- 425 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ÖLÜMDEN DÖNEN ADAM
Hikâyeye başlamadan önce Hatay ve İskenderun hakkında kısa bilgiler verelim. Hatay ülkemizin nüfusu kalabalık illerinden biridir. Nüfusu 2020 yılında 1.659.320’dir. Dünyanın ikinci büyük mozaik müzesi Antakya Arkeoloji Müzesi, şehre 2 km uzaklıkta Habib-i Neccar Dağı yakınındaki St. Pierre Kilisesi, Sarıseki Kalesi, Cin Kulesi, Türkiye’nin ilk Tıbbi ve Aromatik Bitkiler Müzesi, Habib-i Neccar Camii, Payas Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi ve 14 km ile dünyanın en uzun sahil şeritlerinden birine sahip Samandağ Sahili, mutlaka gezilmesi ve görülmesi gereken yerler arasındadır. Hatay’ın Defne Sabunu, Hatay İpeği, sürk (sürki), zeytinyağı, nar ekşisi meşhurları arasındadır. İlde yazları sıcak ve kurak, kışları ise ılık ve yağışlı karakteristik Akdeniz iklimi egemendir.
İskenderun, M.Ö. 333 yılında Makedonya Kralı Büyük İskender’in İran İmparatoru III. Darius’u Issos Vadisi’nde yenilgiye uğratmasıyla Alexandretta şehrinin temeli atılmıştı. İskenderun, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerini yaşamıştır. İskenderun, kendi adıyla anılan körfezin kıyısındaki modern bir kenttir. Kıyının hemen gerisinde bir duvar gibi yükselen Nur Dağlarına sırtını vermiş, yeşil ve dört mevsim sıcak bir turizm merkezidir. İskenderun; Hatay ilinin en büyük ilçesi olmasının yanı sıra Türkiye’nin önde gelen en büyük ilçelerinden biri olup, özellikle ticaret, sanayi, deniz ticareti ve turizm alanında hızla gelişen güzide bir şehirdir.
Tarihi geçmişi, kültürel yapısı, sanayi ve ticaret sektöründeki gelişmeler, ekonomi unsurları, deniz, yayla, hava ve inanç turizmi bakımından sahip olduğu zengin potansiyeli, farklı din ve mezhep mensupları insanların barış ve hoşgörü içerisinde yaşayarak örnek teşkil eden bir yer olması bakımından önem arz eder. İlçe, aynı zamanda sahip olduğu liman sahası ile de adından sıkça söz ettirmektedir. Geniş liman sahası ile Akdeniz’in kuzeydoğusunda önemli bir stratejik noktada bütünleşmiştir. Ortadoğu’nun yanı sıra Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine de hizmet vermektedir Bütün bu özellikleri ile İskenderun; tarihi zenginliklerin yaşandığı, doğanın güzelleştiği, sanayinin ise devleştiği kavşağın adıdır.
İskenderun’da Akdeniz iklimi görülür. Deniz seviyesinden 8 m yüksekliktedir. Sıcak ve ılıman bir iklim hâkimdir; İskenderun kış aylarında yaz aylarından çok daha fazla yağış almaktadır. İlçenin 2020 yılı toplam nüfusu 250.964 olarak kayıtlara geçmiştir İskenderun Akdeniz’in eşsiz ilçelerindendir. Denizi ve denizin maviliği sizi cezbeder. İklim yumuşaktır, kar kış görmezsiniz. Kışın sert esen rüzgârlarını ve yağmurlu havalarını unutamazsınız. Türlü türlü meyveler sebzeler, rengârenk çiçekler vardır. Burada kendinizi, doğal güzellikler ve nimetler bakımından cennete hissedersiniz...
Büyüyüp gelişmiştim, belirli belirsiz bıyıklarım terlemeye yeni başlamıştı. Her genç gibi ben de askerlik hevesiyle yanıp tutuşuyordum. Asker olmak bizim genimizde var ha! Bakmayın şimdiki bazı gençlerin askerlikten kaçmak için bin bir bahaneler üreterek rapor almalarına. Askerlik bizim için kutsal bir görevdir. Askerliğim geldi çattı. Bu kutsal görevden kaçış yok. İlçeye gittim, muayene oldum. Asker olarak askerliğim Hatay İskenderun’a çıktı.
İskenderun’da askeri bölüğüme teslim oldum. Kısa sürede asker ocağında sevimli candan arkadaşlar edindik. Bu güzel adaşlardan biri de Saim Çavuş’tu. Onunla yediğimiz içtiğimi ayrı gitmezdi, sohbete oturdu mu sohbetin dibine vururduk. Havadan, sudan memleketimizden, köyümüzden anlatır dururduk. Birbirimizin üzüntülü anlarında teselli ederdik. O, benim dert ortağım, yoldaşım ve sırdaşımdı…
Saim Çavuş; uzun boylu, esmer yirmili yaşlarda bir delikanlıydı. Alnındaki kirtişlerden genç yaşta çok çile çektiği her halinden belli oluyordu. Keskin bakışlıydı. Ölümden korkmaz, ölümün üstüne üstüne giderdi. Doğrusunu söylemek gerekirse ben onun kadar cesaretli değildim. Askerliğimiz hayli ilerlemişti. Acemiliğimiz üzerimizden gitmiş artık usta er olmuştuk. Hani her şeyin ustası var ya biz de usta er olmuştuk…
Saim Çavuş ile aşağıda askeri gazinoda oturuyorduk. Gazino daha ziyade hüznün çöktüğü büyük bir salona benziyordu. Gazinonun soğuk yüzlü, yarı badanalı duvarlarına baktığınızda ömür boyu hapsedilmiş mahkûmun ümitsizliğini görüyordunuz. Çayların buharlarının tavana kadar yükselmesi, askerlerin birbirleriyle şakalaşmaları, aralarında anlaşılmaz melodilerle mırıldanmaları hep birbirine karışıyordu. Çayı yarım kalıp nöbete koşturanları mı ararsın, bana bir çay garson diyen mi arasın… Gazinoda bir hengâme sürüp gidiyordu…
Jandarma nöbetçi astsubay ikimizin yanına gelerek:
“Bu gün sen, Saim Çavuş’la İskenderun Devlet Hastanesinde yatan mahkûmların nöbetini tutacaksınız.” Dedi. Nöbet için hazırlıklara başladık. Giyindik, kuşandık, silahımızı omzumuza taktık, kasatura kelepçe vb. aletlerimizi aldık nefes nefese devriye arabasına koştuk. Arabaya binerek çarçabuk hastaneye ulaştık. Nöbet değişimine vardığımızda nöbetin yorgunluğu gözlerine inen askerler kürek mahkûmlarının yorgunluğunu üzenlerinde taşır gibiydiler. Orada bulunan askerlerden nöbeti devraldık. Nöbet değişimi sözlerini duyan nöbetçilerin gözleri fal taşı gibi açıldı. Bana nöbet yeri olarak zemin kat verildi. Ben, nöbetimi sessizliğin meydan okuduğu zemin katta tutacaktım, Saim Çavuş ise birinci katta nöbet tutacaktı. Saim Çavuş, balkon çıkışının olduğu hareketli yerde nöbet tutmaya başladı…
Nöbetimiz güzel gidiyordu. Bir süre sonra bir anda çığlıkların, bağırtıların yükseldiğini bu hengâmenin hastane koridorlarından caddelere ve sokaklara taştığını duydum. Gürültüler; belirli belirsiz bağrışmalar, küfürler, meydan okumalar ve tehditlerden ibaretti. Beton yüklü binanın içinden sesler öyle yansıyordu ki göklere bir karabulut olarak ağıyordu. Olaydan sonra işin aslını öğrendik ki bu hastaneyi basanlar, gözü dönmüş insanlığını yitirmiş mahkûm yakınlarıymış. Mahkûm yakınları, hastaneyi basarak Jandarma Saim Çavuş’u ve beni tehdit ettiler. Adamların gözleri dönmüştü. Üzerlerinde acayip kılıklı elbiseler, gözlerinde ise gözlerini kapatan peçeler mevcuttu. Yarı kıvık gözlerinden ateşler saçılıyordu. Ayak bilekleri kıvrak hareket ediyor, iki adım ileri bir adım geriye dönerek sağlam ilerliyorlardı. Hastaneyi basan eşkıya kılıklı mahkûm yakınlarından ikisi doktor elbisesi giymişti.
Bu doktor kılıklılar:
“Mahkûmumuzu bize derhal gösterin! Bize teslim edin. Önümüzden çekilin. Yoksa sizi köpek gebertir gibi gebertiriz. Bize on üç numaralı odayı çabucak gösterin. Bunu yapmazsanız olacaklardan biz sorum değiliz. ” Diyerek tehditler savurdular. Doktor olduklarını iddia edenler, Saim Çavuş ile sıkı bir münakaşaya tutuştular. Tehdit savurmalarına da devam ettiler. Ruhlarından akan kin ve nefret kaşlarının çatıklığı yere kadar indiriyordu. Gözlerinin gözbebeğinden fışkıran ışık hastanenin tavanına ok gibi saplanıyordu.
Saim Çavuş:
“Sizin kuru tehditlerine geçit verecek değilim. Durun, bekleyin sakın ha içeri geçmeyin! Emirlere uyun! Üçüncü ihtarımda vururum. Beni buna mecbur etmeyin.” Diye sesleri koridorlarda yankılanıyordu. Onların kuru tehditlerine geçit vermek istemiyordu. Gözleri dönmüş mahkûm yakınları, beyaz doktor gömleklerinin altından tabancalarını çıkardılar. Adamlar kararlıydılar, önlerine kim çıkarsa ezip geçeceklerdi. Saim Çavuş, doktor kılıklılara üç kere “Durun! Durun! Durun!” diye ihtar verdi. Onlar ise durmak yerine bellerindeki tabancaya davrandılar. Saim Çavuş, onların silahlı olduklarını bilmiyordu. Birisi Saim Çavuş’u oyalarken diğeri ona kalleşçe direk ateş etti. Saim Çavuş gafil davranmıştı. Onların kötü niyetli olduklarını nereden bilecekti? Kendisine yapılan bu kalleşçe saldırı sonucunda Saim Çavuş, boylu boyunca merdivenlerin üstüne uzandı. Her yerinden kanlar fışkırıyordu. Umut yüklü gencecik asker yerde kan kaybediyordu. Merdivenler, beton zeminler ve duvarlar hep kırmızıya boyanmıştı. Ta tavan üzerine bile sıçramıştı kanlar. Saim Çavuş’un göz bebekleri canının yavaş yavaş çekildiğini haykırıcısına yuvasına gıdım gıdım dönüyordu. İki metreye yakın boyu soğuk beton üzerinde ebediyete giden yolculuğun başlangıcı olarak boylu boyunca uzanıyordu.
Ortalık cehenneme dönmüştü. Boylu boyunca devrilen Salim Çavuş’tan sonra belki de sıra bana gelmişti. Ben hazır olmalıydım. Bu işin şakası yoktu. Ben, Salim Çavuş’a yönelen silah sesini duyduğumda mermileri silahımın ağzına verdim ve hazır beklemeye başladım. Doktor kılıklı katil adamlar merdivenden zemin kata doğru inmeye başladılar. Bana da tehditler savuruyorlardı.
Ben gözü dönmüş katillere:
“Durun! Durun! Durun! Mermiyi silahımın ağzına verdim. Durun! Vururum dinime imanıma!” Dedim. Onlar, benim kararlılığımı görünce zemin kata inmeden gerisin gerisine dönerek birinci kattaki arka tarafın penceresindeki camları kırarak yaban merkepleri gibi kaçtılar. Gözden kayboldular. Acı haber çabuk yayılırmış. Bu olay çarçabuk ilçede duyuldu. Olay yerine; doktorlar, hemşireler, polisler, savcılar ve askeri yetililer kısa zamanda çıka geldiler. Sedyeye konan ağır yaralı Saim Çavuş’un ruhu bedeninden çıkmış gibi sallanıp duruyordu. Yandakilerin yardımları olmasa soğuk beton zeminle kan kırmızısı bedeni tekrar buluşacaktı. Saim Çavuş’u acil bölüme kaldırdılar. Hastanede; o tarafa, bu tarafa koşanların ardı arkası kesilmiyordu. Kimisi kan ayarlıyor, kimisi ne yapacağını şaşırmış olarak afallıyordu. Gözyaşını tutamayanların sayısı belirsizdi. Ancak bütün bu gayretlere rağmen Saim Çavuş, kurtarılamamış kan kaybından vefat etmişti.
Salim Çavuş’un acı ölüm haberi bizim kışlada yas etkisi yaptı. Daha yarım saat önce konuşup şakalaştığımız, yemek yiyip çay içtiğimiz can dostum, asker arkadaşım, kader arkadaşım Saim’in cansız bedeni yerde boylu boyunca uzanıyordu. Gözyaşlarıma hâkim olamadım, durmadan ağlıyordum. Akan gözyaşlarım sağanak sağanak yağıyor soğuk betonla kucaklaşıp ağlayarak buz kesen ortamdan akarak uzaklaşıyordu. Psikolojim uçup gitmişti gökyüzüne doğru. Elbisem, kan ter gön içinde kalmıştı. Elbiselerim bile gördükleri katliama ağlıyordu. Atletim terden sırtıma yapışmıştı. Aman Allah’ım! Ne kâbuslu bir gündü bu gün. Bizim jandarma komutanlığımızdan gelen komutanlarım, benim nöbet yerimden asla ayrılmamamı, vukuat mahallinde beklememi söylediler...
Komutanlarım bana:
“Ömer, sen sakın cenazenin yanına gelme.” Dediler. Saim’i otopsi için il merkezine gönderdiler. Onun cansız bedeni otopsi için bıçağın altında bir kez daha ezilecekti.
Salim Çavuş’un vurulduğu günün gecesiydi. Yaşadığım kâbus, bedenimi hop oturtuyor hop kaldırıyordu. Nöbetim henüz bitmemişti. Bu geceki nöbetim öyle uzun bir nöbetti ki kutuplardaki altı ay kış, altı ay yazlık zamana denkti. Hastanede nöbet tuttuğum zemin katta morg vardı. Cenazeler orda yatıyordu, soğuk bedenleriyle. Cenaze, morg deyince bile insanın tüyü ürperiyor. Morg dünyanın en soğuk yeriydi. Kutuplardan daha soğuktu burası. Hele o psikolojik soğukluğu insanın ruhuna sirayet ediyordu. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti bile. Cenazeler; morgda boy boy, sıra sıra dizilmişlerdi. Gece yarısında sessizlik ortalığa çökmüştü. Adeta ölüm sessizliği kaplamıştı bütün yeri. Bu sessizliğin ortalığı kapladığı anda morgdan acı bir ses gelmeye başladı.
Ben kendi kendime:
“Ölüler konuşur mu? Ses çıkarır mı?” diye tüylerim ürperdi ve diken diken oldu. Morgdan gelen ses belirginleşmeye başladı. Sabah ki yaşadığımız olay da göz önünde tutulursa kâbus gördüğüme inanmaya başlamıştım.
Morgdan:
“İmdat imdaat! Kurtarın beni! İmdaaat kurtarın beni! Kimse yok mu?” diye gelen belirli belirsiz ses ortalığı buz gibi kesiyordu. Bir ana Salim Çavuş’un yardım sesine benzettim. Oysa o çoktan ölmüştü bile. “Ömer kendine gel” dedim. Bir hırsız sessizliğe pür dikkat morgdan gelen sesi bir daha, bir daha dinledim. Evet, duyduklarım doğruydu ve bu ses morgdan geliyordu.
Gelen ses:
“İmadaat! Beni kurtarın. İmdaat! Benin kurtarın…” diye gelen bu yardım çığlığı morgun kapalı gözünde zor boşluk bularak kulaklarıma kadar ulaşabiliyordu. Ben, korkuyla zemin kattan yukardaki hemşireye alelacele seslendim. Bu endişeli çağırışı duyan hemşire de korku içindeydi. Hemşire, onca yıl görev yapmasına rağmen ne burada ne de başka bir hastanede böyle bir olaya şahit olmamıştı. Daha önce böyle bir şey yaşamadığını ısrarla dile getiriyordu. Benim gibi onun kalbi de yerinden fırlayacakmış gibi küt küt atıyordu. Sarışın, mavi güzlü hemşirenin korkusu yüzüne yansımıştı ve suratı sapsarı kesilmişti. Hemşire öyle zayıf bedenliydi ki üflesen uçacak gibiydi. Giydiği beyaz önlük, bedenine bol geliyordu. Hemşire hanım çok korkmuştu. Sanki korkusundan ölecekmiş gibi nefesi kesik kesik oluyordu. Ben de öyleydim. Nöbetim ve vatani görevim olmasa ben burada asla bir dakika bile duramazdım. Zaman ilerledikçe ses daha da yükselmeye başladı. Sesin yükselmesiyle korkumuz da o kadar artıyordu. Adrenalimiz zirve yapmıştı. Kalbimiz, gürp gürp atıyordu. Benim çağrım üzerine hemşire bir hırsız sessizliği ile zemin kata geldi. Yanında gece bekçisi de vardı. Şapkası gözlerini kapatan bekçi, endişeyle sağı solu kontrol ediyor ve göz bebekleri bilye gibi yerinden fırlayacakmış gibi yuvarlanıyordu. Boynunu bir o tarafa bir bu tarafa döndürüyordu. Morgdan gelen acı ses ise hâlâ devam ediyordu. Ben, hemşire hanım ve gece bekçisinden başka kimse yoktu zemin katta…
Hemşire hanım bana:
“Asker! Sen demir kapının yanında dur. Saim Çavuş’u vuran katiller tekrar gelebilirler. Aman ha dikkat et! Bu adamların gözü dönmüş. Bu katillerden korkulur…” diyordu demesine de korkusu her halinden belli oluyordu. Tir tir titriyordu. Cılız bedeni korkudan rüzgârın üflediği kavak ağacı gibi bir o yana bir bu yana gidip geliyordu. Tabi ki can tatlıydı. Hemşire hanım korka korka ses gelen morgun kapağını bir hırsız sessizliğiyle yavaşça açtı. Morgun kapağını hafifçe aralayarak açmaya başladı. Kapağı yarıya kadar açınca morgun içindeki anadan üryan ceset hemen doğruldu. Bekçi ve hemşire korkusundan gerisin geriye üst kata doğru kaçışmaya başladı. Ben ise kaçsam kaçamıyordum, olduğum yerde kurumuş bir ağaç gibi sessizce dona kaldım. Nöbet yerimi de terk edemiyordum. Oturumu üzerine gelen üryan ceset, buz dağlarının soğukları arasında açan bir çiçek gibi soğuğu yırtarak canlanıyordu…
Morgun içindeki doğrulan çıplak ceset çaresizlik içinde:
“Bana yardım edin! Donuyom donuyom…” Diyordu. Umutsuzca seslenişti bunlar. Tekrar buz kütlesinin yorgun, bitkin bedenini sarmasından ve derin bir sessizliğin içine gömülmekten korkuyordu. Takatsiz kalan bedenini soğuk demir dikdörtgene bırakıveriyordu. Kurbağanın su dışına çıkıp da kalbinin hızla çapması gibi nefes alıyordu. Bu nefesler, belki de son çırpınışları olacaktı. Oracıkta kendisine yardım eden olmazsa hayata gözlerini yuman üryan ceset, ikinci seferde bir kez daha yumacaktı. Belki ki de kıymet kopuncaya dek hiç açmayacaktı umutsuz gözlerini. Adamın hayatını devam ettirmesi için Yüce Rabbim beni bu ceset dolu morgun kapısında nöbetçi kılmıştı. Hayatı şimdilik benim ellerimdeydi. Korkup ya morgun kapağını üstüne hızlıca kapatacaktım ya da üryan uyanan cesede yardım edip dünya hayatını ikinci kez yaşamasına yardım edecektim. Ölüm döşeğindeki umutsuz bedenin dudaklarının; “Bir damla su! Bir damla su!” Serzenişi gibi bir ifade yüklüydü donuk yüzlerinde. Göz bebekleri böcek gözleri gibi yuvarlanmış; ufalmış ufalmış nerdeyse gözden kaybolacak gibiydi. Gözleri, küllenmiş bir köz gibi kâh açılıyor kâh küllerin arasında kaybolup gidiyordu. Rüzgâr üfledikçe bir yudum çıngı gözüküyordu gözlerinden. Cesedin yanında kimse yoktu. Bütün cesaretimi topladım, morgun içinde yardım bekleyen cesede doğru korkarak endişe içinde yöneldim. Morgun yarım açılı kapağını korkuyla biraz daha araladım. “Korkumu yenmem gerekir” diye düşündüm, Kendi kendime:
“Ya adam geçekten sağ ise ben de yardım etmezsem bu adam benim yüzümden ölecek, hiç açılmamak üzere gözlerini hayata yumacaktı.” Dedim. O an korkumu kendime söz verdiğim gibi yendim. Bütün cesaretimi topladım. Dirilen cesedin beklediği morgun kapağını iyice açtım. Cesede baktım ki adam dirilmiş, doğrulmuş bana doğru bön bön bakıyor. Buz tutan bedeni rüzgârın otları savurduğu gibi sallanıp duruyordu. Tir tir titriyordu. Bu tir tir titremi etrafına korku salıyordu. Resmen ölü ceset gözlerimin önünde diriliyordu…
Bu durum karşısında tekrar:
“Doktooor! Hemşireee! Yetişiiin! Morgdaki adam canlandı bana bakıyyooor! Yetişiiin!” diye sesimin yükseldiği kadar bağırıyordum. Gecenin zifiri karanlığında hastanede benim sesimi duyan herkes koşarak geldiler yanıma. Morga baktılar ki adam ayılıyor ölmemiş, cana geliyor. Hastane görevlileri adamı hızlıca sedye ile derhal acil bölüme aldılar. Acil bölüme kaldırılan hastanın daha sonraki durumundan hiç haberim olmadı. Öldü mü kaldı mı inanın ki bilmiyordum. Anacak yarı ölü biçimde acil bölümüne kaldırıldığını biliyordum.
Benim nöbetim bitti askeri kışlamdaki görev yerime döndüm. Askerlik görevime devam ediyordum. Bir gün nizamiyeden bir nöbetçi asker koşarak yanıma geldi ve bana:
“Ömer senin bir ziyaretçin var.” dedi.
Ben de:
“Kimmiş acaba? Beni kimseler ziyaret etmezdi. Acaba köyümden birileri mi geldi? Ya da yurt dışından babam veya kardeşlerim mi beni ziyaret geldi?” diye heyecanlanmaya başladım. Heyecanla ziyaret yerine vardığımda bir de baktım ki morgda ölümden dönen adam karşımda beni bekliyordu. Adamın betine benzine kan gelmiş. Ölümün soğuttuğu beden, hayata adım atmıştı. Hoş beşten sonra başladık sohbet etmeye. Bir taraftan da çaylarımızı yudumluyorduk.
Ben kendisine:
“Kardeşim seni morga niçin koydular?” Diye sordum.
Ölümden dönen adam:
“Abi! Ben bir trafik kazası geçirdim. Benim sesim, soluğum gitmiş ve kalbim bir an durmuş. O esnada beni ‘öldü’ diye acilen hastanedeki morga koymuşlar. Gece yarısına doğru ayıldım. Kalbim çalışmaya başladı. Soğuğu hissetmeye başladım. Sırtüstü yattığım karanlık yerden doğruldum. Bulunduğum yer mezar gibi bir yerdi. ‘Acaba beni mezara mı koydular?’ diye düşünmeye başladım. İki dünya arasında gittim, gittim ve geldim. Dünyadaki amellerim gözümün önüne tek tek geldi. Biraz daha zaman geçtikçe daha da kendime geldim. Bağırmaya başladım. ‘Yardım edin’ diye umutsuzca bağırıyordum. ‘Bir daha hayata dönemeyeceğim ve sevdiklerimi göremeyeceğim.’ Diyordum. O zaman sen orada nöbet tutuyordun. Hemşire ve bekçi beni görünce şok oldular. Korkudan morgun kapağını kapatarak hızla oradan kaçmaya başladılar. Sen ise kaçmadın orada cesaretle bekliyordun. Sen, korkusuzca gelip morgun kapağını büyük bir cesaretle açtın, doktorları ve hemşireleri morgun yanına çağırdın. Onlar da hızla buraya çıkageldiler. Doktor ve hemşireler, beni büyük bir hızla acile oradan da yoğun bakıma aldılar. Yoğun bakımda birkaç gün yattım iyiye gittiğimi gören doktorlar beni servise aldılar. Tamamen iyileşinceye kadar hastanede yattım. Allah’a şükürler olsun, iyileştim ve kendime geldim. Daha sonra seni araştırmaya başladım. Kışlanı, bölüğünü ve koğuşlarını sorup soruşturup seni buldum. ‘Allah senden tarazı olsun’ benim yaşama dönmemi sağladın. Yüce Rabbime şükürler olsun ki seni karşıma çıkardı. Allah senden bin kere razı olsun. Ne istersen vereyim. Benden para mı istiyorsun? Elbisemi mi istiyorsun? Ne istersen vereceğim. Sakın çekinme ha…” Dedi, yutkundu, gözeleri doldu ve ağlamaya başladı. Bu durum karşısında ben de ağlamaya başladım. Kucakladım ve onu teselli ettim.
Ben de kendisine:
“Bu benim insanlık görevimdi. Kim olsa aynısını yapardı.” dedim.
Ölümden dönen adam:
“Analar senin gibi evlatlar da doğururmuş.” Dedi. Bana bir miktar asker harçlığı verdi, vedalaştık ve ayrıldık birbirimizden.
Bu olay, benim hayatımda unutulmaz tesirler bıraktı. Vatani görevimi yaptım ve sağ selamet döndüm memleketime. O olayı hâlâ hatırlarım, hatırladıkça da derin üzüntü duyarım. Olayın birinde ölümü yaşadım yudum yudum, diğer olayda ise bir insanın yeniden hayata döndüğünü yaşadım yudum yudum. Jandarma Saim ‘Çavuş’un ölümü ve Hayata Dönen Adam’ benim hayatımı çok ama çok değiştirdi. İnan ki bir an varız bir an yokuz. İki dünya için de hazır olmamız gerekir. Dünya bir oyun ve eğlenceden ibarettir…
21.02.2021
Yozgat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.