- 365 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
GÖRMEK
“Nesneler bizim onlara yüklediğimiz anlamlardan ibarettir, insanlar da öyle.”
Bu hafta elimde John Berger’in Görme Biçimleri kitabı var. Kitabın kâh başından kâh ortasından açıp o çok sevdiğim fotoğrafları, resimleri inceliyorum. Hepsi de siyah beyaz. Kitabın görsellerini incelerken görme eyleminin bende yarattığı zihinsel ve ruhsal doyumu düşünüyorum. Dünyayı gözlerimle algılayamasaydım yeryüzü benim için nasıl bir yer olurdu hayal edemedim. Bazen sadece bir şeyleri öylece seyretmek bile ruhumu dinlendirmek için yetiyor. Bakmanın ötesine geçip bana yansıyan görüntüyle bir olurken, o görüntünün hiç kimseye bana aksettiği gibi görünmediğini biliyorum. Bu, görme eyleminin farklı ve haz verici bir yanı olabilir. Ama bu doğadan bir manzaraya bakmaksa, yorumlama işine hiç girişmem. Gün batımını, bir manası olduğu için değil de yeryüzünün kendine has gerçekliğinin parçası olduğu için severim. Ağaçların yapraklarındaki renk değişimleri, bulutların yağmur sonrası aldığı şekiller, denizin turkuazındaki keskin derinlik, hepsi de bu dünyaya ait oldukları için, yani somut bir gerçekliği yansıttıkları için güzel gelir bana. Nesnelere, tabiata ya da insanlara yüklediğimiz anlamlar bir yanılsama veya yorumlama gücümüzün aşırılığı mıdır peki? Bu soruyu kendime defalarca sordum ve üzerine düşündüm. Aslında hepsi, herkes kendi doğasının gerektirdiği gibi davranır. Nesneleri ve yeryüzünün insan dışındaki mahsullerini bu şekliyle kabullenmek kolay geliyor. Fakat iş insana gelince onun gerçekliğini hazmetmek zorlaşıyor sanrım. “İnsan işte çiğ süt emmiş”, “Beşer şaşar” gibi onun kusurlu bir varlık olduğunu anlatan cümlelerde bile zorla kabullenilmiş acılı bir söylemin dışa vurumu mevcut. İnsanları tıpkı bir manzarayı yorumlar gibi yorumlarken kişisel nefretin ve zaafların da işin içine bir şekilde dâhil olduğu apaçık ortada. Mesela, yılanı düşünüyorum. Dünyada farklı renklerde ve özellikte muazzam bir yaratık olarak yaşıyor. Renklerinin ve derisinin üzerindeki desenlerin kusursuzluğu gözlerimin algılayabildiği kadarıyla müthiş. Bir insanı ısırıp zehrini vücuduna zerk ettiğinde kanı pelteleştirip bedeni felç edebiliyor. Ancak bu denli tehlikeli bir varlığın gazabına uğramış bunca canlı için insanların çıkıp yılana nefret, haset, öfke duyguları beslediğini görmedim. Elbette insanın irade ve akıl sahibi bir varlık olarak farklı yorumlanması gerektiğini söyleyebilirler. Öyleyse insan tüm bu çeşitliliğin, görsel şölenin bir parçası değilse nedir? Onu bir görüntü, sadece bir görsel olarak algılamamı engelleyen, onun aklı ya da iradesi olamaz. En azından ben öyle olmadığını düşünüyorum. Çoğu zaman beğendiğim bir manzarayı fotoğraflarken –aslında manzara derken de yorumlamış oluyorum- o karede insan olmamasına dikkat ederim. Denizin üstünde ahenkle salınan bir yelkenliyi izlemekten müthiş keyif alırım. O yelkenlinin fotoğrafını çekerken de bir o kadar haz duyarım. Ama o yelkenlinin orada, denizin üstünde bulunma sebebi olan içindeki insanı hiç düşünmem bile. İnsan, sadece doğada değil, madde ve yine kendi eliyle yapılmış olan nesneyle yan yanayken bile görüntüyü bozmaya yetiyor. Aynı türün mensupları olarak birbirimizi görme biçimimiz, başka türleri ya da nesneleri görme biçimimizle farklı. Bu ayrımı sağlayan bence kendine benzeyeni tarafsız görememekten kaynaklanıyor. Benzer türün içindeki farklı nüansların bile birbirine tahammülü sınırlı. Kendine benzeyenle kurulan duygudaşlık bile bir gerekliliğin ürünü olmaktan öteye geçemiyor. Tabiata karşı bu denli hoşgörülüyken insanı yargılarken takınılan tutum ve onu bambaşka görmek bence bununla ilgili. Yine de gördüklerimi özümsemek, zaman zaman biraz ileri gidip yorumlamak hoşuma gidiyor. Gözlerim bu dünyanın gerçekliğine hayranlıkla bakıyor. İster maddeye ve insana yüklediğim anlamlar, isterse sadece gerçekliği kavrama biçimim olsun, görmek dünyayı ve onun ötesindeki dehşet verici güzelliği algılamamı sağlıyor.
KULE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.