- 456 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
814 - BİR VASİYET
Onur BİLGE
Neslihan Hanım, olanı biteni o kadar detaylı bir şekilde anlatıyordu ki Arkası Yarın ya da Radyo Tiyatrosu dinliyor gibiydim. Not almakta zorlanmadım. Temize çekerken de çok fazla düzeltme yapmama gerek kalmadı. Yorulunca ara verdim. Şimdi tekrar yazmaya devam ediyorum.
“Tanışma, dayanışmamız böyle oldu. Ardından, nasıl olduğunu anlayamadığım bir evlilik... Zaten bizim buralarda çoğu evlilikler aynı mahalleden insanlar arasında olur.
Rüya gördüm, anlattım, yordu, inanmadım. Hatta hakir gördüm, ufaladım ama neticede razı oldum. “Benim hayatım roman...” derdi. “Eli kalem tutan biri olsa da kayda geçirse!” Öyle birini bulamadan gitti.
Bu kadar şey anlattım. Ne yorum geldi senden Necmettin Ağabey, ne de birkaç kelam... Hiç ilgini çekmedi mi? Önem vermeye değmez mi yani şimdi bu olanlar? Ben de belki onun hakkında da yazarsın diye emek çeke çeke anlatmıştım. Yani öyküsü de mi yazılamaz? Hevesim kursağımda kaldı. Rahmetlinin de en çok istediğiydi. Derdi ki: “Bu benim hastalığımın imini cimini yazsınlar. Belki kalanlara ibret olur. Belki aynı dertten mustarip olanlara örnek olur. Hastalığımın seyrini öğrenirler de ona göre hareket ederler.”
“Hikâye tamamlanınca söyleyeceklerimi söylerim. Fakat dikiz aynasına fazla bakarsan, önünü göremezsin. Dikiz aynasına, gerektiği kadar bakılır. Yol öndedir. Arkada kalan geçilmiş yoldur. Gece farlarını iyi yak! Biliyor musun, senin acı çekmene üzülüyorum! Kendi özüne dönmeye bak! Roman fikrini de askıya al. Yazdırmaya kalkarsın, yarım kalır ya da seni senden alır! “İnsana olanlara değil insanda olana bak!” diyor bir düşünür. Bir başkası da: “Büyük kafalar fikirleri orta kafalar olayları...”
“Biliyorum. Küçük kafalar da insanlar hakkında konuşur.”
“Öyle diyor. “Küçük kafalar insanları konuşur.” O halde sen hangisinde yer alacaksan o yeri belirle!”
“Üçünde de gezineceğim.”
“Neden olmasın! Birikim, bilgi ve ruh yapısı sende varsa ne diyebilirim! Hayırlı olsun! Üçü bana ağır geliyor. Birine amenna ama diğer ikisini taşıyacak gücüm kalmadı. Allah gücünü artırsın!”
“Sen şair ve yazarsın. Onlar sadece üst tabakaya hitap etmezler ki! Yunus’un kalıcılığın sebebi budur. Yunus’tan, herkes kapasitesince bir şeyler anlar ve ondan hoşlanır. Benim anlattıklarımı yazarsan herkes anlar. Fakat üst tabaka daha da derinliğine, tabi... Su ne kadar çok olursa olsun, herkes kabı kadar su alır. Kapasite meselesi...”
“Eğer Yunus gibi biri en çok konuşulması gerekeni en az, en az konuşulması gerekeni de en çok konuşursa, orada Yunusluğun dışında Yunusculuk ortaya çıkmış demektir.”
“Az söz, ariflere söylenir. Ben roman yazılmasından bahsediyorum, şiir ya da vecize değil. Sen de istersen yüksek tabakaya, istersen halka anlatırsın. Ben olanı biteni özet halinde anlatıyorum. İstediğin kadar genişletebilir, derinleştirebilirsin. O senin elinde... Yani senin kabiliyet ve kapasitenle alakalı...”
“Hazreti Muhammed S.A.V. tüm zamanların en büyük insanı olduğu halde İslam âleminin düştüğü hale bak! Ne yazık ki Mevlanaları, Yunusları, Farabileri, Pir Sultanları, İbni Sinaları yabacı patenti olmadan kabul bile edemiyoruz. Halka anlatacak o kadar çok şey var ki! Sözün müşterisi kulaktır. Maalesef kulaklar tıkalı... Eserin müşterisi gözdür. Gözler kapalı... Aşkın müşterisi özdür. Tutmuş neyi, kime, nasıl anlatacaksın? En basiti burada iki şiiri üst üste okusam, birincisinin bitmesini bile iple çekenler ikinciyi dinlememek için kalkıp gidiyorlar. Belki dinlemeye ya da anlamaya değer bulmuyorlar.”
“Ne kadar alıngansın! Sen bunları söyleyene kadar böyle olabileceğin hiç aklıma gelmemişti. Bir yaşıma daha girdim!”
“Alındığımdan değil. Biz buyuz! Hep Molla Kasımların kadrine uğrarız ya da ben çok geri zekâlıyım bunları anlamıyorum.”
“Ben senin şiirlerini çok beğeniyorum. Dinlemekten zevk alıyorum. Hele sen okuyunca... Şiiri, yazan okumalı bence. Hem son şiirlerin İlahi tadında... Adeta zikir ve tefekkür yaptırıyor dinleyene.”
“Hiçbir yorum yapmadın. Eleştirmedin bile.”
“Eleştirilecek bir tarafı yok ki! Yorum yapmak falan ne haddime! Sadece zevk alarak dinliyorum. O kadar.”
“Mesele şiir falan değil... Neyi anlamaya çalıştığımız...”
“Derdi veren Allah, dermanını da verir. Allah’ın yardımı olmadıkça, kimse iyiye ve doğruya gidemez.
Peygamber de olsa kul muhtaç! "Yardımımız ulaşmasaydı, Yusuf günaha batmıştı." diyor.”
“Amenna ama akıl vermiş, işletilsin diye. Fikir vermiş, düşünülsün, tartışılsın bir sonuca varılsın diye. Sevmek için aşk vermiş. Bizler bunları anlatmalıyız. Bir sürü sözle değil, özetle... Özle... Roman istiyorsan, seni hangi davranışlarınla, hangi acıların ve sabrınla tanıdığımı yazmalıyım aslında. Hangi güzel duyguların davetine icabet ettiğini, bir gönül hikayesi olarak yazmalıyım. Gözümde birden nasıl değer kazandığını dile getirmeliyim. Sonra sendeki değişikleri... Gerçek kimliğini çözünceye kadar geçen zaman dilimini... Ben, Diojen gibi elimde fener, adam arıyorum. Galiba ben olmayacakların peşindeyim. Onun için hayatım boyunca kazanç hanem bomboş kaldı. Verimli bir insan olamadım. Çok şey bekliyorsun benden. Roman yazarı falan olamam, asla!”
“Ben önemli biri değilmişim yani. Eşim de öyleymiş. Sana göre hafif kalmışız. Ben anladım anlamam gerekeni. Teşekkür ederim.”
“Ne demek? Saptırma! Oradaki kastımın ne olduğunu pekala biliyorsun. Son cümlemde de bunu belirttim. “Yanlışlık bende...” diye açıklama yaptım. Senin iyi niyetin, Vatan aşkın, eşine derin muhabbetin ve bağlılığın, dindarlığın olmasaydı ne önemin olacaktı! Böyle güzel sebeplerin bağlayıcılığına bağlı kalmak, bana bunları söylettiriyor. İster roman yazdır, ister şiir, ister senaryo... Karışmaya hakkım var mı benim! O zaman terbiyesizleşmez miyim! Seni yormak istemiyorum. Üzmek hiç istemiyorum. Zamanını çalmayayım.”
“Bu akşam bu cehaletimle kendim yazmaya başlayacağım. İlkin aklıma gelenleri, çalakalem... Sonra sana getireceğim. İlgilenmeye değer bulmazsan yılmayacağım. Bana o konuda yardım edecek birini buluncaya kadar aramaya devam edeceğim ve bu vasiyeti mutlaka ama mutlaka yerine getireceğim. Uykum dağıldı. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Kendi gömleğimi kesmem lazım.”
“O halde çalışmanı engellemeyim. İşin ne ise işine bak!”
“Benimle daha fazla konuşmak istemediğini söylemek istiyor olmalısın. Bugün birimiz ters tarafından kalkmış. Belki ikimiz de ters taraflarımızdan kalkmışız. Ramazanın etkisi desem... Haydi öyle olsun!”
“Ben de şiir yazmak istiyorum. Şuursuz şuhuduma dair... Gayet tabii neyi nasıl istiyorsan onu öyle yaparsın. Buna karar verecek olan ben değilim. Sensin! Nasıl istersen öyle olur.”
“Ben seninle öz konuşmam gerektiğini anladım. Bir daha konuşarak roman yazmaya kalkmam.”
“Sadece seni sıktığımı düşündüm hepsi bu!”
“Ben seni sıktım, özelimi dinlettirerek.”
“Elbette dilediğin gibi konuşacaksın. İçindekileri çıkarmanı, dertlerini kusmanı başından beri ben istedim.”
“O kadar uzun değil... Dertleşmek istemiştim. Muhasebem bitmemişti.”
Benim de yazacaklarım bitmedi. Yine ara vermem gerekti. Konuyla ilgili yorum yapmadan önce o ikisi arasında geçen konuşmaların bilinmesini istedim.
İnsan ne kadar zayıf! Biraz aç kalsa, biraz susuz, uykusuz... Biraz çalışsa bitkinlik hissetmeye başlıyor. Buna rağmen gücü kimden aldığından habersiz. Kendinden habersiz... Rabbinden habersiz!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 814