- 258 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yazmak da bir terapi çeşididir
“Tam iyiliğe karşı tam kötülük lazımdır. Böylelikle iyilik ortaya çıkar. Herşey zıddı ile anlaşılabilir. Hayr-kemal hazır olunca bunlara şer-naks lazım olur. Çünkü iyiliğe/güzelliğe elbette ayna lazımdır. Birşeyin aynası karşısında olur. İyiliğin aynası kötülüktür. Aşağılık da üstünlüğün aynasıdır. Bunun için abdiyyet her makamdan üstündür.” Mektubat-ı Rabbanî’den.
Bana öyle geliyor ki: Yazmak da bir terapi çeşididir arkadaşım. Yani kalemiyle de yaralarını sarabilir insan. İnşaallah. Metinleri üzerinden hayatının dakik bir MR’ını (emarını) çektirebilir. Dışarıdan dokunamadığı dokularını böylelikle seyredebilir. Öyle. Hakikaten kıymetli bir aynalıktır şu. Lazım bir seyirdir. Neden? Niçin? Ayna neden önemli çünkü? ’Ben’i bir parça ’o’ kıldığı için değil mi? Evet. Aynada yansıyan ister istemez ’o’ olur bizim için artık. (Biz de olsak odur.) Yani insan kendisini yazarken bile bir başkasıdır. Kendim benden başkasıdır. Ben kendimin ötekisidir. Kendisinin ’o’su olmayan yaralarına merhem çalamaz. Şifa sunamaz. İyileşmek isteyen bir ’o’ bulmaya muhtaçtır daima. Doktorlar bile kendi hastalıklarını kolay kolay teşhis edemez.
Terzi söküğünü dikemez. Berber saçını traş edemez. Bu zayıflık özüne dair yargılarında ‘ötekilik imkanını/kıyasını’ yitirmesinden kaynaklanıyor belki de insanın. Ötekisizlik insanın zayıflığıdır. Ötekisi olmayanın berikisi de olmaz. Herşey kıyaslandığı şeylerle birlikte varolur. Farklılık farklı olduklarınla güzel. Varolmak başka olduklarınla. En azından masiva için bu böyle. Bizim arızîliğimiz ben’imizi sen’lere, siz’lere, o’lara, on’lara muhtaç ediyor. Biz’le ben ‘ben’ oluyor.
İşte, hayatını metinlerinden izleyenler, kendilerine ‘üçüncü kişi’ nazarıyla bakmayı da öğrenirler. Bu duygusallığın bencillik yahut da körlük olduğu zeminlerde bizi âkil olmaya zorlar. Üçüncü kişi olmak ehl-i akıl olmaktır. Birinci kişi olmak ehl-i kalp olmaktır. Bir öyküde veya romanda, kurguyu/yaşanmışı üçüncü kişi olarak anlattığınızda, aktarımı da karakterin özüne sınırlamış olursunuz. Üçüncü kişi kahramanın dünyasına ne kadar girebilir? Ne kadar tahlil edebilir veya buna okurunu ne kadar inandırabilir? Fatiha’da "Malikiyevmiddin..." ile "İyya kena’budu..." arasında atlanan eşiği hatırlayalım. Aynı zamanda bize verilen bir üslûp dersidir bu sanki. An gelir ki hissedileni anlatmaya üçüncü kişi yetmez. Hesap gününün sahibine “Ancak sana kulluk ederiz...” diyerek yaklaşabilirsin. Orada ’o’ kalamazsın. Sen olursun. En çıplak/aciz halinle sen...
Fakat ’ben’ olmak yorucudur. Kalbin pervanesi aklın motorundan o kadar büyüktür ki dikkatin benzini ona çok dayanamaz. "Hanzala kafir oldu!" diye endişesini haykırırken Hanzala radyallahu anhın söylemek istediği belki de buydu arkadaşım. İnsan hayatı bazı bazı ’ben’ makamında, ama çoğunlukla da ’o’ makamında yaşıyor. Ben olmaya uzun süre dayanamıyor. İhsan makamı ağır geliyor. Yine Mektubat-ı Rabbanî’de bu makamda deniliyor ki: “Şeyhü’l-İslam Hirevî buyuruyor ki: ‘Beni az bir zaman Hak Tealadan gafil edenin günahlarının affolmasını umarım.’ İnsanın yaşayabilmesi için gaflet lazımdır. Allahu Teala çok merhametli olduğundan herbirini yaratılışlarına uygun işlerle uğraştırmaktadır. Böylece gaflet hasıl olmaktadır. Varlık yükü bu şekilde hafifletilmiştir.”
’O’ olmamız aczimizdendir. ’Ben’ olmamız lütfundandır. ‘O’ olmamız kurbiyettir. ‘Ben’ olmamız akrebiyettir. Yazmak ’ben’ olarak yaşarken zorlandığımız yerlerde bize ’o’ olmayı nasip ettiği için de kıymetli arkadaşım. Evet. Buna kesinlikle inanıyorum: Yazmak bir terapidir. Varlık yükünde bir hafifletmedir. Kimse okumasa da. Çünkü ‘ben’imizi ’o’ olarak da görebilmeyi öğretir. Uzaklaşmayı öğretir. Teşhis öğretir. Tedaviye kapı açar. Çünkü illa ki itiraf ettirir. Kalemimizi içimize dokundurur. O olmak parçası olduğumuz resme daha yukarıdan bakabilmektir biraz da. En doğrusunu Allah bilir. Fakat belki Alak sûresinde zikredilen ‘kalemle öğretilme’ beyanın bir vechi de budur. İnsan kaleminden kendisine dair bilmediği çok şeyi de öğrenebilir. Bu da bir keremdir.
Mürşidim de sanki bu sırra dokunur gibi Mesnevî-i Nuriye’sinde diyor: “Bunu neşretmeye hakkım olduğunu sanıyorum. Zira, kaleme alınmadığı müddetçe, herbir Remizde, tedaviye ihtiyaç tekerrür ediyor. Kaleme alınınca o ihtiyaç giderilmiş oluyor; fakat bu defa, neşredilmediği müddetçe bir nevi münakaşa temayülü devam ediyor. Neşredildiğinde o da zail oluyor ve kalb tatmin oluyor.”
İnsanız. Taşıyamadığımız yüklerden yaslanmaya sığınırız. Ben olarak daraldığımız yerlerde Ona sığınmamız kaçınılmaz. Hodbin olmak daralttığında hüdabinin göğsü rahatlatır bizi. Hem, arkadaşım, gayba iman etmek de ’O’nun farkındalığıyla başlamıyor mu? İman da Allah’a, meleklere, ahirete, kitaplara vs. iman gibi rükünleriyle bir tür ‘ötedekiler bilgisi’ değil mi? Sahi. Kur’an’ın kendisini ‘hidayet ve şifa’ olarak anmasında da böyle bir yüce sır yok mu? Subhanallah! Öyle ya: O da bize bu âlemden olmayan en doğru bir hakikat bilgisi sunuyor. Böylelikle beşer her türden düşünüşünü/görüşünü Furkan’ın hikmetiyle mihenge vuruyor. Hatalarını tashih ediyor. Kuyularından kurtuluyor. Yaralarını sarıyor. Vahyin bize sağladığı bir anlamda bunun da imkanı değil mi?