısımdır. Ne yazık. Biz onun mübarek parmaklarından suların çağıldadığını görmedik-göremiyoruz. Kamer’in yarıldığına şahit olamadık-olamıyoruz. Duasıyla iyileşenleri bilemedik-bilemiyoruz. Zira, Ebubekir Sifil Hoca’nın da tabiriyle, ’yetim nesillerdeniz.’ Yalnız varlığıyla bile kalplere hidayet olan vücudundan uzağız. Zamansal olarak uzağız. Mekansal olarak uzağız. Fakat gayba dair verdiği haberler o kadar da uzağımızda değil. Onların şahitliği dipdiri. Yaşıyoruz. Tarihsel süreçleri takibimizde bu mucizelerin varlığını daha yakınımızda hissediyoruz.
Sözgelimi: Eserde ilk nakledilen, Hasan radyallahu anhın ’iki orduyu barıştıracağını’ haberini hatırladığımızda, bunun Muaviye radyallahu anh ile sulhlerinde gerçekleştiğini biliyoruz. Yani bir nevi, Rûm sûresinde bize öğretilen o formülde olduğu gibi, şahitliğimizdeki ucuyla şahit olamadıklarımızın da gerekliliğine/imkanına hükmediyoruz. Baharı gerektiren rahmetin haşri de gerektirmesi gibi. Baharı mümkün kılan kudretin haşri de mümkün kılması gibi. Onu yaratan kudretin/rahmetin bunu da yaratabileceğini anlıyoruz. Bir Newton da biz oluyoruz yani. Yasanın ucunu yakalamakla kilimin ilmeklerini çözebiliyoruz. Her yerde nakışının izlerini okuyabiliyoruz. Elhamdülillah. İlmeklerin sayısınca elhamdülillah.
Tam bu eşikte şuna da dokunmadan yazıyı bitirmeyeyim arkadaşım: Cemaleddin-i Afganî’den bu yana bütün modernistlerin ’ihbar-ı gayb’ türünden hadislerle takık olmaları, hatta onlar içinde ahirzaman hâdiseleri hakkındakilerle ayrıca kavgalı bulunmaları, boşuna değil. Mesleklerinin muktezasını yapıyorlar. Neden böyle söyledim? Çünkü ahirzaman hadisleri ümmet-i Muhammediye aleyhissalatuvesselam için bir koruma kalkanı işlevi görüyor. Bir ’koruyucu hekimlik’ vazifesi yapıyor. Herşeyi peşinden sürükleyen o sel zamanı geldiğinde, ki biz o selin içinde yaşamaktayız, bir yerlere tutunup kapılmamayı nasihat ediyor. Elbette bu hakikatli uyarılar da müslümanların topyekün modernleşmelerini(!) engelliyor.
Aksini arzulayanların da çanına ot tıkıyor. Onlar da kem arzuları gereğince rahatsız oluyorlar duyduklarından. Peygamber ’gelecekten haberdar edilemesin’ istiyorlar. "Hem mucizeleri de olmasın! Mucizeleri olursa bu gaybî haberlerin yanlışlığına kimseyi inandıramayız. Kalkanlarını indirtemeyiz. Adaptasyonlarını sağlayamayız. Dinde reform falan yaptırmazlar. Zinhar inkâr edilmeli bunlar!" diyorlar. Peki biz ne diyoruz? Elbette ciğerlerimiz yettiğince haykırıyoruz ki: "Aleyhissalatuvesselamın ümmetine şefkatinin bir gereğidir ahirzaman hadisleri. Evet. Elhamdülillah. Beşiğinde ’Ümmetim!’ diyen, vefatı hengamında ümmeti için endişelenen, elbette gidişiyle de bizi terketmez. Fırtınada pusulasız bırakmaz. Karanlıkta fenersiz komaz. Yani bunlar onun şefkatinin de bir isbatıdır bize. İlgisinin delilidir. Eh, arkadaşım, mutlaka öyle: Aleyhissalatuvesselamın şefkatini bilen ahirzaman hadislerini yadırgamaz. Hem şunu da diyeyim mi sana: Rahmet kanununu bilen hiçbir mucizeyi "Nasıl olabilir ki?" deyip uzağında tutmaz. Çünkü hiçlikten varlığa çağrılmamız dahi o rahmetin muktezasıyladır. Hiçten gelen daha neyi/nasıl yadırgar?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.