- 557 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
BİR ÖZGÜRLÜK AŞKIDIR YAŞAMAK
Medeniyet dediğimiz ve bizden çok ötelere uzanan, günümüzü ve yarınımızı da odaklayan bu kavram, milletlerin de katkılarıyla farklı bir zenginlik, pahasız da bir anlam kazanmıştır. İnsanların bu medeniyet ailesine katkıları hayatın her sahasında olagelmiş ve süreğen şekilde de daha bir hızla devam etmektedir de. Bizi biz yapan ve bize ait olma hususunu taşıyan değerler, topyekün bize dair bir bakışı da tecelli eder kuşkusuz.
Makarna denince İtalyanların, pirinç denince Çinlilerin,teknoloji denince Japonların akla gelmesi hiç şaşırtıcı değil aslında. Onlar, kendilerini bu yolla dışa vurmuşlar, bu yolla anlatabilmişler. Peki, bizim dışa vurumumuz nasıldır? Bizi diğerlerinden ayıran, ayrıştıran ve farklı kılanlar… Bir Türk denince akla neler geliyorsa, bizi öyle de tanımış ve bu şekilde kabul etmiş olmazlar mı? Biz kendimizi olduğumuz gibi anlatabildik mi? Bizim olmazsa olmazlarımızla, başkalarının bize dair tutum ve yargıları en azından belli konularda ölçüşebiliyor mu?...
Daha küçüklüğümüzden beri güreşte başat bir millet olduğumuz kabul görmüştür. “Türk gibi kuvvetli” tabiri de buradan geliyor olmalı. Dünya spor tarihine ayrıcalıklı bir sayfa açabildiğimizdendir ki, bu paye bize nakşedilmiş ve oldukça da gurur okşayıcı. Biz, sadece güreşteki başarıları ile anlamlandırılabilir miyiz? Bu bizi anlatmaya kafi mi? Elbette değil. Kaldı ki, her bir ulusun başarı sağladığı bir spor alanı var ve o milleti salt bu vasfı ile tanımlamak,sınırlamak yeterli değil. Nitekim, bugün çok başat olduğunuz bir uğraşta, sanatta yarın geride kalabilirsiniz de.
Buradan çıkarımda bulunursak, bize, kendimizi asla değişmez bazı ritüeller gerekli sanırım. Zaman içinde yozlaşmayan, yere ve duruma göre değişmeyen bir şeyler. Genetiğimizde bizle gelen ve yüzlerce yıldır, hatta varolduğumuzdan bu yana değişmemiş, değiştirilememiş olan. Bu noktada zihnimizde bazı detaylar belirdi galiba. Bizi Orta Asya`nın steplerinden, Anadolu`nun kapılarını açtığımız güne ve 1071`den de günümüze ve dahi yarına dair öngörülerimizi, olmazsa olmazlarımızı çok net ifade eden bir şeyler.
Tarihimiz boyunca bizler de zaman zaman kıtlıklarla, bitmek bilmeyen felâketlerle cebelleşmiş, içerden ve veya dışarıdan gelen sorunlarla yüzleşmişizdir. Kıtalara hükmetmiş bir medeniyetin de tohumları olarak, halen varlığımızı sürdürdüğümüz ve ebediyete değin de bu azimde olduğumuz coğrafyamızda, bize dair asla değişmemiş olan nedir,nelerdir? Bu sorulara doğru dayanaklar ile yanıt verdiğimizde, kendimizi daha iyi tanımış, daha iyi de anlatabilme fırsatı bulduk demektir.
Yakın tarihimizin tüm dünyayı ilgilendiren ve neredeyse de doğrudan veya dolaylı olarak çoğu ulusu içine çeken savaşlar sonrasında, haritaların nasıl da değiştiğini, değiştirildiğini ve istemeseler de bazı milletlere nelerin dayatıldığını çok net görürüz. Bu çetin varolma savaşları, hem haritaların değişmesine, üstelik bazı milletlerin de tarihin tozlu sayfalarına kalkmasına neden olmadılar mı? Oysa, biz halen varız. Her ne kadar haritalarımız değişse de, asla kabul etmediğimiz ve bizi tarihin derin çöplüğüne mahkum etmeye yönelik art niyetli dayatmalar da olmuşsa, bu coğrafyada yine yaşıyor, aynı bayrağın altında bir ve beraberce geleceğe uzanıyoruz. Bu ülküleri hayata geçiremeyen milletler, ya egemen gücün baskısı altında sindirilerek veya tümüyle ortadan kaldırılarak yaşama fırsatlarını yitirmişlerdir ne yazık.
Ne denli güçlü de olsa, bir ulusun dayanabileceği zorlukların da bir sınırı vardır. Tahammül sınırlarını aşan bir felâket, ulusun diline, dinine,siyasi,… bütünlüğüne velhasılı yaşamına ve yüzlerce yıldır taşıyıp getirdiği medeniyetine malolabilir. Özgürlük ne de ağır bir bedel istiyor, siz düşünün.
Bir önceki yüzyılın başlarından itibaren ve ilk çeyreğine kadar ki tarihî geçmişimizi iyi analiz etmez ve oradan gerekli dersleri çıkarmaz isek, bizler için de aynı tehlike var demektir. Etle kanın hoşrolduğu Çanakkale ve binbir zorlukla yürütülen Kurtuluş Savaşı`mız, bu anlamda bize fazlasıyla yeter. Özgürlük aşkının abideleştiği bu savaşlar, dünyanın egemen güçlerinin her yönden ve son derece de azılı,acımasız tertip ve girişimlerine rağmen, hüsnü hayale uğramıştır. Yukarıda sözünü dillendirmeye çalıştığımız ve bizi biz yapan esas değer “özgürlük”, etrafımızı kuşatan ateş çemberinden de çıkmamızın yolu, parolası olmuştur nitekim.
Başkalarının boyunduruğu altında asla yaşamamış, yaşayamış bir millet olarak, parolamız “Ya özgürlük, ya da ölüm olmalıydı.” elbette. Nitekim, “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” derken eşsiz komutan, içinden geldiği milleti de en iyi tanıyanlardandı. Bu millet, esaret altında yaşamaya mecbur edilecekse, yok olması daha anlamlıydı. İşte, bu başat değer, bizi halen aynı bayrağın altında toplayan, geleceğe ortak ülkülerle bakabilmemizi sağlayan şeydi de.
Dış güçlerden gelebilecek tehditlerin yanı sıra, içte de bazı özgürlük, demokrasi,hukuk mücâdeleleri verildi elbette. Yaklaşık 180 yıl kadar öncesine gidildiğinde, içimizde ortaya çıkan bu özgürlük hareketinin ivmesini 1789 Fransız İhtilâli`ne kadar götürmek mümkün. Bilakis çok uluslu medeniyetleri daha çok etkileyen ve ilgilendiren bu durum, kaçınılmaz olarak Osmanlı Devleti`ni farklı şekillerde bir duruşa yöneltmiştir. 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları ve akabinde de 1876`da da ilk anayasanın ilânı, bu hareketliliğin kilometre taşlarıdır diyebiliriz. Bu anlamda özgürlük arayışları dıştan gelen tehditlere karşı güçlü bir ordu, içerdeki yönetim sisteminde de katılımcı bir demokrasiye doğru evrilmeye başlamıştır.
Milletimiz, tarihin her döneminde dış odaklı tehditler karşısında ordusunu daima güçlü tutmaya çalışmış hatta, ilk topçu bataryalarını kullanan ve üstelik geliştiren, savaş meydanında da üstünlüğü elde tutan taraf olabilmiştir. Avusturya devletinin İstanbul’daki elçisi Busbecq`in bu konuda 1630`larda yazdıklarına kulak verirsek : ’Dünya üzerinde hiçbir millet top, havan ve daha birçok Hıristiyan icadını kullanarak, yabancıların işe yarar buluşlarından faydalanma konusunda Türklerden daha atak olmamıştır.” İfadesiyle, milletin egemenliğine, bağımsızlığına vurgu yapan bir gözlemde bulunduğunu rahatlıkla tescil etmiş oluruz.
20. yüzyıl sonlarından itibaren, bu millet çok ciddi manada bir ölüm-kalım savaşı vermiştir. Üstelik bu mücâdeleler, kağıt üzerindeki planların yırtılıp atılmasına, planlamaların yeniden gözden geçirilmesine, topraklarımızda gözü olan uluslar arasında da derin anlaşmazlıklara yol açmıştır. Anlaşılmıştır ki, karşınızdaki Türk milleti ise, bu millet karşısında fizik, matematik gibi temel disiplinlerin ortaya koyduğu veriler çalışmayacak, planlarda öngörülemeyen detaylar, işlerin seyrini farklı yönlere sürükleyecektir. Bilimsel verileri bile anlamsız hale getiren nedir o zaman? Nasıl olur da askerî gücü ve potansiyeli başta olmak üzere, hasmınız gördüğünüz bir tarafa dair veriler sahada işlevsiz kalır? Soruları çoğaltmak mümkün elbette… Bir millet, bir şeylerin ölümüne tutkunu ise, arzın derinliğine de hapsetseniz, orada tutamazsınız onu.
Yukarıdaki önemli vurguyu en güzel biçimde dillendiren, yaşadığı dönemin vatan şairlerinden Namık KEMAL`dir. Özgürlükle ilgili millî duruşumuzu en güzel şekilde ifade eden cümleleri üstelik Magosa Limanı`na sürgün giderken bugünkü Türkçesiyle şöyleydi: "Zalim ne kadar korkusuz olur olsun / Zulmün temelini biz yine de yıkarız / Yerin dibine atsalar da bizi / Yerküreyi patlatır çıkarız’ diyordu. Bu ifadeler, dönemin en nitelikli kaleminden dökülen ve milletin asla vazgeçemeyeceği “özgürlük” kavramına dair ne de paha biçilmez ifadelerdir değil mi?
Liderler olmadan toplumların bir hedefe kanalize olmaları mümkün mü? Bu soruya, bizi çokça ilgilendiren özgürlük anlayışımız bakımından yaklaşalım biraz da. Toplumun değerlerini,vazgeçilmezlerini iyi okuyan, gereken yer ve durumda da olması beklenen refleksleri gösteren liderler, nihai hedeflere ulaşılabilmesinde en önemli kıvılcımı başlatanlardır şüphesiz. Burada dikkate alınması gerekli nokta, toplumun belleğinde güçlü biçimde duran potansiyelin doğru yer ve zamanda harekete geçirilmesidir sanırım. Zira, daha erken veya geç hareket etmek, toplumsal hareketin başarısına doğrudan tesir eder. Kurtuluş Savaşı yıllarında farklı işgal teşebbüslerine karşı kendiliğinden ortaya çıkan ve adeta spontan bu duruma çokça örnek verilebilir. Gaziantep,Kahramanmaraş,Adana,Urfa,İzmir,Aydın,… bu spontan reflekslerin en güzel örnekleridir özgürlük adına. Düzenli ordu daha kuruluş aşamasında iken, mahalli anlamdaki bu direniş, ortak bir özgürlük şuurunun yansımasından başka ne olabilirdi ki. Ezanına, bayrağına, din ve diyanetine velhasılı bizi biz yapan değerlerin yeşerebileceği tek zemin olan bağımsızlığına sarılmanın, onu sahiplenmenin dünyada enderi pek nadir yaşanan bir durumdur.
Yaşadığı yüzyılın en kıymetli şairi, özgürlük aşığı Mehmet AKİF,milletin özbenliğinden dışa vuran vatan aşkını, özgürlük iradesini ne de güzel ve eşsiz şekilde dillendirmiştir. Bir şaheserdir bu anlamda kaleme aldığı “İstiklâl Marşı”. Adıyla müsemma bu şiirin her bir dizesi, okuyanda uhrevi duyguları uyandırmakta, yaşanan tarifsiz acıların ve zorlukların karşısında asla yıkılmayan esaslı bir duruşu, yüksek bir imanı ve ihlası da tasavvur etmektedir. Yine, bu davada gösterilen özverilere dair yaptığı tasvirlerde, cephedeki her bir nefere nakşettiği pahasız değerler de okuyanın kanını donduracak niteliktedir. Milletin özgürlük karşısındaki duruşunu tartışmasız ve ağır bedellerle elde ettiği bu çetin mücâdeleyi en yalın ve en vurgulu şekilde dünyaya anlatmış dizelerin sahibi Akif, “Çannakle Şehitleri”ne de seslenmek istemiş ve yine kan donduran, nutkunuzun da tutulduğu, tahayyül edemeyeceğiz derinlikteki anlamlarıyla özgürlük nişânesini tarihe adeta nakşetmiştir. Gerek “İstiklâl Marşı”, gerekse de “Çanakkale Şehitlerine” adlı eserler, binlerce yıl da geçse, milletin tarihine, özgürlük aşkına ışık tutacak, yol gösterecek niteliği asla yitirmeyeceklerdir. Unutmamak gerekir ki, milletlerin bağrından böylesi şairler ve pahasız eserler her zaman çıkmaz. Zira, günün yaşanan koşullarını içselleştirerek, gereğinde komutanın, gereğinde bir neferin, cephane taşıyanın gözünden görebilen bu büyük şair, bu trajedilerin bir daha yaşanmaması temennisinde de bulunmuştur.
Üzerinden geçtiği onlarca yıla rağmen, her okuduğumuzda,her duyduğumuzda bizi uhrevi duygulara gark eden manzumeler, milli duruşumuzu perçinlemeye, özgürlük ideallaerimizi de yeniden tazelememize vesile olmaktadır. Nesilden nesile okunması, anlamlandırılması gereken Akif ve onun şiirleri, bizim Orta Asya`dan bu yana yaşadığımız her coğrafyada asla vazgeçmediğimiz özgürlük tutkumuzun adeta taçlandırılmış,ete ve kemiğe bürünmüş halidir.
Milletin her sahada kendini göstermesinin mümkün olamadığı olası durumlarda, vatanın geleceğinin ve güvenliğinin,ülke bütünlüğünün tehlikeye düştüğü anlarda,doğal olarak kendini dışa vurmasının, yüksek sesle ifadesidir özgürlük. Dedik ya, ekmeksiz,hırkasız yaşanır bir şekilde. Vatansız , bayraksız , ezansız yaşanamaz. Milletimizin özünde varolan bu halis duygu, onun her vesile ile özgür yaşayabilmesini sağlamış en vazgeçilmez tercihi olmuştur.
Özünde ;barışçıl, misafirperver, sabırlı,alçakgönüllü değerlerini barındıran milletimizin, sabır göstermekten kati suretle imtina ettiği yegâne değerdir özgürlük. 20. Yüzyılın başlarında yaşanan ve tarihimize altın harflerle nakşedilmiş zaferlerin kazanılmasında, Mustafa Kemal`in askerî dehası ve Mehmetlerimizin de dirayetli duruşları sonucu belirlemiştir. Milletin bağrından çıkan Mustafa Kemal`in bu hususta çarpıcı bir ifadesi "Özgürlük olmayan ülkede ölüm, yıkılış vardır. Her ilerlemenin, kurtuluşun anası özgürlüktür." O halde, özgürlük teması bir seçimdir ve geleceğe, onun niteliğine de yöneliktir. Milletimiz, o buhranlı günlerinde seçimini ölüm ve yıkılışa, himaye altında kalarak yaşamaya değil, bedeli ne olursa olsun ödeyerek, anı gök kubbe altında bir ve beraberce özgür yaşamaya yönelik yapmıştır.
Refahına çok düşkün ve aşırı ferdiyetçi milletler, bir şekilde bunun için bazı özgürlüklerinden taviz vermişlerdir. Bu durum, onları bildiğimiz anlamda hür kılmaz, kılamaz. Oysa, en fazla değer verilen vurgu hürriyet menşeli ise, bu hürriyetin sağlayacağı zemin, milleti daha yaşanılabilir, daha insanî standartlara taşıma potansiyeline sahiptir diyebiliriz. Kabul etmeliyiz ki, vatan yer altı ve üstü tüm içerikleriyle sizinse, aynı bayrak, ortak kültür ve ortak bir gelecek ümidinde bir milletseniz, maziden çıkarımlar da yaparak ; her zorluğa direnebilir, en kuvvetli mukavemeti gösterir, yarınlarda da güçlü biçimde varlığınızı sürdürebilirsiniz demektir.
Hayatın içinde en güzel ve en ideal, vazgeçilemez bir değer olan özgürlük, doğasında adaleti ve diğer güzellikleri de getirir. Ne var ki, bu güzelliklerin kökü ve esas dayanağı durumundaki özgürlük, para ve mal ile takas edilemeyen ve bedeli de tıpkı Çanakkale`deki gibi kanla ödenen bir varlıktır.
Özgürlük mücâdelesinde,yaşanan acıları ve zorlukları, döneminin edebi anlayışını da aşarak bize adeta tarihî bir belge gibi kaleme alan Mehmet Âkif`in, tam da anlamıyla bir vatan şairi olduğunu hafızalardan çıkarmamak gerek. Âkif`in emaneti olan ve bayraklaşmış milli marşımızı, milletin bekâ savaşı ve özgürlük çığlığı olarak ebeden saklamamız gerektiğini, içindeki mesajları da doğru anlayıp aktarmamızın bir borç olduğu hakikatini gözden kaçırmamak gerekir. Milletimizin, kendine mahsus vazgeçilmezleri, onlar için neleri göze alabileceğinin eşsiz ifadesi olan "İstiklâl Marşımız" bir daha yazılmasın diye nakşedilmiştir. Bu kutlu mirasa sahip çıkıldıkça, bir ve beraberliğimize gölge düşmedikçe, hiç bir güç onu bir daha yazdıramayacaktır. Bizlere, gelecekte varolabilme lütfunu bahşeden onurlu mücâdelerin kahramanlarını asla unutmamak, unutturmamak düşer. Birlik ve beraberliğimizin daim olması, birbirimize verebileceğimiz değer ile daha bir kemikleşecek, güçlenecektir. Ne mutlu hür ve bağımsız yaşayabilenlere, "Ne mutlu Türk`üm diyene!"
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
👏🏻👏🏻👏🏻👏🏻
Oğuzhan Hocam !
Finaldeki “Ne Mutlu Türküm Diyene” cümlesini kurabilen azaldı.
Kurarken de,
önce sağına sonra soluna bakıyor ki KGB ajanı var mı yok mu?
Yazan yüreği kutlarım.