- 458 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Çöküş
Kıymetli edebiyatsever dostlarım,
Yıllar önce yarım bıraktığım tarihi roman çalışmamı yapacağım yeni düzenlemeler ile siz dostlarıma sunmanın heyecanı içindeyim. İnşallah bitirme gayreti için de olurum.Hepinize saygı ve selamlarımı sunuyorum.
Çöküş (1.Bölüm)
Güne, güneşin sema eden ışıklarıyla uyanmak en güzel anlarımdandır. Öyle ki; onun doğuşunu izlemek için erken kalkmayı; rahmetli dedemden öğrenmiştim. Perdesiz penceremde o anı izler, tefekkür ederdim. Öncesinde, sabah namazını kılmak için bahçede bulunan kuyudan su çeker, abdestimi huzur ve sükun içinde alırdım. Bu anların tekerrürü nefsime sıkıcı bir iş gibi gelse de, bu anı yaşamak ve ertesi güne nefes aldığımı görerek uyanmak, şükrün sahibine şükr etmek, kulluk vazifemizdi.Temiz havayı ciğerlerime kadar çeker öyle içeri girerdim." Namaz öncesi iki cüz Kur’an okumazsam işlerim ters gider " düşüncesi hakimdi benliğimde. Kendi hayatımda, faydasını çok görmüştüm. Geçen gün takvim yaprağında okudum; ” Kur’an okumak, insan beyninin kullanamadığı bölümlerini harekete geçirirmiş. Dikkat ve algıda seçicilik sağlarmış! Kur’an okuyan kişilerin ezberi ve okuduğunu anlama kabiliyeti diğerlerine göre daha yüksekmiş. ” Onun için Rabbimizin ilk emri “Oku”dur.” Yazıyordu.
Rahmetli dedem, Osmanlıcayı da iyi bilirdi. Hat çalışmaları vardı kendine ait. Hayatını dolu dolu geçirdi. Osmanlıcayı ve hat sanatının inceliklerini bana da öğretmişti. Hatta kendi eliyle yazdığı “İlmihal” kitabını ve dört adet tablosunu; “Bunlar sana hatıram olsun” deyip vermişti. Babam ona pek çekmedi. Daha çok ticaret ve çiftçilikle uğraşır. Evet! kulluk vazifelerini yerine getirir; çalışkan, dürüst, konuya komşuya yardım eder, Kur’an okur ama o kadar… İşin ilmi kısmıyla fazla ilgilenmezdi dedem gibi. Ben daha çok dedemin yanında kalırdım. Onunla gezer, camiye-cemaate onunla giderdim. Dostlarıyla yaptığı sohbetlere katılırdım. Hiç bitmesin isterdim o sohbetleri. İlime tedrisata çok önem verirdi. “Kişi, önce nefsini terbiye etmeli, sonra etrafına ahkam kesmeli ” “İlimsiz hayat,kurumuş ağaç gibidir.” Derdi.
Dede yadigarı iki katlı ahşap evimizin bahçesi; çoğunlukla elma, kiraz, dut ve diğer meyve ağaçlarıyla bezeliydi. Alt katın bir kısmı ahır, diğeri tandırbaşıydı. Üst katında merdivenin bitiminde başlayan büyük salon ve dört odası vardı. Dedeme de babasından kalmış. Babası Kırım Türklerinin bir kolu olan Alimoğulları soyundandır. Bin yedi yüzlü yılların sonunda buraya gelmişler. Dedemin babası Bekir Bey; İnançlı ve çalışkan olması sebebiyle çok eziyetler çekmiş ama sonunda burada yıllarca sevilmiş ve sayılmış…Dedemin cenazesine Padişah ve erkanı ile Arzen ovasına yakın tüm köylerin ileri gelenleri ve sevenleri katılmıştı. Ahali; ”Kamil Hoca öldü, bu ovanın bereketi gitti” dediler. Çoğu zaman inekleri otlatmaya beraber giderdik. Ahırdan meraya yaklaşık dört kilometre patika yol vardı. O yolda nice sureler, dualar, hadisler ezberletti bana.
O’nun çobanlık yapmasını yadırgayanlar olurdu çoğu zaman…“Hocam, sizin gibi alim birinin çobanlık yapması uygun mudur?” dediklerinde; “Çobanlık peygamber mesleğidir.Tüm peygamberler ve özellikle de bizim Habibi Edibimiz,iki cihan serveri, Peygamberler peygamberi Hz.Muhammed (SAV) çobanlık yapmıştır.Biz yapmışız çok mu?” derdi. Bir defasında yine yolda gelirken; Veysel Karani Hazretlerinin hikayesini anlatmıştı.O da deve çobanlığı yapmış. Peygamberimizin aşkıyla yanıp tutuşan gönül eriymiş. Annesinin izni süreli olduğu için, Peygamber Efendimizin Hane’i Saadetlerine kadar gelip,evinde olmadığı için gerisin geriye dönüvermiş. Sonrasın da, Hz.Ömer ve Hz.Ali eliyle iki hırkasından birini ona göndertmiş ve onu taltif etmişlerdir.Ne büyük saadet…
O’nu çok özlüyordum.Boşluğu doldurulacak gibi değildi.Ahırımızda ki inekler bile süt vermez ,tavuklar yumurtlamaz oldular. Sanki gidişini topyekün tenkit ediyorlardı. Ya da ben öyle hissediyordum.Ama annem,babam ve komşular da aynısı söylüyorlardı. Peşinden bıraktığı bir çok talebesi ve dost meclisi yarenleri perişan haldeydiler.Öylesine güzel sohbet ederdi ki,ağzından bal damlardı.Hele hele Peygamber Efendimizi ve onun asr’ı saadet dönemine ait menkıbeleri anlatırken çoşar -çoşturur, ağlar - ağlatırdı.Kendine örnek olarak aldığı Resullullah Efendimizi dilinden düşürmezdi.Küçük çocukları sever onlara şekerler verirdi.Kasabaya indiğimizde Cami’i Kebir de verdiği vaazlarda cami dolar taşardı.
Dedemin, öğrettiği hat sanatı ile uğraşmak dinlendiriyordu ruhumu. Vefatından bir ay önce Padişaha yaptığı son tablo üzerinde çalışırken anlatmıştı; "Hat sanatı denilince Kur’an harfleri çevresinde oluşmuş güzel yazı sanatı akla gelir. Bu sanat, Kur’an harflerinin 6 ile 10. yüzyıllar arasında geçirdiği uzunca bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Kuran-ı Kerim’in bir araya toplanmasından sonra, İslam dininin bilime verdiği özel önemin etkisiyle, çok sayıda katip yetişmiş, yazı da doğal olarak büyük aşamalar göstererek önemli sanat kolu olmuştur. Bu yazının ilk biçimi olan ve adını “Kufe “ kentinden alan köşeli karakterli “kufi” yazısının yerini 9. yüzyıldan sonra “aklam-ı site” (altı çeşit yazı) almaya başladı. Hat sanatı, tarihi seyir içersinde yer yer ve kol kol gelişmiş, mükemmelleşmiş ve güzel sanatlar arasında seçkin yerini fiilen almıştır. Bunun farkına varamayanlar, garp tarihçilerinin adetlerine uyarak hat sanatına “mimari süsleme” dediler ama… Oysa ki; mushaflar, cüzler, hilyeler, fermanlar, murakkalar, meşkler, karalamalar gibi değişik konularda verilmiş nice eserler vardır ki mimari süsleme ile hiçbir alakası yoktur. Hat sanatı; “Cismani aletlerle ortaya çıkan ruhani bir hendesedir”" şeklinde tarif etmişti. Hatta o gece epey uzunca sohbet içinde nasihatler etti.
Sohbeti bitirirken son paragraf olarak; “Dış mihraklar memleketin tüm sanat dallarını ortadan kaldırmak için sinsi planlar yapıyorlar. Alim, ulema ne kadar insan varsa ya yurdundan ediyorlar ya da zindanlara atıyorlar. Bu durum çok vahim. Halbuki; bunu yapanlar , Osmanlının üzerinde yaşadığı tüm coğrafyaya hediye ettiği eserler ile nümayişi hazmedemeyenlerdir. Çeşitli hile ve desiselerle plan yapıp üzerimize geliyorlar. Sevgili torunum sen de epey bir ışık görüyorum.Ben artık çok yaşlandım; Ola ki hak vaki olur, ruhumuzu ilahi kudretin eline teslim ederiz. O daim sen kaldığım yerden devam et. Her ne iş ile iştigal edersen et amma bu sanatı terk etme olur mu?” diyerek alnımdan öptü.
Ne demek istediğini o zamanlar anlamamıştım. Yaşadığımız zaman dilimi olarak çok çalkantılı yıllardı. Osmanlının son demleriydi. Sultan II.Abdulhamit Han hazretleri elinden geldiğince memleketi idare etmeye çalışıyordu.Doğuda Ruslar ve onların kışkırttığı Ermeniler,batı da Fransız, İtalyan, İngiliz casusları cirit atıyorlardı.Son okuduğum kitapta ecnebi bir yazar; “Eğer, Osmanlıyı yıkmak istiyorsanız; Elinden kur’anı ve sağlam manevi temellerle atılmış aile yapısını yıkarsanız;muvaffak olursunuz.” Diyordu.Şimdiye kadar başarılı olamadılar.Bu güne kadar Devleti Ali Osmaniyi yöneten sultanlar; Hak ve hakikat yolundan sapmadılar.Sultan Abdulhamit, İstanbul içine ve çevre vilayetlere imarı başlatmıştı.Daha önce dedemle iki kez sohbet etmiş ve ona hat sanatı ile ilgili siparişler vermiş,hat için gerekli olan alet edevatı sağlamış…Sonrasında yaptırdığı cami ve medreselerde kullanılmak üzere hat süslemeleri yaptırmış.
Öğlene doğru idi.Tarladan geliyordum.
Öğlene kadar babama yardım ediyor, öğlenden sonra da hat ile uğraşıyordum.Hat öyle bir sanat ki,iğne ile kuyu kazmak gibidir.Bir insan ben bu işi öğreneyim dese on yılda anca öğrenir.Artık yirmibeşli yaşlarımdaydım.On üç yıl olmuştu dedem vefat edeli.Sultanın siparişlerini ben yapıyordum.Askerliğimi Sultanın emri ile Beylerbeyi kışlasında ve sonrasında sarayda yaptım. Orada o büyük sultanı tanıma şerefine nail oldum.Yüksek ilim,üstün zeka ve müthiş bir hitabet gücü vardı.
Onu ilk defa dedemin cenazesine bil umum devlet erkanı ile teşrif ettiklerinde görmüştüm.Bindiği arabayı hiç unutamıyorum.İlk defa kendi kendine hareket eden araba görüyordum."Sultan kendine ne güzel alet yapmış" dedim kendi kendime.Etrafında kalabalık insan seli vardı.Çünkü, sultanı seveni kadar ondan nefret eden insanlarda vardı.Bu durum göz ardı edilemezdi.Cenaze namazını Şeyhülislam kıldırdı.Binlerce insan vardı cenazede.O anı unutamıyorum.dedem daha bir büyümüştü gözümde "Kıymetini bilememişiz" dedim hayıflanarak.
Devamı var…