- 366 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAĞMUR DUASI
YAĞMUR DUASI
İmam olarak Edirne’nin bir köyüne atanmıştım. Köy dediysem de öyle 200 – 300 nüfuslu sıradan bir köy değil, Anadolu kasabalarının birçoğun gibi 3 bin nüfusa sahip koca bir köy. Köye gelir gelmez ilk işim muhtarı bulmak oldu. Muhtar, kapının önündeki çardakta birkaç kişiyle beraber oturmaktaymış. Kendimi tanıtım.
-Adım Davut, köyünüze imam olarak atanmış bulunmaktayım, dedim.
İmamım sözüm üzerine muhtarın yanında oturanların yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. Bu görüntü gözümden kaçmadı ama gösterilen tepkiye de bir anlam veremedim.
-Hoş geldin hocam, ayakta kalmayın buyur oturun, dedi muhtar.
-Hoş bulduk, sağ olun, var olun, dedim.
Gösterilen yere oturduktan sonra hemen meramımı arz ettim.
-Sayın muhtarım, bana kalacak bir yer lazım, var mı öyle münasip bir yer?
Muhtar, samimi bir yaklaşımla sorumu yanıtladı.
-Dert etme hocam, imam evimiz var.
-Bu habere çok sevindim. Evi görmem mümkün mü?
-Tabi ki görürüz hocam. Biraz soluklanın, bir çay için gideriz.
-Çayı sonra içeriz. Önce şu evi görelim.
Israrım üzerine muhtar ayağa kalktı.
-Madem bu kadar meraklandın, buyur gidelim, dedi yürüttü.
Muhtarla birlikte diğerleri de bizi takip ettiler. Bahçe içerisinde küçük bir ev. Hep birlikte evi gezdik. Köy yerinde ancak bu kadarı olur.
-Güzel, biraz boya ihtiyacı var. Köyde bu işi yapacak bir usta var mı? Boya, işçilik ne ise ben karşılarım, dedim.
Bana bir boyacı buldular. Boyacıyla anlaştık. İki günde içini dışını boyayacaktı. Bir hafta sonra göçü yükleyip köye geldim. Boyacı, işinin erbabıymış, işini kusursuz yapmış, ücretini ödedim. Komşuların yardımıyla eve yerleştim. Artık göreve başlama zamanıydı. Namaz vakitlerinde ezan okuduğum halde iki gün geçti hiçbir kimse gelmedi. Köyün nüfusuna göre büyükçe bir cami yapmışlar ama içerisi bomboştu. Nihayet üçüncü gün öğle namazına üç ihtiyar teşrif etti. Namazdan sonra onlarla biraz sohbet ederek köyden, köylünün ahvalinden bilgiler aldım. Onları uğurladıktan sonra köy içinde gezintiye çıktım. İhtiyarların dediği gibi her köşe başında bir meyhane vardı. Gezebildiğim üç mahallede 5 tane meyhane saydım. İhtiyarların dediğine göre köyde 9 tane meyhane varmış. Camiye gelmemelerinin nedenini az buçuk öğrenmiş oldum. Bu duruma bir çare bulmak için muhtarı ziyaret ettim. Selam, hoşbeşten sonra:
-Muhtar, mümkünse köylüyü toplantıya çağırmanı istiyorum. Toplantı yeri cami de olur başka bir mekân da olabilir, fark etmez. Sizin ve köylü için neresi uygun olursa. Muhtar;
-Hocam, namaz için diyorsan bizim köyde kimse namaz kılmaz. Boşuna kendini yorma.
-Namaz, Allah ile kulu arasında bir mesele. Ben köy halkıyla tanışmak, hasbihal etmek istiyorum.
Muhtar, beni kırmadı köylüyü camide yapılacak toplantıya çağırdı. Toplantıya katılım fevkaladeydi. Cami hemen hemen dolmuştu. Toplantının açılış konuşmasını muhtar yaptıktan sonra sözü bana verdi.
-Değerli vatandaşlar, diyerek söze başladım. Adım Davut Altındağ, imam olarak köyünüze atanmış bulunmaktayım. Tarlada, bağda, bahçede çalışarak yorgun argın toplantımıza teşrif ettiğiniz için hepinize teşekkür ederim. Size namazdan bahsetmeyeceğim. Namaz, Allah’la sizin aranızdaki bir mesele. Ben Allah’ın işine karışmam. Sizi buraya çağırmamızın nedeni sizinle tanışmak, hasbihâl etmek. Sizler de biliyorsunuz ki, dünyaya gelen her mahlûk bir gün bu âlemden göçüp gidecek. Bu kaçınılmaz bir sonuç. Benim bu köydeki ve dahi dünyadaki görevim dolup göçüp gittikten sonra beni yaratan bana soracak:
- Ey kulum, görev yaptığın yerde yaşayan insanlarla tanıştın mı, bir araya gelip hasbihal ettin mi, dertlerini dinledin mi? diye soracak. Bu soruya sağlıklı bir cevap vermem için sizi yakından tanımalıyım ki, sorulan soruya cevap verebileyim. Aynı soru tabi ki size de sorulacak. Sizin köye bir imam gelmişti, onunla tanıştınız mı, bir araya geldiniz mi, bir sorunu olup olmadığını sordunuz mu? Diye sorulacak. Beni tanımazsanız sorulara nasıl yanıt vereceksiniz? Bu tür sorulara hazırlıklı olmamız için birbirimizi tanımamız şart. İnsanlar bir arada yaşarken birbirlerinden fikir alış verişinde bulunarak kendilerini yeniler. Şimdi benden istediği bir sorusu olan var mı?
Orta yaşlarda birisi ilkokul öğrencisi gibi parmak kaldırdı.
-Buyurun. İsteğinizi anlatmadan önce kendirinizi tanıtın. Dedim.
- Adım Mehmet Kahraman. Hocam, bahar geldi geçiyor. Bir damla yağmur düşmedi, tarladaki mahsul sarardı, kurumak üzere. Bizim için yağmur yağdırabilir misin? Dedi.
Fırsatı ganimete dönüştürmek için hiç düşünmeden soruya balıklama atladım.
- O iş kolay da bir şartım var.
Camidekilerin gözleri fal taşı gibi açıldı. İçlerinden başka birisi kendini tanıtarak:
- Şartın ne hocam?
- İki hafta boyunca kesintisiz olarak her evden bir kişi camiye namaza gelecek. Bunu yaparsanız on beş gün sonra birlikte yağmur duasına çıkarız, ben dua ederken siz de âmin derseniz yağmur yağar, dedim.
Bu açıklamadan sonra herkes birbirinin yüzüne bakmaya başladı. Bir müddet sessizlikten sonra muhtar ayağa kalktı.
- Hocam, siz söz verdikten sonra köy halkı adına ben de söz veriyorum, 14 gün her haneden bir kişi namaza gelecek. 15 inci gün yağmur duasına çıkılacak. İnşallah dediğini yaparsın, dedi.
Söz ağızdan çıkmıştı bir kere.
- Tamam, köylü sözünde durursa ben sözümdeyim, dedim kendimden emin olarak.
Dedim demesine de birden bire içimde bir sıkıntı oluştu. “ Be hey gafil, hangi hasletine güvenerek keramet göstermeye kalkarsın” diye kendimi azarladım. Bu düşüncedeyken başka bir düşünce o düşüncenin önüne geçti. “Namazsız insanların birden bire namaza başlaması, üstelikte cami cemaati olması olacak iş değil. Onlar namaza gelmeyince benim sözün de hükmü kalmamış olur.” Bu düşünceyle rahatladım.
Toplantı sonrası cemaat oluşturup birlikte namaz kıldık. Ertesi gün, daha ertesi gün namaz kılmazlar dedikleri köylü sözünde durarak camiye geliyordu. Bu manzara karşısında içimde oluşan sıkıntı yeniden depreşti. Adamlar, sözünde durmuş namaza devam ediyordu. Ben ne yapacaktım, verdiğim sözü nasıl gerçekleştirecektim? Günler hızla ilerliyordu. Kara kara düşünürken beklenen gün geldi. Kuşluk vakti bütün köy halkı, kadın erkek, çol çocuk mesire yeri dedikleri alanı doldurmuşlardı. İki dana, beş koç kesmişler. Kazanlar kurulmuş etler pişiyordu. Herkes hayatından memnunken ben çaresizlik içerisinde kıvranıyordum. Havada en ufak bir bulut lekesi dahi gözükmüyordu. Yemekten önce yağmur duasını yaptım, alanda bulunan herkes hep bir ağızdan “Amiiiinnn,” dediler.
Duadan sonra yemeğe geçildi. Herkes iştahla yemeğini yerken benim gözüm gökyüzündeydi. Herkes et yerken ben dert yiyordum. Lokmalar boğazımdan geçmiyordu. “Allah’ım haddimi aşarak bu insanlara bir söz verdim. Bu kadar insan, bu aciz kulunun sözüne inanarak meydanı doldurmuşlar. Düşüncesizce söylediğim sözden dolayı beni affet. Allah’ım, namaz kılmaz dedikleri adamları camiye getirdim. Belki de alnı secdeye gelmemiş insanları sana secde etmelerini sağladım. Bu yaptıklarım senin hoşuna gittiyse beni mahcup etme. Beni bırak, şuraya toplanan sabilerin yüzü suyu hürmetine rahmetini bizden esirgeme, diye dua ediyordum.
Ben içim içime sığmayarak dua ederken arka tarafımdan bir el omuzuma dokundu. Aha şimdi; “N’oldu hoca efendi, hani yağmur yağdıracaktın? Diyecek diye birini beklerken, arakama döndüğümde omuzumdaki elin sahibi gözlerindeki ışıltıyla:
- Gözün aydın hocam, yağmur yağacak, dedi.
- Nereden biliyorsun? Dedim umutsuz bir halde.
Adam, eliyle işaret ederek:
- Şu karşımızdaki tepeyi görüyor musun? Diye karşı dağdaki tepeyi gösterdi.
- Evet, dedim gayri ihtiyari olarak.
- O tepede bir yatır vardır. Bizim köyün yağmuru hep o tepeden gelir. Bak o tepeden bir bulut sökün etti geliyor, müjdeler olsun yağmur yağacak, dedi.
Tepeye dikkatlice baktığımda bulutu görmüştüm. “Şükürler olsun Allah’ım, benim gibi haddini bilmeyen aciz kulunu mahcup etmedin. Şükürler olsun Rabbim sana” diye gözlerim dolu olarak dua ettim içimden. Hakikaten biz meydandan ayrılmadan bulutlar çoğalmaya, ikindiye kalmadan gökyüzü bulutlarla kaplandı. Akşama doğru da yağmur başladı. O yıl çok bereketli bir yıl oldu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.