- 495 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
ATİLA ORADA MI?
ATİLA ORADA MI?
Cumartesi günüydü. Dışarıda hava serin ve kapalıydı. Dışarı çıkmak istemedim. Kendimde yorgunluk ve isteksizlik hissettim.
Hafta sonu için hanımla beraber Rhein Nehri’nin kenarında biraz volta attıktan sonra da Altstadt’ta bir şeyler yeriz diye planlamıştım. Zaten ne zaman bir şeyler planlasam; hiçbir zaman gerçekleşmiyor; mutlaka bir aksilik çıkıyor ve ben, o gün sinir küpüne düşüyorum.
Sabah erken uyanmıştım ve yanıbaşımda olan bir şiir kitabını okuyordum. Telefonun zili acı acı çaldı. Telefon oturma odasındaydı. Hanım yorganı başına çekince bu telefon işi bize kaldı diye söylene söylene kalktım. Ben oturma odasına geçinceye kadar belki telefon kesilir diye ümit ettim ama nafile. İstemeye istemeye telefonun ahizesini aldım. Bir kaç saniye bekledim. Karşı taraftan soluk soluğa kalmış vaziyette bir ses geldi.
“Uyandırmadım değil mi abi?”
“Tabiiki uyandırdınız”
“Kusura bakma abi! Ablam hemen işe gelebilir mi?”
“Ablan bu gün sanırım izinli.”
“Olsun abi, Aynur hanımın öğlen uçağı ile İstanbul’dan kaynanası gelecekmiş. Hazırlık yapacağı için işe gelemeyecekmiş. Patronumuz, hemen abla işe gelsin dedi. Bir zahmet ablaya söyleyiver de çabuk gelsin. Ben acele gümrüğe gidiyorum. Haydi iyi günler abi!” dedikten sonra “Çaaat!” diye telefonu kapattı. Benim tansiyonda süper enflasyon gibi tavan yaptı.
Çok sinirlendim. Bütün hafta boyunca bedenen erkek işi gibi çalışan hanım, akşam;
“Her yerim ağrıyor. Erken kim kalkarsa; o kahvaltıyı hazırlasın. Yarın sakın beni erkenden kaldırma!” diye sıkı sıkı tembih edip Zafer kazanmış kumandan edasıyla kaşlarını çatarak bakmıştı.
İş arkadaşıyla olan telefon görüşmemi de yorganı başına çekip uyur numarası yapmasına rağmen en ince teferruatına kadar duymuştu. Yorgun olduğuna göre gitmez diyordum. Tuvalete doğru giderken;
“Dur! Tuvalete önce ben gideceğim!”
“Nedenmiş o?”
“Nedeni var mı canım! İşe yetişmem lazım!”
“Hani senin her yerin ağrımıyor muydu? Akşam öyle söylemiştin ya!”
“Allah’a çok şükür şimdi iyiyim.”
Hem bir yandan söyleniyordu ve hem de yorganı, yastığı gelişi güzel fırlatıp, sandalyenin üzerindeki giysilerini karıştırıyordu. Yanımdan rüzgar gibi geçti tuvalete, şırıl şırıl akan su seslerini işittim bir ara. Şok olmuştum. Sinirden her yanımı ateş basmıştı. Bir de karşıma geçip;
“Bu etek bana yakıştı mı? Bu bluz bu eteğe uyar mı?” diye sorunca adeta patlama noktasına geldim.
“Ya hu, sen izinli “ cümlemi tamamlayamadım. Pençelerini açmış bir aslan gibi sanki bana saldırdı. Açtı ağzını yumdu gözünü ve;
“Maaşımı getirip sana verince hiç de böyle demiyorsun... İşimi kayıp etmek istemem!” dedikten sonra kapıyı açtı ve salonda ayakkabısını giydikten sonra “hoşça kal” demeden kapıyı “çaaaat!” diye kapatıp gitti.
Çok sinirlendim. Niye sinirlendim dedikten sonra yemek masasın yanındaki sandalyeye adeta koca bir dağ gibi çöktüm. Hafta sonu birlikte olma planlarım alt üst olmuştu; ona mı yanayım? Yoksa hanımın bana karşı takındığı tavıra mı yanayım derken telefon yine acı acı çaldı. Her halde bir şey unuttu deyip ahizeyi kaldırdım.
“Abi neredesin yahu?”
“Nerede olacağım? Evdeyim.”
“O zaman telefonuma niye cevap vermiyorsun?”
“Verdik işte be Şefik!”
“Şimdi bu sabah bizim bir yeğen oldu.”
“Hayırlı olsun.”
“Teşekkür ederim abi.”
“Buyurun mesele nedir o zaman Şefik?”
“Bu doğan çocuğa isim vereceğiz...”
“Güzel bir isim verirseniz iyi olur.”
“Çok güzel isimler bulduk. Bir de
sana soralım diye düşündük.”
“Bulduğunuz isimleri söyleyebilir misiniz?”
“Söylüyorum abi.”
“Kalem kağıt var mı yanınızda? Dediğim isimleri o kağıda yaz da, biz de burada çene patlatmayalım.”
“Ya hu! Adamın asabını bozma! Ne söyleyeceksen söyle haydi?”
“Bu isimleri göbek adı olarak vermeyi düşünüyoruz. Nüfusa başka isim yazdıracağız.”
“İyi de aile içinde hangi adını kullanacaksınız?”
“Tabiiki göbek adını söyleriz. Okullarda da nüfusta yazan adını.”
“Böyle yapmayın! Çok karışıklık oluyor.”
“Ne gibi abi?”
“Benim en küçük amcamın nüfustaki adı Atilla, aile ve köydeki adı Orhan. Köyde herkes onu Orhan diye bilir.”
“İyi güzel. Ne var bunda?”
“Ne var mı? Bir gün postacı bir mektup uzatıyor. Soyismi bizim soyadı ön adı Atilla. Mektubu Bayram enişte alıyor. Koskoca Hacıefendiler sülalesine geliyor “Atilla kim?” diye soruyor. Orhan Amcamın resmi adının Atilla olduğunu o gün öğreniyor.”
“Abi biz zaten öyle Yağmur, Güneş, Atilla, Oğuz, Orhan gibi İslami olmayan isimlere karşıyız.”
“O zaman bana niye soruyorsun? Ne ismi koyarsanız koyunuz!”
“Merve, Saniye, Kezban, Vahide, Rabia, Hacer. Bunların hangisi güzel.”
“Bana kalırsa hiç birisini kendi çocuğuma vermezdim.”
“Neden abi? Bunlar İslami isimler.”
“Manasını biliyor muydunuz?”
“Abi, seni, inançları zayıf derlerdi de inanmazdım. Hakikaten de öyleymiş ya!”
“Ya hu! Asabımı bozmayın. Bu isimlerin manasını söyleyeyim sana!”
“Ama, doğrusunu söyle bir zahmet abi.”
“Merve, Mekke’deki bir tepenin adıdır. Saniye ise ikinci, Kezban yalancı demektir. Vahide birinci, Rabia döndüncü, Hacer de kara veya siyah anlamındadır.”
Çok biliyormuş gibi kızgın bir sesle;
“Yapma be abi yav! Mübarek isimlere böyle demek yakışır mı be abi?” dedikten sonra teşekkür etmeden telefonu kapattı.
Telefon kapandıktan sonra adeta ikinci şoku yaşıyordum. Şakaklarım ve alnımda müthiş bir ağrı hissediyordum. Alnımı biraz ovarak masaj yaptım. Bir yandan da “Yahu ben hayır işler cemiyeti miyim? Niye bana soruyorlar? Adama doğruyu söyleyince de niye telefonu yüzüme kapattı?” diye söyleniyordum.
Kahvaltı yapamazdım. İştahım adeta bombardımana uğramış gibiydi. Bir daha telefon gelirse açmayacağım deyip oturma odasına geçtim.
Teybe bir kaset koydum. “Benzemez kimse sana” diye nefis bir şekilde kadife gibi sesiyle Müzeyyen Senar söylüyordu. Hem şarkıya eşlik ediyordum, hem de gerilmiş olan sinirlerimi rahatlatıyordum.
Ardından da Emel Sayın Eski Dostlar şarkısının yarısına gelmişti. Artık kahvaltımı hazırlayıp bu şarkıların eşliğinde yapabilirdim. Telefonun sesi yine hüzzamdan başladı. Ahizeyi tekrar aldım.
“Alo!”
“Buyurun”
Karşıdaki yaşlı bir bayandı. Türkçe konuşmuyordu. Benim dediğimi anlamayınca ona Almanca cevap verdim. Bu sefer o da Avusturya aksanıyla;
“Atilla orada mı?” der demez hemen amcam aklıma geldi.
Amcamın böyle yaşlı bir kadınla ne işi olabilir diye düşündüm. Ben de karşıdaki kadına;
“Atilla burada değil, Solingen’de” dedim.
“Atilla Düsseldorf’ta oturuyordu amma!” deyince;
“Siz Atilla’nın nesi oluyorsunuz?” der demez yaşlı kadın;
“Ben onun annesiyim.” dedi.
İyice şaşırdım. Ebemiz öleli onbeş seneyi geçmişti. Ahretten de telefon açamazsın ya... Kendimi tekrar topladım.
“Siz Atilla’yı nereden arıyorsunuz?”
Kadın bir iki soluklandı.
“Ungarn!”
“Ungarn mı? Aha biz akrabayız. Hunlar, bizim atalarımızdır. Ben de Türkiye’den geliyorum.” deyip biraz tarihten konuştuk. Yaşlı kadın Atilla’nın numarasını çevirirken bir rakam hatası yapmış. Verdiği numarayı aradım ve oğlu Atilla’ya annesinin aradığını söyledim.
Annesi ile Atilla arasında bir bağlantı köprüsü olmanın rahatlığıyla kahvaltıma başladım. Azan milletlere Tanrı’nın kırbacı olan Atilla’nın torunları birbirinden habersiz yaşıyordu. Atalarının isimlerini yavrularına yakıştıramaz hale gelmişlerdi.