- 639 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Sebzeci CAFER
Düz olmayan tozlu kıvrım yolların arasından ufacık bir kamyonet çıkagelirdi. İnsanların kalbine su serperdi. Kasalarının tahtaları eskimiş ve kırıktı. Boyası solmuştu. Farlarının lambaları bir yanar, bir sönerdi. Kamyonetin köylere doğru ilerlerken kendisinin görünmesinden önce kulakları cırmalayan kornasının kıvrak sesi duyulurdu. Bu ses, annesini kaybeden yavru kedinin sesi gibi acı acı duyulurdu. Arkasından su değirmeni taşının çıkardığı bir ses gelirdi motorundan. Gün ortasında çalışan çiftçinin yorgunluğunun ardından boğazında düğümlenen çıkan hırıltılı bir sesi andırırdı. Harıl harıl hırıltılı bir şekilde çıkan bu ses, boğuk boğuk çıkar ve kulağı cırmalardı. Arkasından mavi gökyüzünün rengini bozan simsiyah egzoz dumanları yükselirdi göklere. Bu küçük kullanımsız kamyonet sebzeci Cafer’in arabasıydı. Bu kamyonet o kadar değerliydi ki ona göre altın ve Hint kumaşıydı.
Sebzeci Cafer’in ileri fırlayan göbeği ta uzaklardan belli olurdu, Başını beyazlara bırakan kadersiz saçları deriyi cıs çıplak gösteriyordu. Buram buram akan yorgunluk teri ilkönce başının kel yerinden akmaya başlıyor daha sonra yanaklarına kadar iniyordu. Boylu posluydu. Yaşı kırkları geçmesine rağmen yakışıklıydı da. Evinin hanımı, biricik aşkı Döne Hanım, yaşlı annesi Zeynep ve kızı Habibe ailesinin sevimli üyeleriydi. Sebzeci Cafer, kırık dökük sebze kamyonetiyle az kazanıyordu ama helalinden kazanıyordu. Gül gibi geçinip gidiyordu. Gelirinin az olmasına rağmen misafiri evinden hiç eksik olmazdı. Misafir evine çeşme gibi aktıkça akardı ve evi bereketlenirdi. Ahırında bir iki ineği vardı. İneklerin buzağıları, danaları; kümesinde ise sevimli tavuklar ve cücükler vardı. İşte burası Anadolu’da arazisi olmayan dağlık bir köydü.
Sebzeci Cafer, yürürken nefes nefese kalıyor ve daralıyordu. Kalbinde bir sorun vardı. Kalpten tedavi görürdü. Abisinin yirmi sekiz yaşında kalp krizinden ölmesi ve dört çocuğunu öksüz bırakması kendini endişeleniyordu. Sebzeci Cafer kendi kendine: “Acaba ben de abim gibi olur muyum?” diye söylenirdi. Bu düşünceler aklından geçse de Sebzeci Cafer bunlara inanın ki hiç aldırmıyordu. Günü tam yaşıyordu. Etrafına neşeler saçıyordu. Onun köyde yaşaması köye canlılık getiriyordu. Yemeği yerken çabuk çabuk atıştırması, avurdunun bir ileri bir geri gelmesi dombur dombur terlemesine neden oluyordu. Evinin önünde bir metre yüksekliğinde yarı tel sarma çalı çırpıdan oluşan çitler, bahçeyi ayrılmaz bir aşk ile sarmalıyordu. Hanımı Döne ufak boylu esmerdi. Döne Hanım, ergenlik döneminde Cafer’e âşık olur. Cafer çok yakışıklı bir delikanlıdır ve efendiliği ise dillere destandır. Başta genç kız Döne’nin anne ve babası Cafer’e kızlarını vermek istemediler. Ancak âşık olan genç kız dirayetli çıktı. Gençlerin evlenme sözlerini ağızlarına alamadıkları bir zamanda Döne Hanım, anne ve babasına: “Ben Cafer’i seviyorum ona varacağım. Vermezseniz Vallahi Billahi kaçarım. Ya da kendime zarar veririm. Ben Cafer’den başkasına asla varmam.” diyordu. Anne babası ise: “Sevgili kızımızı varlıklı birine verelim de rahat etsin. Şu yalan dünyada biz gün görmedik ya kızımız gün görsün.” diyorlardı. Kendilerine göre haklıydılar. Gel de sen bunu Döne Hanım kıza anlat. Aşk söz dinler mi hiç? Aşk ruhunu sarmış, bedenini tir tir titretiyor ve kalbini kütü küt çarptırıyordu. Gençlerin gecesini gündüzüne katan ah bu aşk yok mu? Aşkın ömrü kısadır bilir misiniz? Aşkın ömrü gün batımı kadardır. Sevgi ise uzun ömürlü olup bitmez tükenmez bir hazinedir. İşte Döne Hanım kız delikanlı Cafer’e abayı çoktan yakmıştı. Cafer de Döne’yi hep ceylan bakışlarıyla süzer de süzerdi inceden inceden. Sebzeci Cafer’in babası Topal İhsan erken vefat etmiş ve çocuklarını öksüz bırakmıştı. Babası ölen delikanlı Cafer, annesi Örencik’li Zeynep’i kızın anne ve babası olan Leyla ve Ipıl’a (Mustafa) dünürcü gönderir. Gerekli görüşmelerden sonra birbirlerine deli gibi âşık olan gençlere söz kesilir. Nişan ve düğün derken iki büyük aşk kavuşur. Evlenerek ererler muratlarına. İki âşık gencin bu evliliklerinden nur topu gibi Habibe isminde güzel bir kız çocukları dünyaya gelir. Bu kız aşklarının meyvesidir. Hanım kız Habibe sevgiyle büyür de büyür. Döne ve Cafer’in Habibe’den başka çocukları olmaz. Biricik kuzuları Habibe, el bebek gül bebek büyümeye başlar. Yaşlı Zeynep torununu çok sever, onu yanından hiç ayırmaz. Gürkün cücüklerini kanatlarının altına aldığı gibi Habibe’yi kanatlarının altına alır, korur ve gezdirip sevindirdi.
Ev geçim istiyordu. Dededen, babadan kalma tarlalar bin bir parçaya bölünmüştü. Ufak bölükler haline gelen tarlalar, dağlık köyde karın doyurmuyordu. Çalışmak gerek yaşamak için. Çalışmak gerek çoluk çocuk evde ekmek, aş ister. Kolay mı baba olmak ve ev geçindirmek? Sebzeci Cafer evlenmeden önce zaten babası Topal İhsan’ı kaybetmişti. Annesi Örencikli Zeynep kocasının ölümünden sonra saçını süpürge etti, gündelik ekmek yapmaya gitti ve çok zor şartlar altında öksüz çocuklarını büyüttü…
Sebzeci Cafer’in mutlu bir yuvası vardı. Annesi eşi ve bir çocuğu ile kıt kanaat geçinip gidiyordu. Allah şükürler olsun bir işi vardı. Pek kazanmasa da çok mutluydu. O, aza kanat getiriyordu. Sebze, meyve satmak onun mesleğiydi. Çevre köylerde Sebzeci Cafer olarak tanınmaya başlamıştı. Sebzesini Sorgun’dan zaman zaman da Çekerek ilçelerinden alır arabasına yükler ve civar köylerde satardı. Asfalt olmayan yollarda fersiz, güçsüz arabası ile tozu dumana katarak yollara düşerdi. Tümsekler, sebzeyi zor taşıyan kamyonetin tekerlerini yorardı. Yük çok ağır olmasa da bu eski araç için bir çileydi. Yollarda patlayan tekerler, Cafer’in belini bükerdi. Araç adeta “Bana yük yükleme! Ben bu yükü taşıyamam.” diye yalvarır dururdu. Cafer bu çileden bıkıp usanmıştı. İşini çok seviyordu ancak aracının sık sık arıza vermesi onu mutsuz dünyanın kanatlarına bindiriyordu. Aldığı üç beş kuruşu da sanayide araba tamirine veriyordu. Hayal kurardı ve kendi kendine:
“Ah! Şöyle son model güzel bir minibüs alsam da şu mesleğimi adamakıllı yapsam. Yolda ve belde kalmaktan bıktım, usandım. Aldığım üç beş kuruşu da tamirat parası olarak veriyorum.” diye yakınır dururdu. Garibanlığın ocağı batsın, kader insanın yüzüne gülmeyince hiç gülmüyor. Sebzeci Cafer ne yapsın? O, bıkmadı kamyonetin geri geri kiritmesine hiç kulak asmadı. Sebzelerini satmaya devam etti...
Çekerek Irmağı üzerine büyük bir baraj yapılacağı haberleri önceden beri söylenmekteydi. Zamanla bu haberin doğruluğu kesinleşti. Baraj etütleri tamamlandı. Tarlalar arsalar istimlak edildi. Baraj yapımına başlandı. Sebzeci Cafer’in Çekerek Irmağı üzerinde sulak bir tarlası vardı. O da istimlak edildi. Baraj bu güzelim tarlayı da basıyordu. Sebzeci Cafer bu baraj altında kalan tarlasından yüklü bir para aldı. Onun için gün doğmuştu. Hurdaya dönen kamyonetten kurtulacaktı ve onun yerine gıcır gıcır yenisini alacaktı. Kendisini yolda bırakmayan kamyonetine sahip olacaktı. Nihayetinde baraja istimlak edilen tarla parası eline ulaştı. Elindeki hurdaya dönen çileli kamyoneti hurda parasına sattı. Kendisine güzel bir kamyonet aldı. O, işini daha profesyonel yapacaktı.
Sebzeci Cafer’in sebze aracıyla sebzelerini pazarladığı köyler şunlardı. Kendi köyü Karahacılı başta olmak üzer; Çeltek, Dikir, Yukarıoba, Ortaoba, Yaylalık, Çakır, Arpaç, Hamzalı ve Karalık köyleriydi. Bu köylerden müşterisinin en çok olduğu, sebze ve meyvelerini dolu dolu sattığı kendi köyü ve Karalık köyüydü.
Karalık Köyü rakımı yüksek olan bir köydü. Bu köyden kar çok geç kalkardı. Köyün rakımının yüksek olmasından dolayı sebzeler ve meyveler olgunlaşmaya zaman bulamazdı. Üzümler yetmez, ekşi kalırdı. Köyde nüfus çoktu henüz göç başlamamıştı. Bu yüzden bu köy sebze ve meyveyi gerçekten çok iyi alıyordu. Sebzeci Cafer, sebze ve meyvelerini satarken kiminden para, kiminden buğday, arpa, nohut vb. kuru gıdalar alıyordu. Sattığı sebzelerin çoğunu veresiye defterine yazardı, köylü para eline geçtikçe öderdi borcunu. Sebzelerini sattığı köylüler Caferi çok seviyorlardı. Onu, ailelerinden biri gibi görülüyorlar, yemeklerine ve çaylarına davet ediyorlardı.
Hayat hızla ilerliyordu. Cafer’in Kızı Habibe büyümüş genç kız olmuş ve evlenme çağına gelmişti. Evindeki sevimli kuş uçup gidecekti. Ceylanı yuvadan gidecekti. Buna yürek dayanır mıydı hiç? Evet, Cafer Efendi kızını bacısının oğlu yeğeni Ali’ye vermişti. Ali Efendi iyi bir delikanlıydı. Yakışıklıydı, orta boylu ve zayıf bedenliydi. Çalışkandı, ekmeğini taştan çıkardı. Onlar İzmir’de oturuyorlardı. Gurbetlik zordu. Cafer ve hanımı Döne’nin belini büken de bu gurbetlikti. Yozgat nere? İzmir nere? Yozgat ile İzmir birbirine çok uzak illerdi. Ha deyince gidilemezdi. Cafer: “Kader” dedi ve biricik keklik kızını yeğeni Ali’ye verdi. Söz, nişan ve düğün derken minik keklik evden uçtu gurbet ellere gitti. Cafer Bey ve Döne Hanım: “Yavrumuz mutlu olsun da biz gurbetin acısını yudumlamaya razıyız. Önemli olan da budur.” Diyorlardı. Ceylan yürekli biricik kızlarının gurbet ellere gitmesinden sonra hayat yine devam ediyordu. Cafer Efendi, sebzenin yanında meyve de satıyordu. Domates, fasulye, patlıcan, muz, biber, salatalık, ayva, elma, maydanoz, marul, mandalina, portakal, limon, kavun, karpuz, kelem vb. ne ararsanız vardı sebze ve meyve cinsinden. Sattığı sebze ve meyvelerin tartısını çok iyi tutardı. Müşteri tarafının tartısı devamlı ağır olurdu. O: “Onların hakkı bana geçemesin de benim hakkım onlara geçsin. Ben de hakkımı onlara kat be kat helal ediyorum.” Derdi. Bir kişinin tek başına akşama kadar dik ayağının üzerinde durarak sebze meyve satması köy köy dolaşması kolay iş değildi. Yanına azman zaman yeğenlerini alarak kendisine yardım etmesini isterdi. Onların da gündeliklerini verirdi…
Yeni sebze arabası Cafer’i yolda, belde ve dağ başında koymuyordu. Cillop gibi arabaydı ha! Cafer Efendi, kadınların abisi, çocukların amcası, erkeklerin candan arkadaşıydı. Arabasıyla hangi köye varırsa: Hoparlörle: “Sebzeci, meyveci geldiii! Sebzeciii! meyveciiii!” diye bir anons geçerdi. Anons sesini duyan köylüler yavaş yavaş arabanın başına üşüşürlerdi. Sebzeci Cafer, sebze aracının başına toplananların; kadın, kız, erkek, çocuk, ihtiyar demeden hepsinin sebze ve meyvesini büyük bir titizlikle tartarak erinmeden verirdi. Başına toplananların sebzelerini verdikten sonra köyün evlerinin kapılarına kadar aracıyla ulaşır, sebzelerini meyvelerini teslim ederdi. Sebze ve meyvesini pazarladığı köylerin insanları Cafer Bey’e o kadar alışmışlardı ki kendi köylerinde belirli günlerde gelmediği zaman kendi ailelerinden biri gelmemiş gibi endişelenirler ve neden gelmediğini araştırırlar ve telefon ederlerdi. Köylülerle bu kadar içselleşmişti.
Çocuklar sebze aracının başına üşüşürdü. O, çocukları öyle içten severdi ki bağrına basardı. Onlara tezgâhında ne varsa bedava verirdi. Muz verirdi. Muz pahalıydı herkes alamazdı ama o, çocuklara bedavadan hep muz verirdi. Çocukları muzun sarı kabuklarını soyarak iştahla yemelerini gözlerinin içi gülerek zevkle izlerdi. Bu duruma çok mutlu olurdu. Diğer meyvelerden de ne bulursa verirdi. Bazen kavun bazen karpuz keserek köylülerle beraber muhabbet ederek yerdi.
Yaz, kış, bahar ve güz demezdi, bu işlerini yapardı. Akşam olduğunda ahırdaki hayvanlarının samanını, yemini ve suyunu verir, altını çalardı. Kürekle hayvan dışkılarını kürür, temeğin ufacık deliğinden bokluğa küreğiyle savururdu. Bu işi de her gün yapardı. Bu işleri yaparken terden cılha dönen atleti sırtına yapışırdı. Akşamları yetişemediği zaman hanımı yardım ederdi. Hanımı Döne; öz, bağ, bahçe tavuk cücüklerin bakımını yapardı. İneklerin sütünü sağardı. Öğünden öğüne hiç aksatmadan yemek yapar ve yayık yayardı. Her şeyin doğalı vardı. Yapmış olduğu peyniri, çökeleği ve tereyağını satardı. Böylece bir nebze ekonomik olarak ailesine katkı sağlardı. Cafer Efendi, düzenli olarak bağının bakımı yapar, üzümlerini pekmez kaynatırdı. Köylülerden bazıları bağlarındaki üzümü Cafer’e götüre verirlerdi, o da sebze ve meyveleriyle satardı. Üzümü en çok civar köylerden Karalık Köyü alırdı. Orada bağ yetişmezdi. Elindeki meyveleri çocuklara ve yoksullara bedava dağıtmayı çok severdi. Durumu olmayan ihtiyaç sahibi köylülere sebze ve meyve yardımında bulunurdu. Yanında gezdirdiği defterine borçlarını yazar ve veresiye verirdi. Veresiye defterine yazdıklarının çoğunu da almazdı. Yeğenleri; Davut, Ayşe, Firdevs’i Ala, Musap, Cihat, Mustafa, Bünyamin, Kübra ve Tayyip’e bolca muz verirdi. Onları sevindirirdi. Köyün diğer çocuklarına da aynısını yapardı. Bu yüzden çocuklar, onun sebze aracının gelmesini dört gözle beklerlerdi. Onların iştahla muzları ve diğer meyveleri karınlarına indirmelerini büyük bir zevkle izler ve bu duruma çocuklar gibi sevinirdi. Adeta kendi yiyormuş gibi mutlu olurdu...
Kalbinden rahatsız olduğu için ağır işlerde çalışamazdı bu yüzden sebze meyve işlerine girmişti. Yemek yerken acayip terlerdi. İşin yoğunluğunda fersiz kalbi duracak gibi olurdu. Kef kef alırdı. Yokuşa yukarı hızla çıktıkça kalbi duracak gibi olurdu. Anadolu’nun bozkırlarının toprağının bozluğu üzerinde yaşayanların sıratına yansıyordu. Aynı duruma en çok muhatap olanlardan biri de Cafer’di. Kızı Habibe gelin olmuş, İzmir’e yerleşmişti. Biricik kızın hasreti bağrını yakıyordu. Serapta su görür gibi kızının hasreti gözüne hep su gibi gözüküyordu ancak ona bir türlü uzanamıyordu.
Karısı Döne ve annesi Zeynep ile güz günü ilkönce İstanbul’da yaşayan kız kardeşi Hava Hanımı ve yeğenlerini ziyaret edeceklerdi. Oradan da İzmir’e geçip kır çiçeği biricik kızı ve damadını ziyaret edeceklerdi. Kızını ablasının oğluna vermişti. Böylece ablasını, eniştesini ve diğer yeğenlerini bir arada bulup ziyaret edeceklerdi. Cafer Efendi, kışın soğuk olmayan İzmir’de kızının yanında kış mevsimini geçirecek baharın tekrar köyüne dönecekti. İşine kaldığı yerden devam edecekti. Plan böyleydi sıra palanın uygulanmasına gelmişti. Köyden İstanbul ve İzmir ziyareti için hazırlıklar başladı. Çökelek, peynir, bulgur ve diğer kuru gıdalar güzel bir şekilde ambalaj yapıldı. Otobüsle gideceklerdi. Otobüs için biletler alındı. Köydeki ablası Esme, eniştesi Dursun, yeğenleri ve akrabayı taallukla vedalaşma yapıldı. Köyün meşhur minibüsçüsü Asım Emmi, Cafer’in ailesini Çekerek otogara bırakacaktı. Köyün minibüsçüsü ile pazarlık yapıldı ve yol parası verildi. Minibüsçü Asim Emmi, Cafer’in ailesini Çekerek otogarına getirdi. İstanbul otobüsü akşam saat 18:00 da kalkacaktı. Otogardaki bekleme salonunda otobüsü beklemeye başladılar. Otobüsü bekleme süresince bir yandan mutluluk bedenlerini sararken, diğer taraftan köyünden ve sevdiklerinden ayrılmanın üzüntüsü bedenlerini hüzne boğuyordu. Bu üzüntü gözlerinden etrafa apaçık yansıyordu. Otobüsün kalkış saati güneşin ufukta batışıyla birleşti, böylece güneşin kızıllığı kalplerinden bedenlerine yansıdı. Akşamın serinliğinde İstanbul yolculuğu başlamıştı. Otobüs tıklım tıklım doluydu. Herkes gurbetteki çocuklarına, akrabalarına sonbaharda ne kadar stok yapmışlarsa doldurmuşlardı otobüsün bagajına. Otobüs şoförü ve muavin ile yolcular arasında zaman zaman yüklü bagaj konusunda tartışmalar çıkıyordu. Turşusu, tereyağı, sütü, yoğurdu, yaprak salamurası, pekmezi, konserveleri kuşburnu reçelleri vb. ne arasanız mevcuttu. Bunların bir kısmı yolculuk esnasında dökülüp büyük bir kokuya sebep olabilirdi. Şoför ve muavin bu konuda haklıydılar. Neyse tartışmaların ardından herkes bagajını yükledi ve İstanbul yolculuğu uzayan gölgeler arasında başladı. Herkes heyecanlıydı otobüste ufak çocuklar da vardı. Onların zaman zaman ağlaması, su istemeleri çişlerinin gelmesi sorun çıkarıyordu. Her yerde durup altını değiştirmek kolay değildi.
Gecenin karanlığında tekerlerin korkusuza meydan okuyarak yuvarlanması yolculuğu azaltıyordu. Kara lastikleri çileli asfaltı yalayarak mega kente doğru gidiyordu. Motorun turbo sesi tatlı uyku getiriyordu yolculara. Muavin ara sıra su veriyor zaman zaman çay kahve meşrubat ikramında bulunuyordu. Gecenin karanlığını yırtarcasına otobüs ilerliyordu. Gece yarısından sonra yolcuların çoğu uykunun derinliklerinde kayboluyordu. Otobüs sabah namazı İstanbul’a giriş yaptı. İlkönce Anadolu yakasındaki yolcularını bırakan araç güneş yükselirken dünyanın en güzel boğaz köprüsünü geçerek Avrupa yakasına geçiyordu. Cafer, Döne ve anneleri Zeynep horul horul uyuyorlardı. Otobüs trafik yoğunluğuna kalmadan esenler otogarına ulaştı. Yolculuk yapan bütün yolcular gözlerini ovuştura ovuştura sağa sola bakarak inmeye çalışıyorlardı. Muavin bagajdaki araç gereçleri bir bir indirip herkesin bagaj eşyalarını teslim etti. Cafer bir taksi çağırdı. Taksiye ilkönce köyden getirmiş oldukları bagajları yüklediler. Kendileri de bindikten sonra Esenler’den Esenyurt’a ticari taksiyle yolculuk başladı. Ticari taksinin paramatiği çoktan çalışmaya başlamıştı bile. Esenyurt’aki kız kardeşi ve eniştesinin yanlarına saat ona doğru ulaştılar. Sabah kahvaltısını güzelce yapıp yol yorgunluğunun üzerine güzelce bir yorgunluk uykusuna daldılar. Ancak ertesi günü kendilerine gelebildiler. Hoş beş güzel sohbetten sonra hasretlik sona ermişti. Günler hızla ilerliyordu. Cafer Efendi annesi Zeynep’i ve eşi Döne Hanımı İstanbul’un tarihi ve turistik yerlerini gezdirecekti. Beklenen gün geldi. Üçü birlikte kız kardeşi Hava Hanımı da yanlarına aldılar ve İstanbul’a geziye çıktılar. Otobüs biletlerini aldılar. Belediye otobüsüyle gidiyorlardı gittikleri yerlere. İlkönce Sultan Ahmet Cami, Ayasofya ve Topkapı müzesini ziyaret edip gezdiler. Yoruldular dinlenmek için gölgelik yer buldular. Burada biraz dinlendiler. Acıkmışlardı, açlıklarını simit puaça ile geçiştirdiler. Yaşlı annesi için tekrar ticari taksi tuttu. Kadıncağız yaşlılıktan ve fazla kilolarından dolayı yürüyemiyordu. Fatih Cami, Süleymaniye Cami, Yıldırım Beyazıt Cami derken gezi çok iyi gidiyordu. Esas açlıklarını Eminönü’nde balık ekmekle gidermek istiyorlardı. Daha önce Eminönü’nde balık ekmek yiyen Cafer Bey, balık ekmeğin tadını anlata anlata bitirmemişti. Gezi güzel gidiyordu. Gülhane parkına geldiler. Gülhane’nin serin gölgeliklerinde çöl sıcağını atlatarak serinliyorlardı. Eminönü’ne inip bekledikleri balık ekmek arasını söylediler tezgâha. Kuzu eti gibi kızarılan balık ekmeklerini büyük bir iştahla karınlarına indirdiler. Sıradaki ziyaret yeri Eyüp Sultan Cami ve türbesiydi. Zaman kaybetmeden oraya gittiler. Eyüb’ül Ensari’nin kabrini ziyaret ettiler Eyüp Sultan Camiinde ikindi namazlarını kıldılar. Serinlemek için ayran, soğuk su içtiler ve dondurma yediler. Başka bir gün de Çamlıca ve Taksim ve Beyoğlu tarafını güzelce gezdiler. Eve döndüklerinde çok yorulmuşlardı. Gittikleri yerlere ara sıra ticari taksi tutmuşlardı. Nede olsa yanlarında yaşlı anneleri Zeynep Hanım vardı. İstanbul günleri çok iyi gidiyordu. Yaklaşık bir aya kadar İstanbul’da kaldılar. Artık buradan biricik kızları Habibe’nin yanına gitme zamanı çoktan gelmişti. İzmir’e otobüs biletlerini aldılar. İzmir için geri sayım başladı. Bu akşam gideceklerdi. Otobüs yazıhanesine kadar yine ticari araç tuttular ve otobüs terminaline geldiler. Yine bir akşamüstü İstanbul İzmir yolculuğu başlamıştı.
İstanbul ziyareti güzel geçmişti tarihi turistik yerler ziyaret edilmişti. Yakın akrabaları ile helalleşmişti. Cafer’in büyük ablasının iki oğlu Davut ve Musap ailesiyle İstanbul Esenyurt’ta ikamet ediyorlardı. Onları güzelce ziyaret etmişler onlar da onlara misafirliğin en alasını yapmışlardı. Cafer’in kayınları; Yaşar, Davut ve İsmail de aileleriyle bu mevkide ikamet ediyorlardı. Sevimli Cafer Esenyurt’taki bütün köylüleriyle vedalaşarak yaşlı ananesi Zeynep ve eşi Döne ile biricik kızları Habibe’nin ziyareti için İstanbul’dan İzmir’e yola koyulmuşlardı.
Güz mevsimi olmasına rağmen İstanbul’da zaman zaman bunaltıcı hava hâkim olmuştu. Acaba İzmir’de hava nasıldı? Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra Cafer ve ailesi biricik kızı Habibe damadı Ali, ablası Zübeyde ve eniştesi Seyfettin’in evine ulaştılar. İzmir günleri başlamıştı. Her şey güzel gidiyordu. İzmir iklim olarak sıcak bir yerdi. Buradaki güz havası iç Anadolu’nun ağustosu gibi sıcaktı ve insanı buram buram terletiyordu. Ilıman bir iklim baskın bir hava vardı. Yeşillik hoştu, denizin maviliğine diyecek yoktu. Burada her çeşit meyveli meyvesiz ağacı bulmak mümkündü. Turunçgiller, muz, incir, zeytin, palmiye vb. aklınıza gelecek bütün ağaçlar mevcuttu. İzmir bir başkaydı ve denizden gelen esintiler muhteşemdi.
Cafer, annesi Zeynep, hanımı Döne, kızı Habibe ve damadı Ali ile İzmir’i doyasıya gezdiler. Gezmeye doyum olmazdı. Artık kış adımını atmak üzereydi…
Cafer Efendi, bir akşam kalbinden rahatsızlık hissetti. Ambulans arandı acilen hastaneye kaldırıldı. Doktorların bütün müdahalelerine rağmen Sebzeci Cafer genç yaşta gurbet ellerde hayata gözlerini yummuştu. Sebzeci Cafer’in ani ölümü bütün sevdiklerini yasa boğdu. Cenaze morgdaydı sevdiklerini bekliyordu. Bütün köylüler, Çekerekliler ve Yozgatlılar Cafer’in cenazesini kendi köyündeki mezarlıkta bulunan babasının, dedesinin, abisinin, mezarlarının bulunduğu yere defnetmek istiyorlardı. Özellikle amcası Veysel büyük bir mücadele verdi. Cafer’in sevdikleri, dostları ve akrabaları zor şartlar altında cenaze defin işlemleri için İzmir’e gittiler. Hastanenin önünde cenazeyi alıp Yozgat’a götürmek için beklediler. İstanbul’dan da cenaze için geldiler. Sebzeci Cafer’in akrabası Muhittin, İstanbul cenaze işlerinde çalışıyordu. Muhittin: “Cenazeyi köye götürmek çok kolay, bana götürün köyümüze deyin her türlü masrafı banadır.” Dedi. Ama onu dinleyen kimdi? Cenazeyi köyle göndermiyorlardı. Örencikli akrabaları da vardı. Allah var ya onlar: “Siz nasıl isterseniz öyle olsun.” diyorlardı. Cafer’in eniştesi Seyfettin cenazenin köye gönderilmesine şiddetle karşı geliyordu. Cafer’in kızı Habibe de: “Babamı buradan götürmeyin. Babamın cenazesi giderse ben ne yaparım?” diye evinin balkonundan ağladıkça ağlıyordu. Eşi Döne’nin dili dişi tutulmuştu. “Kocamı köye götürün. Gurbet ellerden köye götürün. Gurbet ellerde koymayın.” Demiyordu. Vah garip Cafer’im vah! Cenazen gurbet ellerde kalmıştı. Amcaları ve akrabaları ne kadar dil döktüyse de cenazeyi vermediler. İzmir’de adı sanı duyulmamış kimsenin gidip de uğramayacağı bir mevkie cenazeyi defnettiler. Cafer’in Şerife halasının (Bibisi) oğlu Kör Osman canından çok sevdiği Cafer için ağıtlar yaktı. Karahalilin Kör Osman ağıtında Cafer için şöyle diyordu:
Seyahat için anam gittim İzmir’e
Azrail de düşmüş benim peşime,
İyi bakın, ihtiyar Anam eşime,
Gurbet ellerinde kaldım anem…
Gelin bakın alkanlarım akıyor,
Bir tek yavrum balkondan bakıyor,
Anam eşim başucumda ağlıyor,
Gurbet ellerinde kaldım anem…
Ciğerimden parçaları aldılar,
Aldılar da bir morga sürdüler,
Ahbaplarım hep köyümden geldiler,
Zalımların evinde koymayın beni.
Kimsesiz mezarımı İzmir’e eştiler,
Ahbaplarım hep köyüne döndüler,
Kimsem yok mu benim yalnız koydular?
Zalımlar yüzünden kaldım gurbette.
Köyde yok muydu yurdum yerim?
Zalımlar elinde koymayın beni,
Ahbaplarım gelir helallik verir,
Komşularım gelir helallik verir,
Zalımlar elinde koymayın beni.
Anahtarlar duvarda asılı kaldı,
Bir yavrum yok ki ocağım yaksın,
Bir ihtiyar anam yârim yollara baksın,
Uzadı yollar anam duramam gayri…
Yok mu tabip senin derdime çare?
Anne hakkını helal eyle bize,
Azrail de düşmüş tatlı canıma,
Zalımlar yüzünden kaldım gurbette.
Cafer hakkın helal eyle sen bize,
Bu destanı Cafer ben yazdım sana,
Bütün çevre köyler geldi yasına,
Cafer hakkın helal eyle sen bize…
Yozgat’taki akrabaları Yozgat’a, İstanbul’dan gelenler de İstanbul’a döndüler. Eşi ve yaşlı annesi bir müddet İzmir’de durduktan sonra Yozgat’taki köylerinde bulunan evlerine döndüler. Cafer’in yeni almış olduğu sebze kamyonetini sattılar. Anne ve eşi Döne kendi köylerindeki evlerinde duramıyordu. Evlerini toparlayıp İzmir’e göçtüler. “Cafer’imizin mezarı yalnız kalmasın” diye İzmir’de belirli süre kaldılar. Burada yine tutunamadılar, tekrar köy dönüş yaptılar. Hanımı Döne bu ara bir felç geçirdi. Yaşlı annesi fazla kilosundan dolayı zor yürüyordu. O, namazını kılar kimsenin lafına karışmazdı. Evliya gibi bir kadındı. Döne Hanım ve annesi bu kez de İstanbul Esenyurt’a göçtüler. Orada Döne Hanımın kardeşleri ve Zeynep annenin kızları ve torunları vardı. Köyle bütün bağlarını koparıp İstanbul’da yaşamaya başladılar. Bir sene sonra kızı Habibe ve damadı Ali de İzmir’den temelli ayrılarak Esenyurt’a annesinin olduğu yere göçtüler. Şimdi İstanbul’da yaşıyorlar. Cafer’in İzmir’deki eniştesi Seyfettin ve ablası Zülbiye Yozgat’taki köylerine taşındılar. Cafer’in mezarı gurbet ellerde yapayalnız kaldı. Akrabalar gitti o kaldı orada tek başına kimsesizler mezarlığında…
Yunus Emre’nin söylediği gibi
Bir garip ölmüş diyeler,
Üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar,
Şöyle garip bencileyin...
14.06.2021
Yozgat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.