KIRK BEŞ KEZ
Kendim dâhil hiçbir şeyi görmüyorum. Kara bir sevdaya düşen gecenin zemininde, parmak uçlarıma işleyen serinliği, soluğumdan atıyorum. Ayaklarım gibi ellerim de kıyıcı bir buz kütlesini eritecek gündüz çölüne hasret. Çıkmıyor bir an olsun aklımdan, üzerinde cam kırıkları olan bir sandalye gibi her oturuşta kanatan, acımasız bir işkence yaşadığım. Kırk beşinci kat, canavar ağzını yırtan aç bir pencere… Nasıl da bir kuş gibi süzülüvermişti. O ilk anın şokuyla herkes pencerelere koşuşmuş, belki göçeni yakalarım umuduyla havanın tüm nefesini boğmuştu yumruklar. Bense yüzümün ıslaklığını bir bahar boyu kimliğim gibi tenimde taşımıştım.
Sesimi tanımakta zorlanmıştım, şakaklarımı ve bileklerimi ovuşturan arkadaşıma teşekkür ederken. Suçlunun ben olmadığımı, çocuğun zaten doğuştan problemli olduğunu söyleyip birkaç avutucu söz tutuşturmuştu kalbime. Birisi de çıkıp evet, sen suçlusun, sen dikkat etmeliydin, çocuk bu nereden bilsin? Sen pencereleri açık bırakmayacaktın! Kırk beşinci kat bu yahu, yanında emanet edilmiş küçücük çocuklar, olacak iş mi? dememişti. Herkes dış sessizliğine sığınıp sadece acınacak biri olduğum hükmüne varıp göz birliği etmekle yetinmişti. İşimden uzaklaştırıldığım zaman bile, bu olay sizi çok sarstı, bir süre dinlenip, toparlanmanız şart denilmişti.
Her an ölü deri kalıntılarımı canlandıracak dirilikte o anı. Ama hayat gibi ansızın, burnuma keyifli bir kahvenin kokusu geliyor. Peşinden gidiyorum kokunun. Sen, elinde iki kahve, öylece durup aman sıcaktır, dikkat et diyorsun. Oturuyoruz, arabanın içi dışından da soğuk. Üstüme döküyor kahveyi, sakarlığımla eğlenen parmaklarım. Acaba kırk beşinci kattan aşağıya döksem kahveyi, ulaşır mı zemine, o ufacık ellerin ulaştığı gibi. Parmakları kırılmış demişlerdi, yere çakılırken kaldırım taşlarından başka kimseye güvenemeyen elleri, umutla yaşamaya direnmiş ne yazık ki son çaresi de donuk bir hayal kırıklığında yok olmuştu.
Çıplak ayaklarım beni, esas sana getiriyor, verilmiş bir adresi olmadan çabucak buluyor sana ulaşmanın umudunu. Kapıyı açıyorsun hemen, şefkatle sarılıp, ilk defa sahibi olduğum çarşaflar seriyorsun yatağıma. Gitmesen olmaz mı diyorum. Kalıyorsun yanımda ben kırk beşinci katın rüyasından düşene dek. Yatağın karşısında trafik ışıkları var. Dışarının araçları, evden gelen ışık komutuna göre hareket ediyor. Ürkütücü ve bir o kadar da hükmedici buluyorum o an kendimi. Işıkları izliyorum. Bir türlü geçme hakkı tanımıyor bana, sürekli beklemem gerektiğini söylüyor, sabırlı zamanlarda geçen yolculukla bekliyorum.
Kalbimin, dişlerimi sızlatan buz tutmuşluğunda, ayaklarımı hissetmiyorum artık. Kendimi hep olmam gereken yerde, doğduğum kent gibi eninde sonunda döneceğim, beni ısrarlı bir sabırla bekleyen o kırk beşinci katın penceresinde buluyorum. Gözlerimde hep o küçük önderliğin, kazındığın kaldırım taşlarından korkmuyor şimdi ellerim. Tıpkı senin gibi seni taklit ederek aniden, ötesini berisini düşünmeden bir an da son veriyorum cansızlığıma. Kırk beş farklı parçalara ayrılıyor bedenim, sonu gelmeyen, ellerime dokunabileceği bir zemin bulamadan.
BENGÜL ALKAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.