- 408 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Gazze'nin gecesi gündüz için kararıyor!
Müslim’de geçen bir hadis-i şeriflerinde Aleyhissalatuvesselam Efendimiz buyurmuşlar: “İslam, şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hale dönecektir. Ne mutlu o gariplere!” Gariplerin kim olduğu sorulduğunda ise şöyle cevap vermiş: “Kabilelerinden dinleri için ayrılıp uzaklaşanlardır.” Geçenlerde Meryem sûresini okurken garipliğimizin bir başka yönünü tefekkür ettim ben de. Hani 73. ayetinde müşrikler hidayet davetini şöyle bir argümanla karşılıyorlar:
"Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunduğu zaman inkâr edenler iman edenlere, ’İki topluluktan hangimizin konumu daha üstün ve mensupları daha iyi?’ diye sorarlar." Yani nasipsizler demek isterler ki arkadaşım: Müslümanlar garibanlardan oluşuyor. Kötü durumda(!) yaşayanlar İslam’ı seçiyor. Halleri felaket. Toplulukları bitik. Meclisleri bu halde olanlar mı doğruya isabet ederler/etmişlerdir yoksa bizim halimizde olanlar mı?
Ahirzaman mü’minlerinin hiç de yabancısı değil bu argüman aslında. Evet. Biz de mübarek Mekke’nin mübarek fethinden sonra neredeyse unutulmuş bu tarz söylemlerin yeni muhataplarıyız. Neden? Çünkü İslam’ın şevket çağına denk gelemedik. Zaferden zafere koşulan o ateşpare devirleri göremedik. Doğduğumuzda, bir sırr-ı imtihan gereği, Bedir günleri sona ermiş ve Uhud günleri başlamıştı. Gündüzü geceye çeviren Allah, bir hikmeti gereği, gündüzümüzü de bir tür geceye çevirmişti. Yani âlem-i İslam birkaç yüzyıldır küsûfa tutulmuştu. Bir zamanlar kılıcının/hakikatinin önünde "Âman!" dileyen topluluklarsa gemi azıya almışlardı. Saldırdıkça saldırıyorlardı. Bu da elbette müslümanların hem sosyolojilerini hem de psikolojilerini hırpalamıştı. Hatta kimi kalpler de karışmıştı.
Oryantalizm yerli kompleks sahiplerinin mahzun yanaklarını pışpışlayarak onlara zehrini şöyle akıtıyordu: "Siz yeniliyorsunuz. Çünkü elinizdeki hakikat değil. Önce onu sorgulamalısınız. Eğer elinizdeki hakikat olsa hiç bu halde olur musunuz? Sonra bir de bizim halimize bakın. Hangimizin durumu daha iyi? Hangimizin dünyası daha âbâd? Hangimizin meclisleri daha şen?" Yahut mealdeki ifadeyi alıntılayalım: "İki topluluktan hangimizin konumu daha üstün ve mensupları daha iyi?" İşte tam da bu nokta bizi ’ahirzamanın garipleri’ haline getiriyordu. Evet. Ahirzamanın garipleriydik. Çünkü, tıpkı İslam’ın başladığı günlerde olduğu gibi, seküler manada ’kaybetmiş’ görünen şartlarda yaşıyorduk.
Bizim ayrıldığımız kabile neresiydi peki? İşte onu da şöyle tayin ediyorum ben: Bizler, yani ehl-i sünnet mirasın hakikatine inanmaktan vazgeçmeyen gelenekçi tipler, yeni yetişen ’kabuğunu küskün civcivlerin’ dünyasından sürgün yiyorduk. ’Din jandarması’ diyorlardı bize. ’Ehl-i Sünnetçilik’ diye nâm takıyorlardı. ’Ortadoks İslam’ diye arkalara itiyorlardı. Köylüydük. Hamdık. Zayıftık. Bin yıl öncesinin içtihadlarına bağlanıp kalmıştık. Hadisleri gerçek sanıyorduk. Sahabeyi vazgeçilmez sayıyorduk. Mezhep imamlarının otoritesini savunuyorduk. Sadece münkirlerin gözünde değil imanlı kardeşlerimize gözünde de yanlıştık. Yani, evet, gariptik. Onlar bizi gayet garip görüyorlardı.
Hatta diyorlardı: "Müslümanların haline baksanıza. Filistin’e baksanıza. Doğu Türkistan’a baksanıza. Arakan’a baksanıza. Suriye’ye baksanıza. Her yerde gözyaşı var. Kan var. Dram var. İşgal var. Kaos var. Bütün bunların olduğu şu coğrafyayı mı savunuyorsunuz bize? Eğer bu coğrafya doğru bir mirasın üstünde yükseliyor olsaydı hiç bu halde olur muydu? Onu bu halden biz kurtaracağız. İslam’ı yeni baştan yazacağız. Modern medeniyetle uyuşturacağız. Hem dünyayı kazanacağız hem de ahir... Aman, ahiret şimdi çok bir konumuz değil, önce dünya. Dünya lazım bize. Öncelikli olan o. Yani dünyayı bir kere kazanmamız lazım. Dünyayı kazanamazsak kâfirlerin elinden kurtulamayız. Onların elinden kurtulmak için de onlar gibi olmak gerekir. Onlar gibi skolastik geçmişimizi mizana vurmak iktiza eder. Belki biraz da taviz veririz ha? Neden olmasın? Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez."
Bu ’çoktan kaybetmiş’ kalabalığı ikna etmek kolay mı? Değil elbette. O yüzden mecbur kalıyorsunuz kabilenizden ayrılmaya. Tüm küçük görmelerine rağmen köylülüğünüze kapılmaya. Hadislere inanmaya. Sahabeyi vazgeçilmez görmeye. Ehl-i sünnet mirasını tavizsiz savunmaya. Güvenmeye arkadaşım güvenmeye. Bir ağaç olarak köklerine güvenmeye. Çünkü köklerine güvenmeyen ağaç yeniden boy atamaz. Hiçbir ağaç başkasının gövdesiyle yükselemez. Köklerinden vazgeçen ancak kuruduğuyla kalır. Kendi yürüyüşünü unutur. Başkasının yürüyüşünü de öğrenemez.
Sahabenin sırrını iyi kavramak lazım. Seküler kıyaslanmalardan, onlardaki zâhirî kayıplardan, üzerlerinden geliştirilen cerbezeli argümanlardan etkilenmeyen o izzetli gariplikten ders almak lazım. Rivayetlerde Deccal’in ’cennet sûretinde cehennem’ ve ’cehennem sûretinde cennet’ sahibi olacağı bildiriliyor. Bir nümunesini seyretmiyor muyuz? O cennet sûretine az mı adam kaybettik? Az mı kardeşimiz "Medeniyet burada!" diye ateşin içine atladı? Pes etti. Bıraktı. Kapıldı. Kanıksadı. Cenab-ı Hak cümlemizin ayağını hidayetinden ayırmasın. Garipliğimizi mübarek kılsın. Fakat karamsarlığa da sebep olmasın. Çünkü Tirmizî’de geçen bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor Aleyhissalatuvesselam: “Ne mutlu o garip, mü’minlere ki, insanların benden sonra bozdukları sünnetimi ıslah ederler.”
Elmalılı Hamdi Yazır merhum da Hak Dini Kur’an Dili’nde mezkûr hadisle ilgili şöyle ümit veriyor: "Birçok kimseler bu hadisi mü’minleri korkutmak için söylemişler, ümitsizliğe ve bedbinliğe sokmuşlardır. Bu hadis ‘İslam, garip olarak zuhur etti, ileride tekrar garip olarak zuhur edecek’ manasındadır. Hadiste geçen ’Fetuba’ kelimesi korkutmak için değil müjde içindir. Çünkü onlar sabikunlar gibidir.” O zaman daha ciğerden haykıralım müjdemizi: "Ne mutlu o gariplere!" Gecemiz kararıyorsa gündüzün yakınlığındandır. "Çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur."