- 405 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
B E Y A Z B A S T O N
BEYAZ BASTON
KörMehmet’in oğlu Mahmut askerden yeni gelmişti. Babası rahmeti rahman olalı beş yılı geçmişti. Bu alemde babanın gölgesinde yaşamamanın zorluğunu iliklerinde ve nefesinde hissetmişti. Kendi gayretiyle ayakta durmaya çalışıyordu. Taşı sıksa limon gibi su çıkarırdı. Gücü kuvveti yerinde olsa da geçerli bir mesleği olmadığı için vasıfsız işsizdi. Ortaokulu ikin ci sınıftan terk etmişti. İlkokul diplomasıyla Devlet dairelerinde işe girme şansı pek yok gibiydi. Amelelik yapmaktansa, şehir merkezi ne yakın dağlık köylerde alış veriş yapmayı düşündü. Bu tür bir iş yapan esnafta yoktu. Tekstil sektörü tu hafiye ürünleri, merserize kazaklar dağlık köylerde pek bulunmazdı. Yeni tekstil ürünleri köylerde çok rağbet görebilir ve kazancı çok satış yapılabilirdi. Şehirler ve köyler arası ulaşım imkanı gelişmemişti. Satışını yapacağı tuhafiye malze mesini ilçeden alacak ve köylere büyük haşa içinde sırtında taşıyarak pazarlayacaktı. Bu iş biraz zor olacaktı. Nakit ser mayesi yoktu. Anasının sağımlık ineği, buzağısı ve iki adet süt keçisini satarak sermaye yaptı. Bu işe anasının pek gönlü olmasa da bir yerden başlayacaktı. Bu tür hoşnutsuzluklara katlanması gerekiyordu. Namerde muhtaç olmadan hela linden ekmek peşindeydi.
Mahmut bıkıp usanmadan azimle bir yıl boyunca köylerde tekstil ürünü sattı. Tuhafiye türü merserize bayan kazakları, albenili erkek ve bayan çorapları, gömlek türü giyimler, çocuklara ait kıyafetleri pazarlıyordu. Kazancından çok mem nun oldu. Ertesi yıl hem malzeme çeşidini artırdı hem de, bu malzemeyi taşıyacak yaşlı bir at sa tın aldı. Köy yerlerinde ve pazarlarda satış iyiydi. Tanıdığı kişiler çoğaldı ve özel müşterileri oldu. Siparişler için mal yetiştirmekte zorlanıyordu. Müşteri pazarı büyüdükçe aylık, yıllık geliri arttıkça arttı. İşinin zorlukları olduğu halde yaşamından son derece mem nundu. Sağlığı yerindeydi.
Bir bahar günüydü. Kışın sonunda doğa değişime uğramış, yeşillikler içinde kele bekler uçuşuyor, arılar çiçekten çiçeğe vızıldaşıyordu. Hıdırellez gelmek üzereydi. Mahmut şehir merkezinden dağ köyünde kurulacak pazara girmek için sa bah erkenden yola çıktı. Gün doğmak üzereyken antik şehrin kıyısında olan tarihi çeşme de mola verdi. Her yer antik devirden kalan bina kalıntıları ve taş heykellerle kaplıydı. Kişilerin el sürmeye, dokunmaya çekindiği bir ören yeriydi. Bu ören yerinde her kişi egleşemiyor, yarısı toprak altında kalmış taşı bile oynatmıyordu. İnsanı ürperten, korkutan bir manzara hakimdi.
Mahmut atının üzerinde bulunan tuhafiye çuvallarını indirdikten sonra atı, birkaç asırlık çınar ağacına bağladı. Torbasın da samanı yemleyip boynuna taktı ve kendisi de kahvaltı yapmak için tarihi çeşmenin yanında dinlenmeye çekildi. Bura da bir saatten fazla egleşti. Gitmeye karar verince atının yanına vardı. Atın saman yerken ayağı ile kazdığı nemli toprak içinde üç tane çil altın gözüne ilişti. Heyecanlandı. Atın açtığı çukuru genişletince küçük bir çömlek buldu. Ne yapacağını şaşırdı. Heyecan la çömleğin ağzını açtı ve içerisinin çil çil altın dolu olduğunu gördü. Sessizce çömleği bir bez keseye boşaltı ve güzelce sarıp atın saman dolu torbasının içine gizledi. İçi içine sığmıyor, aklı havalarda savruldukça gökyüzü ne doğru gövdesi de savruluyor, dengesi kayboluyordu. Kaderinin değiştiğini, genç yaşta zengin olduğunu düşündü. Mutluluktan havalara uçtu uçacaktı.
KörMehmet oğlu Mahmut, köylerde tuhafiye malzemesi pazarlama işini yaz sonuna kadar sürdürdü. Güz mevsimiyle birlikte ilçe merkezinde küçük bir giyim dük kanı açtı. Ezeli köyden olduğu için şehirliler iyi gözle bakmıyorlar, biraz ya dırgayıp hor görüyorlardı. Müşterileri genelde köylerden gelen garibanlar oldu. Bu garibanlar nakit parası olmadığı için peşin alış veriş yapmazlardı. Hep harman zamanına veya çalışmaya gittiği gurbetten bahar ayında geliş vaktine veresi ye alış veriş yapan köylülerdi. Mahmut bu duruma alışıktı. Yinede mal satışları azımsanamayacak düzeydeydi. Rab’bine şükrediyordu.
Mahmut aradan geçen zaman içinde mağazanın tuhafiye malzemelerini vilayet yerine İstanbul’dan almaya başladı. Mal almak için İstanbul’a yaptığı seyahatlerde çil çil altın bozduruyordu. Mağazasında mal çokluğu durumunu komşulardan ve kem gözlerden gizlemek için pazar günleri kasaba pazarlarında da sergi açmayı ihmal etmiyordu. Şehirde tuhafiye mağazasını büyütmenin yanı sıra yeni manifatura mağazası, mobilya ve beyaz eşya mağazası açmıştı. İşin ve kazancın üstesinden gelemiyor, yalnızlıktan her işe yetişemiyordu. Paraya para demiyor, bir nevi hatıra defteri tutuyordu. Maddi varlığı büyüdükçe büyüyor ve ünü ve şanı duyuldukça duyulu yordu. Resmi dairelerde ve bankalarda adının önüne kocaman harflerle “Bey” kelimesi eklenmişti.
Mahmut’un bir iki yıl içinde ticari alanda yükselişi ve başarılarının hikayesi ilçe sa kinlerinin ağzında sakız olmuştu. Far kında olmadan bütün kapılar açılıyordu. İlçeye ilk geldiği ve tuhafiye dükkanın açtığı yıl yanından geçmeyenler, veresiye mal vermeyenler ve yoklukla boğuşurken selam vermeye tenezzül etmeyen kişiler, şimdilerde dost olmak için önün den, yanından geçme, dost olma çabalarını iyiden iyi ye artırmıştı. Yardım isteyen ve uzaktan yakından akrabaları ço ğaldıkça çoğalıyordu. Yinede kapısına gelen kimseyi boş çevirmiyordu. Kendisi ortaokulda okuyamadığı için okumak isteyen garip köy çocuklarını kalben ve madden destekliyordu. Köylerinden okumak, tahsil yapmak için ilçeye gelip ortaokul yurdunda iaşe (yemek) ve ibade (yatak) ihtiyacını ücreti karşılığı gideren köy çocuklarının beslenmeleri için yurd bütçesine maddi katkı sağlıyordu.
Mahmut, Allah-ü Teala’ın; “(mealen) İlimi istediğim kuluma, serveti isteyen kuluma veririm” söyleminden hareketle ser vetinin kaynağını Allah’ın, şahsına bir hediyesi olduğunu bilerek her yıl kazancının kırkta birini yoksullara ve ihtiyacı o lanlara dağıtıyordu. Bu serveti sahiplenmiyor ve esas sahibinin, Rab’bi olduğu bilincindeydi ve bu doğrultuda hareket ediyordu. Mahmut insanlara yardım ettikçe karşılığını fazlasıyla alıyordu. Hayır ve sadakayı cariye türü eser yaptırmaktan geri durmuyordu. Bazı kişilere manevi yardım ve bazılarına da ayni yardım yapıyordu.
Ancak çalışma temposu Mahmut’un sağlık durumunda rahatsızlıklar meydana getirdi. Ağrısına katlanılması çok zor olan baş ağrıları çekmeye başlar. Aylarca bir nefeslik tatlı uykuya hasret kaldı. Zaman ilerledikçe görme bozukluğu da baş gösterip gözünün feri iyiden iyiye kesildi. İstanbul’da en büyük hastaneler de bile derdine derman bulamadı. Kalın çerçeveli gözlükler takmaya başlasa da, derde derman olmadı. Günler ve aylar ilerledikçe bir adım önünü göremez ha le geldi. Nihayetin de Mahmut’un görme bozukluğunun irsi bir rahatsızlık olduğu, şimdilik tıbbi çaresinin bulunmadığı anlaşıldı. Babasının ve büyük dedelerinin de aynı rahatsızlıktan muzdarip olduğu için babası ve büyük dedelerine “Kör” lakabı verilmişti. Derdine tıbben çare bulunamadığı için maddi varlığının geçersiz akçe, pul olduğunu anladı. Şahsen ya pacağı başka bir şey olmadığı için durumunu kabullenmek zorunda kaldı.
Mahmut kendi iradesiyle işinin başına varamaz ve mağazalarının durumunu takip edemiyordu. Şehirde herkes Mah mut’un servetinin kaynağını araştırmaya ve konuşmaya başlayalı çok olmuştu. Aslı astarı olmayan bin bir çeşit hikaye ler uyduruluyordu. Bu hikayeler üzerine mağazalarda çalışan kişilerin, ellerini uzatarak kaçak ve uygunsuz işler yaptığı duyulur oldu. Veresiye Defterinde adı yazılı olanlar, elden nakit para alanlar aldıklarını geri getirmiyorlardı. En önemlisi dost bildikleri kişiler, selam vermez, arayıp sormaz ve “geçmiş olsun” sözünü esirger oldu. Mahmut’a maddi zararından ziyade bu vefasızlık çok dokunmaya başladı. Bu arada Rab’binin genç yaşta bahşettiği bu servetin bedelinin sağlığı olup olmadığını da düşünüyordu. Ören yerinde bulduğu servet sanki, sağlığını elinden almıştı. Kişilerin her daim, “Ne oldum değil, Ne olacağım?” sözünü kulaklarına küpe yapmaları gerektiğini görerek, yaşayarak anladı. Halbuki omuzunda taşı dığı haşa içinde mal satarken daha çok mutlu olduğu günleriydi. En önemli serveti olan sağlığı yerindeydi. Sağlık ile maddi servet asla değişilmez di.
Kör Mehmet oğlu Mahmut’un gözü iyice kapanmış ve dünya ile irtibatı kesilmişti. En yakın dostu ve yoldaşı Beyaz Bas ton olmuştu. Elinden düşürmüyor ve yanından asla ayırmıyordu. Boş vakitlerinde el yapımı beyaz bastonla dertleşir ol muştu. Dost bildiği insanlardan daha çok faydayı ağaç bastondan görüyordu. Kendi dün yasında içi içine sığmıyor ve in sanların haline acıyordu. İnsanlara olan güveni azalmış, güven ihdas eden tüm kanallar kendi kendini yok etmişti. İn san kılığında olan hiç bir varlığın Beyaz Baston kadar değeri kalmamıştı gözünde. An itibariyle sağlıklı olan kişilerin ö nemsiz işlerle uğraşıp sağlığa gereken önemi vermediklerini düşünüyordu. Halbuki, bir nefes sonra yaşamın nasıl şekil leneceği bilinmiyordu.
Esasın da bir nefes sağlıklı yaşamın kıymeti, dünya servetinden daha fazla olduğu tescillenmişti. Bu durumu tescilleyen Mahmut’un yoldaşı Beyaz Baston du.
Zira bu alemde Allah-ü Zül Celalin uhdesinde olan zamanı ve sağlığı satın alabilen olmamıştı ve olmayacaktı.
Süleyman YILDIZ
(Lemos5303)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.