- 485 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
820 - İNCİ KÖŞKLER
Onur BİLGE
“Bir gece rüyamda bambaşka bir diyardaydık. Uzayda bir yerde... Gökte asılı, boşlukta üzüm salkımı gibi duran, kocaman incilerden meydana gelmiş bir bina vardı. İnci tanelerin her biri bir evmiş. Oraya düşünce gücüyle, emek harcanmadan, adım atılmadan, kanat çırpılmadan çıkılıyormuş.
Bir anda kızım ve oğlumla o inciden salkımın evlerinin birinin kapısında olduk. Kızım bir elimde, oğlum bir elimdeydi. Kapıyı, baştan aşağıya beyazlara bürünmüş, örtülü bir hanım açtı. İlk iş olarak çocuklarımın saçlarını kontrol etti ve “Girin!” dedi.
Girdik. Büyük bir salonda bulduk kendimizi. O kadar genişti ki! Ortasında da kocaman bir havuz vardı. Soldaki ilk odaya geçtik. Odadaki duvarların kenarlarında aralıksız sedirler, üstlerinde de yan yana oturmuş, beyazlara bürünmüş başörtülü kadınlar vardı.
Orası, sonradan Kur’an’dan öğrendiğime göre İnci Köşklermiş. Çocuklarım küçüktü o zaman. İnşallah Allah cennetini de Cemal’ini de nasip eder bana, çocuklarıma, Ümmeti Muhammed’e!.."
Duanın böylesine nasıl "Âmin!.." denirse öyle dedik, hep birlikte. Neslihan Hanım zaten rüyasını Define’ye anlatıyordu. Yine ona hitaben:
“Sakın bana: “Aç tavuk, düşünde darı görür!” falan demeye kalkma! Alınırım! Biliyorum, bu sadece bir düş... Kolay mı cenneti kazanmak! Cemal!.. O en büyük ve en önemli hayal! Önümüzde neler var!.. “Aşk yeter!” diyoruz ya coşunca... Yalan! Aşktan yüreğimizin zarı çatlasa, yarılsa, yine de az! İlle de ibadet! Namaz niyaz!..” dedi. Dede, sakin sakin anlatmaya başladı:
“Allah hayra çıkarsın! İnşallah, layık görüleceğin yeri görmüşsündür! Yine de sen tedbirini al, sonra da tevekkül et! Ne sen bilirsin, ne ben, ne de bir başkası... Yalnız Allah bilir, her işin aslını. Âşık, o âşık olursa, neden olmasın da... Aşk, neye olacak? Onu bir bilebilsek! Hangi ilaha? Günümüzde o kadar çok ilah ediniliyor ki farkında olarak ya da olmayarak! Herkesin hayalinde bir ilah var, herkesin hayalinde görüp bilmediği bir Cemal hülyası ve beklentisi... Nasıl aşk? Kime aşk? Sözde tamam! Ya özde? Ya hakikatte? Yine de Allah, aşkını bol eylesin! “Leyla!” derken Mevla bulunmaz mı! Bulunur! Neden olmasın! Daha açık konuşmamı istersen... Allah’ı bulmak kolay da, Allah’ı bulduranı bulmak zor! En doğrusunu yine Cenabı Allah bilir.”
“Daha yaşıyorum hamdolsun! Halen ümit var benim için. Her şey bitmedi daha. Belki ben de kazananlardan olacağım evlatlarımla birlikte. Olamaz mı yani? Hayat devam etmekte... Kim bilir gelecek nelere gebe?”
“Dindar biri değildim. Aşk için yaratılmış olduğumu sanıyordum. Olanca gücümle seviyordum. Sadece sevmeyi öğrenmişim ve ben yalnızca seviyordum. Ne yazık ki hep yalnız seviyordum. Sevilmenin tadını alamamış olsam da sevmenin hazzıyla yaşayıp gidiyordum.
Sevdikçe değerini yitiriyordu her şey. Dünya, içindekilerle birlikte... Ben hep sevdiğimle birlikteydim ya... Her şeyim fedaydı onun uğruna!
Neyim varsa kaybetmeye başladım birer birer. Zaten hep geç kaldım her şeye ben ve kanıksadım bu durumu ama yine de hiç kaybetmedim umudumu. Hayata bir sıfır yenik başlamışım zaten. Derken, önce ilk sevdiğim kızı, arkasından bütün göz koyduklarımı kaptırdım başkalarına.
O kadar sevdim, o kadar çırpındım ama boşuna! En değerlimi de kaybettim nihayetinde. Karımı da kaybetmiştim zaten. Onu da birine kaptırdım en sonunda. Çocuklarım, hiç bilmediğim bir herife emanet! Bu ne kadar acı!.. Öyle değil mi?
Dinle alakam yoktu. İlgi alanım sevgiydi, aşktı. Hatta bir zamanların ateistiydim. Din benim neyimeydi! Görülmeyeni sevmek nasıl bir şeydi? Olabilir miydi öyle bir şey?
Görmeden sevmek nasıl bir şeydi? Ya da duymadan mesela? Hani şehirlerarası telefon bağlantılarında işitilen memurlara, sadece seslerinden etkilenerek âşık olanlar vardı ya... Yüzlerini görmeden... Nasıl olduklarını bilmeden... Bir sese gönül kaptıranlar...
Allah’ı sevmek nasıldı? Sevenler, âşık olanlar vardı. Erenler evliyalar... O’nun da sevdikleri vardı. Nadide kulları... O zatlar ne kadar şanslı ve ne kadar değerliydiler!
Ben asla onlar gibi olamazdım ki! Belki onlar, yaratılıştan bu konuya yatkındılar. Belki ben yalnız gördüğümü bildiğimi sevebilecek yetenekte yaratılmıştım. Allah nasıl sevilirdi ki?
“Allah’ı nasıl göreceğimi, nasıl duyacağımı, O’nunla nasıl bağlantıya geçeceğimi bilmediğim gibi böyle bir arayış içinde de değildim. Aklımın işi değildi! Serserinin biriydim ben. Ayyaşın teki!
Yalnız dünyaya ayarlı olduğumu zannederken, Antalya’da bir adam girdi hayatıma ve ben anlayamadan dünyamı değiştirdi! O’nu bana buldurdu. Gösterdi. Onunla beni buluşturdu. Konuşturdu!”
“Yok artık! O görülür mü! Duyulur mu! O’nunla konuşmak mı! Güldürme beni!” diye itiraz etti Neslihan Hanım.
“Biraz sabırlı ol! Hele bir dinle! Bekle!” dedi Define. Biz ne diyeceğini biliyorduk. Neslihan Hanım ilk defa duyuyordu. Haliyle hayretler içindeydi!
“Mecazi aşk, yeryüzündeki en değerli varlığımken, asla vazgeçemeyeceğim zenginliğimken, sevdiğim dünyalar güzeli kız yegâne kıymetlimken, bir de baktım ki Allah’la aramdaki en büyük engel!
Önce kendimi yokladım, sonra ikna ettim. Daha sonra da kahramanca bir kararla, sonuçlarına katlanmayı göze alarak onu da, onunla alakalı mekânı da terk ettim! Arkama bakmadan geldim buralara. Bir daha geri dönmedim.
Onu ne kadar söküp çıkarabildim kalbimden? Bunu ben de bilmiyorum inan! Ancak onu her düşündüğümde, her özlediğimde Allah’a gittim. Sonunda, şu boyalı oyuncağımdan, yani süslü kokona dünyadan vazgeçerek, Allah’la olmaya hak kazandım.
Sevdiğim mi? O da dünya idi aslında, madde idi, maddi idi... Bana ne lazımdı! Yolu açık olsundu! Ondan vazgeçmeyi başarınca, gerisi çocuk oyuncağıydı! O zaman, yalın halde Allah kaldı! Yok görünen Var...
Kalbimin acımasıydı, hoşuma giden. Bir faniyi her an yanımda, canımda hissetmenin hazzıydı, asıl sahibiymişçesine... Benimmişçesine... Başka daha güzel, daha değerli bir hazzı tatmamıştım ki o zamanlar...
Sonra, ilk zamanlarda rabıtadan bahsetti Kaptan. Gemisi bendim bu defa. Rotası belliydi. Pusulası Kur’an ve sahih hadislerdi. Rehberi malum... “Allah istikâmet versin!” diyordu bana. Duası oydu.
Şişe olmayı, içimi boşaltmayı, şişeyi de taşa çalmayı başaracaktım. Yok olacaktım. Yok olacaktım ki bir O kalsın! “Tüm kainatı da, kendini de yok et!” diyordu bana.
Rabıta... Kendimi ve kendimle birlikte her şeyi o anda yok etmekti o! Temelli yok etmek o kadar kolay değildi! Rabıta, asıl istenilenin sadece hayalini kurmaktı, o da bir süreliğine.
Zamanla elimdekileri ala ala öğretmişti hayat bana hayat kaybetmeyi, yok etmeyi. Şimdi ne oyuncak isterim artık, ne de öyle şeylerde merakım kaldı! Ne keramet, ne kiremit peşindeyim! Şeylerin içinde kendimi kaybetmişim. Beni Kaptan bulup çıkardı. Şeylerden sıyırdı. Yıkadı, pakladı. Bulduğum her şeyi çöpe attım, en değerlileri oyuncaklarımla beraber.
Ben bittiğini sanıyorum ama farkında olduğum olmadığım kim bilir daha ne kadar oyuncağım vardır beni oyalayan! Yolumdan alıkoyan...”
“Anlıyor gibiyim ama tam anlamıyla anlayabildiğimi söyleyemem. Bana bir şeyler demek istiyorsun ama açık değil. Ben de biliyorum cennetin kolay kazanılmayacağını. Hani her zaman dersin ya: “Mümin korkuyla ümit arasında olmalı!” diye... İşte öyle bir haldeyim.”
“Özgür bir kuş gibisin şimdilerde. Bir beyaz güvercin gibi... Uçuşup duruyorsun öylesine. Dilerim bir an gelir, sana seni, sana O’nu bildirecek biri avlar seni!..”
“Âmin!..” dedik hep bir ağızdan. “İnşallah bizleri de...” diye de eklemeyi ihmal etmedik.
Kadir Gecesi bu rüya, bu anlatı ve duayla nihayetlendi Virane’de. Kalanına evlerimizde devam etmek üzere dağıldık.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 820