Deniz çağırıyor
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
* Bu öyküyü 6 Aralık 2011 tarihinde yayımlamışım ve günün yazısı seçilmiş.
On sene olmuş. O zamandan bu zamana kadar kimler geldi ve geçti siteden.
Uzun diyenler olabilir, sabrı olan okusun diyorum.
Günün, insanı saran sarı sıcak aydınlığına karşın, içine dalmış gözlerinde açılmış anılar kapısından dökülen hüzünlerle, kendinden çok uzak ve karanlıktı. Nevâle kapma yarışındaki martı çığlıkları arasında, durgun denize sabit bakarken, farkında olmaksızın konuşuyordu kendi kendine. “ Ne garip, insan en nefret ettiğine âşık olup sevebiliyormuş meğer! Bak gidemiyorum, ayrılamıyorum ben de hâlâ senden. Hayat öğretiyormuş insana yaşadıkça…”
Başını kaldırdığında, yüzünü gördüğünün sesiyle irkildi birden. “ Bir şey mi dediniz bana ? ” “ Ah! hayır denizle konuşuyordum” Bunu söylerken, hüznün isyanıyla meczup gibi bakıyordu gözleri. “Tövbe tövbee” diyerek uzaklaştı önünden geçen. Bir müddet daha kaldı oturduğu yerde öylece. Sonra yavaşça doğrulup, kalktı banktan.
Zaman, acıların üzerini ince bir kabukla kapatmıştı henüz. Düşüncelerle, böyle uzun uzun dokundukça, sızlıyordu derinden.
Elindeki ekmek torbasının kırıntılarını denize silkeledi, büküp ilerdeki çöp kutusuna attı ve yürümeye başladı. Sahil boyundan kıvrılıp, karşı taraftaki ara caddeyi yürüdü. Sondan bir önceki çıkmaz sokağa saptı. Küçük bahçeli evlerden, ikincisinin bahçe kapısında duraladı birkaç saniye, sonra anahtarı çantasından çıkarıp, kilitli kapıyı açtı. Annesini kalp krizinden yitireli, iki yıl olmasına rağmen, her seferinde bu hareketi tekrarlıyor, sonra robot gibi eli çantasına gidiyor, anahtarı çıkarıp kapıyı açıyordu.
Bu evi Antalya’ya tayininde, hem bahçeli olduğundan hem de kirası ucuz olduğu için kiralamışlardı. Sıralı evlerden üç tanesi aynı kişiye aitti. Taşındıklarından kısa bir zaman sonra, yaşlı adam hastalanıp ölmüş, iki çocuğu anlaşamadıklarından, evleri acele tarafından, ederinden daha az paraya satmışlardı.
Dedesi ile anneannesinin, art arda ölümlerinden sonra miras kalan, oturdukları küçük bahçe içinde tek katlı ev ile, bir küçük tarla, gurbetteki iki dayısının hisselerinden ferâgat etmeleri ile annesine kalmıştı. Az da olsa, onların satışlarından aldıkları para, burayı almalarına yetmişti o zaman.
“ Kızım artık benim Diyarbakır’a dönme sebebim kalmadı, sen de günü geldiğinde evlenince, burada bu evde otururum Allah izin verirse” demişti annesi.
O zamanlar Konyaaltı böyle dolu değildi tabii. İnşaat işleri gitgide artınca, her taraf ev kaynıyor şimdilerde artık.
Bir adam yüzünden denize küskün iki insan, kaderin rüzgârıyla buraya sürüklenmişlerdi. Babası Diyarbakır’da askerlik yaparken annesiyle karşılaşmış ve birbirlerini çok severek evlenmişlerdi. İlk zamanlar sevgiden gözü bir şey görmezken, denizsiz bir yerde yaşayabileceğini sanmış, ancak bir müddet sonra denizi özlemeye başlamıştı genç adam.
Marmaris’te yaşayan, balıkçılık ve süngercilik yapan babası, yosun kokusunu duyumsamak istiyor, denizle kucaklaşmak isteğine karşı koyamıyordu artık. Bu hâl git gide çoğalırken, kısa kısa gidip gelmelere başlamış ve son gidişin dönüşünde; “deniz çağırıyor, artık buralarda duramayacağım, gel birlikte gidelim” demişti annesine.
Annesinin üç kardeşinden ikisi, yurt dışına, iş için gurbete gitmiş ve oraya yerleşerek dönmemişlerdi. Baba evinde yaşayan küçük erkek kardeşi, trafik kazasında genç yaşta hayata veda edince, bu zamandan sonra iflâh etmeyen anne babasını bırakamamıştı annesi ve böyle başlamıştı ayrılık günleri.
“Hayat”, bu adı ona babası vermişti. İkimizin sevgisinden hayat bulacak bir can. Adı Hayat olsun demişti.
Babasının Marmaris’e döndüğü zamanlarda, henüz altı yaşında idi Hayat.
Maddi desteği gibi, ilk gittiği zamanlardan sonra, arada gelmeleri de giderek azalmaya başlamış, aramaların arkası kesilince, onlar da arayıp sormamışlardı. Ana kız böyle yaşamaya alıştırmışlardı kendilerini o zamandan sonra.
Hemşirelik okulunu bitirip mezun olduğunda, babasının sünger avında deniz vurgunu yediği ve hayata veda ettiği haberi gelmişti. Annesi üzülüp ağlamıştı günlerce. Konu komşuyu çağırıp arkasından dualar okutmuştu yedinci gününe dek. Babasının yaşayan tek yakını erkek kardeşinden veraset ilâmı ve mal paylaşımı için çağrı gelmiş, annesi kızının isteğiyle reddi miras hakkını kullanmıştı.
Annesinin ölümünden sonra, çatıdaki tek odada yatar olmuştu Hayat. Aşağıda yiyip içiyor, çoğu zaman oturmuyordu bile. İkili kanapeyi ve küçük televizyonu da yukarı taşımıştı. Aşağıda oturmak, her bakışta hâtıralara dokunmaktı onun için.
Bu durum, iç dünyasını iyice karanlığa sürüklediğinden böyle bir yol düşünmüştü kendini toparlayana dek. Kendine güvenemediğinden, hâlâ sürüyordu bu yerleşim hâli. Dağılan ruhunu toparlayamıyordu bir türlü.
Yukarı çıkıp acele üstünü değiştirerek evden çıktı, nöbeti devralması gerekiyordu. Hastaneye girerken, acile yanaşan ambulanstan trafik kazasından getirilen yaralıyı indiriyorlardı. Alışık olduğu tabloydu, göz ucu ile bakıp acele içeri seğirtti.
Üzerini değiştirip yoğun bakım ünitesine yöneldi. Kapının yan tarafında, uzun boylu, şakaklarındaki hafif kırı ile orta yaşlı bir erkek, iki büklüm durumda duvara yaslanarak dineliyordu. Yüzündeki sıyrıklar, elindeki bandaj ve elbisesindeki kan lekelerinden kaza geçirdiği anlaşılıyordu.
“ Hemşiranım! Acaba eşimin durumunu öğrenebilir miyim sizden ? Biraz önce içeri aldılar; trafik kazası geçirdik, henüz bir bilgi vermediler…”
Hayat alışıktı bu duruma “ beyefendi” dedi. “ bakın, az da olsa sizde de bir şeyler var. Lütfen bir yere oturup bekler misiniz. Arkadaşlar gerekeni yapıyorlardır, size haber vereceklerdir mutlaka. Burada dikilmenizin eşinize bir faydası olmadığı gibi, size zararı var.” Adam, çaresiz bakışlarını yere indirdi. Evet anlamında başını sallayarak yan taraftaki koltuklara doğru yöneldi.
Kadın, şiddetli baş çarpma sonucu kafa travması geçiriyordu. Beyinde ödem oluştuğundan ameliyata alınmıştı ve durumu ciddi idi.
Herkes kendi derdinin koşuşturmasındaydı hastane içinde. Uzun bir geceydi, daha sonra iki trafik kazası daha gelmişti. İki otobüs Antalya çıkışında hatalı sollama yüzünden çarpışmışlardı ve yaralı sayısı çoktu. Çarpmayla meydana gelen vakalar yüzünden beyin cerrahi kalabalıktan kaynıyordu âdeta .Bütün gece süren, dur duraksız koşuşturmalar bittiğinde sabaha varılmış, kime ne getireceği bilinmeyen gün, kızıllığıyla camda kendini göstermişti.
Sabah görevi devrettiğinde bitkindi Hayat. Yorgunluktan kahvaltıyı bile almamıştı, aklında uyku vardı sadece. Kantinin önünden geçerken simit kokusu geldi burnuna. En sevdiği şeydi. Beyaz peynir, sıcak çayla ziyafetti ona göre.
Dayanamayıp kantine girdi. Kahvaltı ile uğraşamayacaktı, hemen uyumak istiyordu. Yanına bir sallama çayla geçiştiririm, olur biter diye geçirdi çinden. Paketi sardırıp kapıdan geri çıkarken, dalgın yürüyen o akşamki adamla burun buruna geldiler. “ Ah! çok affedersiniz hemşiranım, ayağınıza bastım” Hayat farkına varmadı adamın “önemli değil” deyip çıktı kantinden. Üzerinde üniforması olmadığı halde, yorgunluğundan adamın hitabını da yadırgamamıştı.
Eve geldiğinde acele simitli kahvaltısını yaptı. Bir duş aldıktan sonra yattı. Uyandığında hava kararmaya başlamıştı.
Yorgunluğunu biraz olsun atmıştı üzerinden. Yatakta gerinerek “ kendime bir çorba yapayım şimdi, sulu birşey girsin mideme” diye kendi kendine konuşurken telefon çaldı. Arkadaşı Demet arıyordu. Hâl hatır sordu önce “ Hayat’çığım, canım benim biliyorum yorgunsundur, nöbetten yeni çıktın ama inan ki senden başka bu teklifi yapacak kimse yok. Zor durumdayım, oğlan güneşte fazla kalmış denizde bu gün, ateşler içinde yanıyor, nöbete gitmem çok zor, çünkü kadın gittikten sonra ateşlendi. Onu bu halde yanımda götüremem ve Can da nöbetçi aksi gibi” Kocası doktordu, oda başka bir hastanede nöbetçiydi bu gece.
Yapacak bir şey yoktu, kendisi bekârdı ve hiçbir mazereti yoktu. Uyuyup dinlenmişti az da olsa. Böyle günlerde gerekti arkadaşlık. “ İnşallah bu gece yoğun olmaz dün geceki gibi” dedi kendi kendine. Bir hamleyle kalktı, pencereden bahçeye göz attı. Camdan içeri girecek gibi duran, annesinin ektiği fıstık çamını okşadı gözleriyle. Hava yine çok sıcaktı . ” Çiçeklere su vermeliyim, çorbayı boş ver şimdi, nasıl olsa hastanede sulu bir şey yerim” diye mırıldanarak giyecek aramaya koyuldu. Üstüne ince bir pantolonla tişört geçirip aşağı indi. Acele bir tost yaptı, portakal sıktı, tepsiye koyup bahçeye çıktı.
Bahçe kapısının ferforje demirine sarılmış uçuk pembe yaban gülünün üzeri doluydu. Ev kapısının dibinden mutfak tarafına yönlendirilmiş hanımeli, küçük çardaktaki yasemin ve diğer yönde evin yan duvarını kendine siper eden yediveren limon ağacı ile tohumları toprağa dökülüp kendini yenileyen mevsimlik çiçekler… Hepsini özenle suladı.
Toprak kokusunu duyumsarken annesi vardı yine aklında. Bu çiçekler onun eseriydi yaşamalıydılar…
Sulama işi bitince içeri geçti. Çantasını şöyle bir yoklarken, son karaladıklarından bir kâğıt düştü yere. “ gittin gideli, sustu içimdeki şarkılar anne, sustu içimdeki şarkılar…” gözleri doldu ve gayri ihtiyâri diline dolandı satırlar. Tekrarlayıp durdu bir süre, sonra toparlandı ve çantasını düzenleyip yola koyuldu.
Gece sakin geçiyordu, biraz durgunluğun da tesiri ile uykusu gelmeye başlamıştı. ” İnip kantinden koyu bir kahve almalı, bir de soda, canlılık verir, biraz da hareket etmiş olurum böylelikle iyi gelir” dedi kendi kendine. Asansöre yöneldiğinde, kapısında dünkü adamla karşılaştı. Çöküktü, çaresizliği âdetâ yüzünden okunuyordu. “ İyi geceler hemşirânım” dedi. “ İyi geceler” dedi Hayat. Kısa bir hafıza yoklamasından sonra tanımıştı adamı. Acımıştı sefil haline. “ Siz buralarda heba ediyorsunuz kendinizi, hastanız daha uzun bir süre burada biliyorsunuz herhalde! Bu yüzden dinlenmeniz gerekiyor sizin de” dedi. Adam yine evet anlamında başını salladıktan sonra mırıldanarak konuştu. “ Ha otel odası ha burası, fark etmiyor uyumadıktan sonra” diyerek bir iç geçirdi. Asansör durdu. İnerken “ buyurun kantine bir kahve içelim birlikte, iyi gelir” deyiverdi birden Hayat. Adamın bu teklife karşılık, şaşkınlıkla birlikte, belli bir sevinç belirmişti gözlerinde. Kimseyi tanımıyordu, yabancı yerde, hele de hastane olmanın çaresizliği, insanın birine ihtiyaç duymasını iyice arttırıyordu.
Kantinde bir köşede boş duran masaya yönelirken, yan masadan kalkan, başka birimdeki nöbetçi hemşireye, aşağıda bir müddet kalacağını yukarıya söylemesini istedi Hayat. Adam minnet dolu gözlerle teşekkür etti. Konuşmaya başladılar. Nereli olduğunu sordu Hayat. Konuşmasında hafif bir şive seziliyordu. Gâziantep’li olup adının Demir dolduğunu söyledi önce. Oradan yeni ayrılıp İstanbul’a gelmişti. “ Bu tarafları hiç bilmem, gezmek için gelmiştik ama bu kaza!… nasıl olduğunu anlayamadık, âniden üzerimize geliverdi…” diyerek sustu bir an. Sonra tekrar konuşmaya başladı. Kahveler bittiğinde, Hayat adamı otele gitmesi için ikna etmişti. “Uyuyamasanız da biraz olsun uzanmak iyi gelecektir vücudunuza ve bu direncinizi arttıracaktır. Lütfen sözüme kulak verin” demişti. Adam, Hayat’ın bu sıcak yaklaşımından etkilenmiş ve otele gitmeyi kabul etmişti.
Aradan geçen iki hafta süre zarfında, nöbette ve gündüz karşılaşmalarındaki ayaküstü konuşmalarla birbirlerinin yüzleriyle iyice âşina olmuşlardı. Arada bir kantinde çay kahve içiyorlardı birlikte.
İçinden gelen sesle, bir akşam bahçeye çaya çağırdı adamı Hayat. Yalnızlık ve meçhûl bekleyişlerden yorulan adam, itiraz etmeden kabul etti. Geç saate kadar konuştular bahçede çaylarını içerken.
Aralarında 15 yaş fark olan eşi, Gaziantep’e gelmiş ve tesâdüfî tanışıklıktan sonra da, iki ay önce evlenmişlerdi. “Kendisini evlatlık veren ailesini arıyordu, ancak bulamadı. Gerçekte, bir sığınıştı bana bu bağlılık aslında “ demişti.
O da yalnızdı; yurt dışına çalışmaya gittikten sonra, sadece para yollayıp sevgisinden mahrum eden, demir gibi olsun diye adını Demir koyan babası, daha sonra annesinden boşanıp onları tamamen terk etmiş Almanya’da başka bir kadınla evlenmişti.
Dünyadaki tek canı, annesini henüz kaybettiği zamanda tanışmışlardı eşinle. Tek başına kalmıştı ortada. Bir gün eve geldiğinde beyin kanamasından ölü bulmuştu annesini.
“Akrabalar çoktu, ama herkes kendi hayatının savaşını veriyordu. İkimiz de birbirimize sığındık galiba. Ana babaya sarılır gibi” demişti
Buraya gelmeden önceki yaşamını, babasını, annesini anlattı Hayat da ona. Ne garip bir şeydi bu, neredeyse tıpatıp benzerdi hayat hikâyeleri. Biri başlayıp, diğeri alıyordu sözü…
“Amcamın iş yerinde çalışıyordum; turistik eşya, yöreye ait halı vb. şeyleri satan büyük bir dükkândı. Onun çocukları okuyordu. Babamın anneme boşanma davası açtıktan sonra Liseyi bitirmeden bırakmıştım, çalışmam gerektiğini düşündüm artık. Amcam el gibi davranmıyordu bana en azından. Ben de yaşamım için gerekli olan parayı kazanıyordum.
Annemin beni düşünüp, babamdan gelen paranın bir kısmını sakladığını ölümünden sonra, parayı çeyiz sandığında bulduğumda öğrenmiş oldum. Mark olduğu için de değerlenmişti durduğu yerde. Bu da bana bir cesaret verdi.
Gaziantep’te beni bağlayan bir şey yoktu artık, iyi bir eleman bulup, kısa sürede işleri toparladıktan sonra amcama vedâ edip İstanbul’a geldim. Ona söz verdiğim gibi, sonra da evlendik” demişti. Arada bir soluklanıyordu anlatırken. Ama anlattıkça rahatlıyordu.
“Ben bu tarafları gezmedim. Görmediğim yerleri gösterecekti bana. Ama ilk adımda bu kaza geldi başımıza işte. Suçlu olan kişi de çok kalmaz, çıkar içeriden. Tam işlese her şey, kurallara uymayana ağır para cezası getirilse belki o zaman…“ demişti.
Hayat’ın gönlü razı olmadı onu o gece otel odasına yollamaya. Çok yorgundu, anlatmaktan daha da bir hüzünlenmiş bitkin düşmüştü. Kalmasını söyledi, içindeki hisle güvenmişti kendisine. Biraz tereddütten sonra kabul etti o da.
Annesinin aşağı kattaki odasını hazırlayıp, iyi geceler dileyerek yukarıya odasına çekildi Hayat.
Sabah kalktığında yoktu odada, erkenden sessizce kalkıp gitmişti karısını görmeye. Kendini biraz suçlu hissetmişti. Öyle demişti karşılaştıklarında.
Bir süre sonra, iş zamanlarının dışında, Hayat ona Antalya’yı gezdirmeye başlamıştı. İkisi de, acılarının üzerini geçici örtüyorlardı bu zamanlarda böylece…
Gündüzleri hastanede gene karısının başına gidip geliyordu adam. Yaşama dair kalıcı sonuç belirtisi yoktu henüz, bu yüzden umudunu yitiriyordu gitgide.
Acıdığı bu adama destek verirken, Hayat’ın yaşantısına gözle görülür canlılık gelmişti. Gündüz hastanede ayak üstü konuşuyorlar, nöbet olmadığı zamanlarda deniz kenarında oturup çay kahve içiyorlardı birlikte. Hayat oyalanması için, ona birkaç kitap getirmişti evden.
Fazla kitap okuma şansının olmadığını söyledi adam. “ İşte tesâdüfen birileri okullara gönderirse, sıra gelince okuyabiliyordum ancak. Kitaba verecek param yoktu, o yüzden de okuma isteğimi kaybettim” demişti.
Hayat’ında ondan farklı yanı yoktu ama onun isteği, içinde hep saklı kalmıştı.
“Şimdi üç kuruş bulsam hemen kitap alıyorum, o kadar açım ki okumaya… Ama bu defa da yorgunluk ve zamansızlıktan okuyamıyorum. Hele annemi kaybettikten sonra!… Sihirli bir huni olsa da, kafamın içine boşaltsam kitapları” demişti Hayat.
“İyi fikir ama gerçekleşmesi zor” dedi adam ve buna gülüştüler birlikte.
Bu oturup konuşmalar çok iyi geliyordu ikisine de. ”Deniz ne kadar güzelmiş, çok sevdim” demişti bu gezmelerin bir seferinde. Farklı bir Dünya imiş deniz olan yer, çok farklı…”
Garip bir durum söz konusuydu Hayat için; şimdiye kadar hiç böyle hissî davranmamıştı. Hastanede iken kadının durumuna ve adamın öyle garip garip beklemesine çok üzülüyordu ama yapılacak bir şey yoktu beklemekten başka. “Yaşayıp yaşamayacağını yalnız Yaradanım bilir” diye de teselli ediyordu kendini.
Ancak hastane dışında, adamı üzüntülerinden uzaklaştırmak için oluyordu tek çabası. Âdetâ farklı iki insan gibiydi. Giyimine kuşamına dikkat ediyordu artık. Ne zamandan beri el sürmediği makyaj malzemelerini ortaya çıkarıp hafif makyaj yapmaya başlamıştı.
Onun yanında, ona güç vermeye çabalarken kendini her zamankinden daha güçlü hissediyordu. Bazen babası, ağabeyi gibi, bazen de karşısında sevdiği adam duruyor gibi hissediyordu onunla beraberken. Bu karışık hislere kendi de bir anlam veremiyordu, ama buna karşın bu garip durumu sorgulamaktan kaçınıyordu hep.
Aradan iki ay geçmişti, o gece yine nöbeti vardı. Yoğun bakım ünitesinde nöbeti devreden hemşire, aynı durumda yatan iki kadın hastadan birinin yanıt verdiğini, dosyasına işlendiğini söyleyip devretti nöbeti. Heyecanlanmıştı Hayat, soluğu acele odada aldı. Oydu, parmaklarını oynatmaya başlamıştı ve vücuduna dokunulduğunda tepki veriyordu.
Kalbi çarpmaya başlamıştı, nasıl haber verecekti bunu ona, o ne yapacaktı haberi aldığında! Kafası karmakarışıktı. Sanki, ölüm haberi yanlışlıkla verilmiş birinin, ölmediğinin anlaşıldığı gerçeği ve bu yanlışı kendinin yaptığı duygusuydu şimdi hissettiği …Acaip duygular içindeydi.
Acele fırlayıp kantine indi. Orada oturuyordu, tam dipteki köşede aynı yerde. Sığınmıştı oraya sanki. Hayat’ı görünce kalktı yerinden “ gel, ben de seni bekliyordum kahve için” dedi ama Hayat’ın bakışlarında bir tuhaflık sezmişti sanki. “ Ne oldu, rahatsız mısın Hayat, betin benzin atmış?” derken oturması için sandalyeyi çekti.
Oturdu Hayat, ellerini birbirine sımsıkı kenetledi kucağında. Sonra derin bir soluk aldı. “ Sana söylemem gereken bir şey var, sakin ol ve dinle” Adam irkilmişti bu söz karşısında “ Ne oldu ? Çabuk söyle”
“Bu akşam…bu akşam nöbeti devralırken söylediler, hemen gittim, tepki vermeye başlamış, parmaklarını oynatıyor usul usul. Sonuç tam değil ama hayata döndü sayılır artık, görmek istersin diye düşündüm hemen geldim o yüzden”
Bunları söylerken, garip bir şekilde adamın yüzüne dikmişti gözlerini ve tepkisini ölçüyordu sanki. Sevinç, üzüntü karışımı garip duygularla boğuşuyordu içinde. Aynı hisler adamda da vardı. İkisinin de gözlerinden yaş inmeye başlamıştı aynı anda. Ayağa kalkıp sımsıkı sarıldılar birbirlerine.
Aradan geçen günlerde gelişmeler hızlanmış, gözlerini açmıştı kadın. Solunumu normale döndüğünden yoğun bakımdan çıkarmışlar, özel odaya almışlardı. Odaya girip çıkışlarda, oyalanmadan işini bitirip acele çıkıyor, ayak üstü görüyordu artık Demir’i. Mesai biter bitmez, kaçarcasına acele eve dönüyor, bahçede oyalanıyordu saatlerce. Çayın yanında kuru bir şeyler yiyor, görev savıyordu âdetâ. Hemen uyuyamıyordu; yatakta dönüp duruyor, kalkıp geziniyordu durmadan geç vakte dek. Tıpkı annesini kaybettiği zamanlardaki gibi, büyük bir boşluğa düşmüştü yeniden…
Sabah kalktığında, uykusuz, ruh gibiydi gene. Acele giyinip, saçlarını şöyle bir tarayıp, alâlâde bir at kuyruğu yapıp çıktı. Hastaneye geldi. Üzerini değişip servise çıktığında, kapıda dikilirken gördü onu. “Günaydın” deyip yandaki odaya girmek üzereyken, durdurdu Demir. “ Günaydın, bir dakikanı alacağım vaktin varsa.” dedi ve bir an durakladı. Zorlukla konuşuyordu. “Bu gün taburcu ediyorlar. Hastaneye yakın, yeşili bol olan bir yer buldum, on gün daha kalacağız, kendini toparlaması ve tedbir için, sonra döneceğiz” Donup kalmıştı Hayat, ne diyeceğini bilemiyordu. Çaresizce bakışlarını dikti gözüne.
“ Demek gidiyorsunuz ha!” diyebildi zorlukla. “ Evet, gidiyoruz”… Susup kaldılar birbirinin yüzlerinde öylece.
Yan odadan gelen sesle ayrıldı yüzleri. Ellerini, ellerinin arasına alıp, sımsıkı tuttu Demir. “Deniz çağırıyor, gitmem gerek. Kendine dikkat et.
Deniz gibi, başka bir dünyayı gördüm sende ve hiç unutmayacağım seni Hayat. Belki bir gün karşılaşırız yine, her şey için minnettarım” dedi ve ellerini usulca bırakıp odaya yöneldi.
Hayat, oda kapısına yasladığı başıyla, bir heykel gibi dondu kaldı yerinde. Denizin vurgununu yemişti yeniden. Sendeledi bir an ve o anda gelen suçluluk hissi, aklından geçeni hızla sildi. Nasıl böyle düşünebilirdi? O, insanlara sağlık sunabilmek için bu mesleği seçmişti.
Şimdi genç bir kadın, kaldığı yerden, yeniden hayata yol alacaktı. Yalnızlık ve acının sanrısından başka bir şey değildi bu düşündükleri. Ama yine de çetin geçecekti gelen mevsim. Güz zamanı gitmişti bütün kaybettikleri. Güz yakındı ve o şimdiden içinde güz sancısının şiddetini hissetmeye başlamıştı bile…
Vücudunu gayretle dikleştirdi ve adımlarını hızlandırarak hemşire odasına yöneldi. Kapıdan içeri girer girmez, içerdeki kanapeye külçe gibi yığıldı.
Hep yaptığı gibi, yine denize koşacaktı. Ancak onda dindirebilirdi sancısını. Bir yandan söylenip sayarken, onun mavisinde huzur bulacaktı. Deniz onu da çağırıyordu kendine…Bir müddet sonra kalkıp, lavaboda yüzüne soğuk su çarptı bolca. Saçlarını da soğuk suyla iyice ıslattı ve yeniden tarayarak, aşağıya kantine indi. Koyu bir kahve ile bir soda alıp, o köşeye oturdu. Kahvesini yudumlarken cebinden kâğıtla kalem çıkardı. İçinden mırıldanırken, karalamaya başladı…
Sen de mi vefâsız, sen de mi söyle
Mâdem bırakıp, gidecektin böyle
Kapanan yarayı kanatıp derinde
Bîçâre kalbimi dağladın beyhûde…
Hâdiye Kaptan
BERFİN Bahar derginde yayımlanmıştır. Eylül 2011
YORUMLAR
sahaf
Sevgiyle kalın.