- 1326 Okunma
- 7 Yorum
- 7 Beğeni
Yılan
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Yılan
Küçük yaşta annem ile babam bir trafik kazasında yitirdim. Acılarında acısı hayata kimsesiz başlamak. Devlet okuttu, yetiştirdi. Çalıştığımız iş yerinde eşimle tanıştım. Onunda yaşlı anne ve halasından başka yakını yok gibiydi. İkimizin ortak noktası kimsesizlik, gönüllerimizi sevgiden önce bağladı. Sevgide arkasından koşa koşa geldi. Evlenmeye karar verdik. İkimizin maaşıyla küçücük bir ev tutup içini en uygun eşyalarla döşedik. Sonrasında sade bir törenle nikah masasına oturduk. İmzaları attıktan sonra kaynanam gözden kaybolmuştu. Biz onu arar iken davetlilerden biri,
-O gitti.
-Nereye gitti?
-Benim ineğim var, tavuklarım var, oyalanamam buralarda deyip gitti.
Şaşırdık haliyle. Eşim fazlada üstünde durmadı. Kızmıştır bir şeye, haftaya gider gönlünü alırız dedi. Ben ise ağlamaklı olmuştum. Ne yapmıştık ki. Herkes balayına giderken biz evliliğimizin ikinci haftasında köydeydik. Öyle bir heyecanla köye gelmiştim ki yüreğimin coşkusu sesime yansıyordu.
-Sabri bak ağaçtaki kuşa rengarenk. Çok ilginç. A ineklere bak, yavruları da var!
İlk kez köy görüyordum. Doğası, suyu, havası hoşuma gitse de insanları biraz garipti. Nereye gidersem gideyim bütün gözler benim üstümdeydi. İlk gün bu hoşuma gitse de diğer günler etraftaki bu kusur arayan gözlerden rahatsızlık duymaya başlamıştım. Elim ayağıma dolaşıyor içime bir sıkıntı basıyordu. Taşlı, sığır gübreli yollar da yürüyüşüm çocukları bile güldürüyordu. O zamanları börtü böcek korkusuna iki dakikalık yolu yarım saatte aldığımın farkında değildim. Güle güle geldiğim bu köyden ağlaya ağlaya gideceğim kesin gibiydi. Kaynanam sürekli beni eleştiriyor, diliyle tabiri caizse yerden yere vuruyordu. Hiç bir insana bu kadar kırıldığımı hatırlamıyorum. Uzun boylu, gösterişli, dünya güzeli bir kız olsam da, kaynanam sürekli eşime,
-Ah yavrum. Ne yapacaksın sen bununla. Oturmasını kalkmasını bilmiyor daha. Uçan sinekten, börtü böcekten korkuyor. Ne tarlaya gider, ne oduna. Kelebekler uçuyor, çekirgeler ötüyor diye çeşmeye bile gitmez bu.
-Anneciğim alışır. Ayten yenge alışmadı mı. Sinem de alışır. Köy nedir görmemiş kızcağız. Anlayışlı ol biraz. Hem bizim işimiz, aşımız İstanbul’da, orada yaşayacağız biz.
- Ah oğlum yaktın başını.
Sabri ile annesi bana bakıp bakıp fısıldaşırken onlarla ilgilenmiyormuş gibi davranıyordum. Bir kaç günün sonunda artık canıma tak etmişti. Kaynanam bir akşam yine,
-Oğlum bu gün çığlık çığlığa karalahanayı camdan fırlatıp attı. Ne imiş efendim üzerinde tırtıl varmış. Ben topladım canım lahanaları yerlerden. Akıl veriyorum istemiyor evladım. Aklı başı yerindeymiş.
- Anne!
-Zor durdum nikahta zor. Kızım yerine koyacaktım, giydiği gelinliği görünce şok oldum. Kolları bacakları açıktı. Kimsesi de yok ki akıl verecek. Örümcek var diye odalara girmiyor. Al eline süpürgeyi de at örümceği camdan aşağıya diyorum atamam diyor. Yok efendim jobisi varmış, atamazmış.
-Anne!
Anne kelimesini eşimle beraber aynı anda söylemiştik. Ben konuşmaya devam ettim,
-Anne. Beni sevmediğinizin farkındayım. Gözümün içine baka baka beni oğluna şikayet etmenizi de anlamış değilim. Benimle ilgili bir sorununuz var ise benimle konuşun. Ben köyde büyümedim. Börtü böceğe karşı fobim var. Jobim değil fobim var.
-Fobisi mi olurmuş evli kadının. Ne o pencerelerden lahana fırlatmak. İneğin pisliğine basarım diye ahıra giremedin. Kim sağacak sütünü. Gelmişim yetmiş yaşına, sen var iken ben mi sağacağım. Gelin olmuşsun ama kadın olamamışsın kadın kadın.
Sevgi sözcükleri ile karşılanacağımı düşündüğüm bu köyde hüsrana uğramıştım. Yıllar önce kaybettiğim anne sıcaklığını arıyordum belki de. Onu bulmanın imkanı var mıydı? Artık bu keder kusan köyde bir dakika bile kalamazdım.
O sinirle hemen tası tarağı toplayan ben kapının önüne indim. Kaynanam ardımdan bağırıyordu,
-Sabri, nereye gidiyor bu gece gece. Deli mi bu? Ayısı var kurdu var, yılanı var.
Yılan kelimesi olduğum yere mıhlamıştı beni. Eşim koşup gelmiş, heykel misali donmuş beni kucağında eve taşımıştı. Kaynanam,
-Bak sen, bide kendini taşıtıyor. Sabri nasıl bir kızla evlendin sen. Bunda edep haya yok.
Anlaşılan kaynanam bu evliliğe kolay razı olmamıştı. Oğlunu kıramamıştı. Şimdi hepsinin acısını çıkaracağa benziyordu. Öylede oldu.
Sonunda evimize dönebildik. Ama kaynanamın dili fena yaralamıştı beni. Bir daha o köye ayak basmam diyordum.
İlk torununun doğumuna geldi, hatta bir kaç hafta kaldı. İneğini tavuklarını komşuya bırakmıştı. Diğer torunu doğduğunda onu daha bir neşeli gördüm. Bir ay kadar yanımda kalıp bana yardım etti. Senede bir kaç kere yanımıza gelir oldu. O geldiğinde Sabri’nin ve çocukların neşesini gören bende mutlu oluyordum. Ama yüreğimden balayında yaşadıklarımı atamıyordum. Aramızda görünmez bir duvar vardı, acı sözlerden oluşan bir duvar.
Eşimden köye gidelim, oraları özledim sözünü sık duyar olmuştum. Her defasında,
- O köyde yılanlar var. Gitmem!
-Alt tarafı bir kaç kör yılan var. Onlarda kertenkele soyundan zaten. Zehirli değiller. Hem bağa bahçeye mi gideceksin Sinem. Evde oturursun zaten. Annem bizi çok istiyor.
-Sen git.
-Annem seni ve torunlarını da istiyor. Ne olur kır şu inadını, köye gitmeyeli nerede ise on beş yıl oldu.
Ne kadar gitmem desem de eşimin’’ Annemin ne kadar ömrü var ki Sinem. Bu isteğini geri çevirmeyelim ne olur. Düşün hele sen’’ Demesiyle köye bir kere daha gitmeye razı oldum. İçimden hep’’ Allah’ım ne olur hiç bir yılanı bana gösterme. Onlardan beni uzak eyle. Ne olursun Rabbim’’ diye dua ediyordum. Yola çıktık. Köye yaklaştığımızda mazide gözümün önünde canlandı. Gözlerim doldu.
Kırmızı boyalı, iki katlı, ahşap evin önünde kaynanamı bizi beklerken bulduk. Belinde peştemali, ayağında kara lastikleri, bir eliyle kalın bir dayağa dayanmış heykel gibi duruyordu. Bizi görünce ‘’ Evlatlarım gelmiş hoş gelmiş’’ diye her birimize sarıldı. Sonra eve davet etti. Bizim için börekler , dolmalar yapmıştı. Bu melek gibi kadın benim kaynanam olamazdı.
Diğer günler aynı içtenliği, sevecenliği, hoşgörüsü devam etti. Kaynanam bahçesinden kopardığı lahanaları, kıvırcıkları iyice gözden geçiriyor öyle eve getiriyordu. Sebzeleri yıkayıp pişmeye hazırlıyordu. Evde ne örümcek ne bir sinek vardı. Pencerelere sineklik taktırmıştı. Bana değer verdiğini hissediyordum. İki günlüğüne geldiğimiz köyde bir hafta daha kalmaya karar verdik. Çocuklar hallerinden memnundu. Sabri işleri dolayısı ile bizi köyde bırakıp geri döndü.
Kaynanam yemekleri genelde ocakta pişirirdi. Odanın bir köşesinde bulunan ocağa çalı çırpı taşımak çocukların görevi olmuştu. Odunluktan taşınan odun ve çalılar ocaklığın yanındaki boş alana istifleniyordu. Bir gün kalın ve uzun kıvrım kıvrım dal parçasını holde görünce çocuklara seslendim,
- Çocuklar dikkatli taşıyın odunları, hole uzun bir dal düşürmüşsünüz.
-Biz bu gün odun taşımadık anne. Babaannem düşürmüştür.
-Bulaşıkları yıkayacağım. Onu yerine koyun çabuk!
Hiç ses çıkmadı. İşimi bırakıp hole yöneldim. Dal yoktu. Çocuklar telefonlarıyla oynuyorlardı. Hemen istediğimi yerine getirmeleri mutlu etti beni. Gerçi kaşla göz arası bunu nasıl yaptıklarına da şaşırmadım değil. Diğer gün farklı yerde aynı renkteki pürüzsüz dalı yine gördüm. Uzun, kıvrım kıvrım, hardal renginde, bilek kalınlığında bir dal. Dalın ucu aynı bir yılan kafası gibi. Ocaklık da yemek yapan kaynanama,
-Anne hole yine dal parçası düşürmüşsünüz. Sağa sola kıvrılmış. Dallar, çalılar böyle kıvrık mı olur.
-Tarlaya uzanan agu dallarını kestim yavrum. Bunlar böyle yamuk yumuk olur.
-Kafası da aynı yılan kafasına benziyor. Allah Allah. Dalda ki şekle bak.
-Yüce Mevlam neler yaratmıyor ki. Çalı çırpı da benzemiş demek yılana. Aman evimizden barkımızdan uzak olsun. Nereden geldi aklına kızım. Aman aman sus!
Gülüştük. Kaynanam:
-Bana tuzu getirir misin kızım?
Mutfağa yöneldim, elimde tuzluk geri döndüğümde dal yerinde yoktu. Kaynanam yerinden kalkıp almış olabilir miydi? Olabilir diye üstünde durmadım.
Günlerimiz güzel geçiyordu. Kaynanam ile aramızdaki buzlar erimeye başlamıştı. O gün temizlik yapmaya karar vermiştim. Elektrik süpürgesini açıp oda oda süpürmeye başladım. Ocaklığın yanındaki çalı ve odunların yerini değiştirip altlarının tozunu alacaktım ki bir şeyin odunlara sarılı parladığını gördüm. Parlak pul pul bir şey. Bir çul gibi odunlara sarılmıştı. Kahverengi, siyah odunların arasında ışıldayan bir bez parçası. Ocaklıktaki maşayla ona dokununca bunun bir deri olduğunu fark ettim.
-Anne!
-Ne oldu kızım
-Burada anlamadığım bir şey var. Bunu odunlara sen mi sardın. Ne ipe benziyor ne çula. Çuval gibi mi desem.
Kaynanam odaya girer girmez beti benzi attı. Ben maşayla benim için bilinmez olan şeyi odunlardan ayırmakla meşguldüm. Bir yandan da söyleniyordum.
-Bu çocuklar nasıl bir oyun oynamışlar böyle? Nasıl taşımışlar bu odunları bu bezi bağlayarak?
-Kızım o ne biliyor musun?
-Ne anne?
-Yılan derisi. Yılan derisini çıkarmış.
-Ne, ne, nerede çıkarmış?
-Burada
Elimde yılan derisi yine donup kalmıştım. Kaynanam elimdekini alıp beni mindere oturtturdu. Kendisi camdan kısık sesle yan komşuya,
-Mehmetttt tüfeği kap gel.
Ben ise çığlığı basmak üzereydim. Ağzım açıktı ama sesim çıkmıyordu nedense. Kaynanam hızla odaya girip,
-Sakın bağırma gelinim, millet toplanmasın buraya. Hayvan ürker, önce onu bulalım, sus! Sonra bağırırsın.
Kendimi kaybetmişim, gözlerimi açtığımda bütün köylü bizim evdeydi. Sesim karşı köyden duyulmuş olmalı. Çatılardan aşağıya harıl harıl yılan aranıyordu. O seste şamata da yılan nereye kaçmışsa bir türlü bulunmuyordu.
-O eğri büğrü sopa yılandı. Kafası aynı yılan kafasıydı. Nasıl anlamadım nasıl!
Benim söylediğim tek cümle buydu. ‘’O yılandı. O yılandı’’ Bir kaç gün yılan aramaya gelen köylüler yılanı bulamayınca evden çıkıp gittiğini düşünmeye başladılar. Eşime telefon edip ne olur gel dediğimde,
- Bu ayda yılanlar deri değiştirir, eve girmiş demek. Çıkıp gitmiştir, büyütmeyin. Sende her şeyden ürperiyorsun canım. Evde olmayan yılandan kokuyorsunuz. Biletlerinizi alıyorum, akşama binersiniz.
-Sabri bu köyde bu güne kadar kimsenin evine girmemiş. Araştırdım.
-O kadar araştıracak ne var. Köy orası. Çardağa ayı çıksa şaşmam ben!
-Sabri annen gelmem diyor, bostanı varmış, ineği, tavukları varmış. Ben gelemem diyor.
-Annem korkmaz yılandan. O Anadolu kadını, siz gelin.
-Yılanı bulmadan gelmem, annemi yılanla nasıl baş başa bırakayım.
Sinirle telefonu kapatmıştım. Son sözlerimi kaynanam da duymuştu. Gülümsedi. Tatilimizi bir hafta daha uzattık. Önce yatacağımız odayı lime lime ettik. Oradan tam emin olunca diğer odalara geçtik. Börtü böcekten korken ben kaynanamla gece gündüz yılan arıyordum. Köye gelirken ne olur Allah’ım bana yılanları göstertme diye dua eden ben şimdi ne olur Allah’ım şu yılanı bir bulalım diye dua ediyordum. Yılanla beraber günlerce yaşamış olan bizlere yılanın zarar vermemesi de bir mucizeydi. Tahta evden bir delik bulup çıkmıştır çıkmasına da öyle bir delik gözümüze çarpmıyordu. Pencerelerde sineklik vardı, oralardan da çıkması imkansızdı. Akşamları köylü kadınları bizim evde toplanır oldu. Bizi yalnız bırakmak istemiyorlarmış. Yılana karşı birlik olmuştuk. Önce yılanı arıyor, sonra çay faslına başlıyorduk. Bir akşam örgü ipleri ile gelen Hatice,
-Sinem abla. Bana örgü örmeyi öğretir misin?
-Tabi ki. Ne öreceksin?
-Bebek yeleği
Beraber örgüye başladık. Yan komşu elinde bir tepsi kekle geldi, kapının arkasındaki sergene koydu. Fatma teyze çantasından çıkardığı mısırı kaynanama uzatıp,
-Sen benden geçsin Ayşe, patlat da çay ile getiriver sofraya. Gençler örgü örüyor de örsünler giysin bebeler.
Aralarında öyle candan öyle sıcak bir ilişki vardı ki, bunu son hafta anca görebilmiştim. Hatice’ye sordum,
-Okuma yazma biliyor musun Hatice.
-Biliyorum. Okuduk işte beşe kadar. Sonrasında okutmadı annem babam.
-Okumak ister miydin peki?
-Hem de nasıl! Kıydılar bize.
Onun boyun bükerek bu cümleleri kurması üzmüştü beni. Fatma Teyze, Hatice’ye ters ters bakıp,
-Duygu sömürüsü yapma Hatice. Anan baban kadar sende suçlusun. Devlet her imkanı sunuyor şimdi. Anam babam okutmadı beni demesi kolay dimi. Utanmıyorsun da. Harman mı sürüyorsun, kök mü söküyorsun. İşin gücün yok. Oku!
Nerede ise eline terliği alıp Hatice’yi dövecekti. Hiç bir şey anlamamıştım.
- Nasıl okuyayım, yaş gelmiş otuza
-Anana babana mane bulma, sen okumak istemiyorsun. İsteseydin dağları aşardın ilim için. Okuyanlar okuyor.
Belki de haklıydı Fatma Teyze. Bahaneler üreteceğimize çareler üretmiyor, bahanelerin arkasına sığınıyorduk.
Her akşam düzenli bize gelen köy kadınları kendi evleri gibi mutfağa gidip çay koyuyorlar, servis yapıyorlardı. Hoş sohbetler yapılıyordu. Bazen de tatlı kavgalar. İşin ilginç tarafı kimse kimseye kırılmıyordu. Fatma teyzenin her şeye çözüm üretmesi bazen de güldürüyordu bizi.
Artık yılanın evde olmadığından emin olmuştum. İstanbul’a dönme vaktiydi. Eşimde sık sık telefon ediyor, gelin diyordu.
Hazırlanıp kapının önüne indik. Kaynanam merdivenleri yavaş yavaş inip kuşağından bir şey çıkardı. Yanıma gelip,
-Bu annemindi. Tek kızı bendim, bana düğünümde taktı. Kızım olursa bende ona takacağım derdim. Kızım oldun. Uzat elini.
Kaşla göz arası koluma kalınca güzel bir bilezik takıverdi. Sözüne devam etti,
-Ben bunu nikahta takacaktım da, unutuvermişim inek derdine…
Gelinliğine bozuldum diyememişti. İnek derdine demesi de güldürdü ikimizi. Bir görünüp bir kaybolan, bizimle yaşayan koca yılanı bulup öldürememiştik ama gönüllerimizdeki görünmez yılanları öldürmeyi başarmıştık. Yerine sevgi yeşeriyordu. Yeşeren bu sevgide ne güller, ne laleler açacaktı kim bilir...
Emine Yılmaz Dereci
YORUMLAR
Anadolu köylüklerinin her şeyi aynıdır, değişmez.
Tepelerinde rüzgârı eksik olmayan çıplak dağları, taşlı kağnı yolları, yaylaları, kuru dere yatakları, değirmen yamaçları, inişli çıkışlı tepeleri, renk cümbüşüne batmış çiçekleri, börtü böcekleri, dağda yetişen pancarları, kengerleri, gevenleri birbirine benzer.
Yamaçlara yayılan koyunları, sığırları, köy sokaklarında başıboş dolaşan köpekleri, çöplüklerde eşelenen tavukları da birbirine benzer.
Düğünlerde çekilen halayları, matem günlerinde yakılan ağıtları, türkülerde geçen sevdaları hep aynıdır. Çeşme başı sohbetleri, béri dedikleri koyun sağım yeri, harman sonu yorgunlukları da aynıdır. Dam üstünde savrulan küfürler, bayram seyranlarda yaptıkları neşeli şakalar, düğünlerde giydikleri libaslar değişmez, aynıdır. Her şey öz kültürleridir. Hayat onlar için hiç değişmedi, hep aynıdır. Töredir adı...
Köyün sürülerinin uğramadığı kayalıklar vardır. Yaz boyunca iri taşların arasında kurt yavruları, çakal, tilki yavruları gözlerini açtıkları dünyalarını tanımaya çalışırlar. Sırtları yeşilkertenkeleler kayaların üzerinden kayarlar. Dünyanın bütün yılanları bu kayalıklarda toplanmış sanırsın. Siyah yılanlar, sırtı ala yılanlar, kısa küt yılanlar, dili çatal yılanlar. Adım başı zehirli bir yılan karşına çıkar. Islık çalan sırtı benekli yılanlar korkutucudur.
Güzel bir hikaye okudum, aradaki kültür farkı olsa da sonuç tatlıya bağlanmış. Köy kadınlarının her biri kendi dünyaları içinde yaşayan elleri öpülesi birer efsanedirler.
Saygılarımla Efendim.