KAHVERENGİ AT VE ADAM
Buraların soğuğu çok fenadır. Her yanım bembeyaz bulut kümesi. İçinde hapsoldum sanki. Ne vardı ki İsmet’i beklemeyecek? Şimdi tek başına uğraş dur. Kar olmasa yine neyse de. Kar işimi zorlaştırıyor. Az ötede, karların arasında, kurtulmak için debelenen bir kahverengi at görüyorum. Kişnemesi tüm sessizliği uyandırıyor. Bata çıka kıpkırmızı burnumu çeke çeke uyuşmuş ellerimle ulaşıyorum ata. Gövdesinde geziniyor parmaklarım. At da ben de uyumamak için zor tutuyoruz gözlerimizi. Aniden gelen o silah sesiyle irkiliyorum. Dönüp nereden geldiğini anlayana kadar at yığılıveriyor yanıbaşıma, sessiz sedasız göz pınarlarında biriken bir damla yaşla.
Ayağa kalkıp sağı solu kolaçan ediyorum. Ama kimsecikler yok! Yolumu iyice kaybettim artık. Ağlamaya başlıyorum. İyi ki yalnızım. Yoksa gülerlerdi bana bebek gibi ağladığım için. Epey zaman sonra karşıma bir mağara çıkıyor. Umut kıvılcımları dans ediyor karnımda o an. Kısa sürede mağaranın içine ulaşıyorum. İnanamıyorum gördüklerime. İçerisi sımsıcak, yanan ateşten dolayı ve bir tepsi içinde nar gibi kızarmış tavuk ve etrafında pilav öylece durmuş midemdeki yerine kavuşmayı bekliyor. Tam elimi tavuğa uzatacakken birden vazgeçiyorum. Ya sahibi varsa? Ya atı vuran adamınsa bu yemek? Karnım da öyle aç ki! Burnuma gelen o mis gibi kokulara daha fazla karşı koyamıyorum. Aceleyle kocaman bir parça koparıyorum tavuktan. Çiğnemeden yuttuğum için tadını bile alamıyorum tavuğun. Sarhoşluğumdan ayıldığım an yanı başımda bir ayak sesi duyuyorum. Kaçmaya yeltenmek için artık çok geç.
“Kimsin sen?” diyor ayak sesinin sahibi.
Tir tir titreyerek merakıma yenik düşüp adamın yüzünü görmek için dönüyorum.
“Kimsin sen diyorum çocuk? Ne işin var mağaramda? Yemeğimi de yemişsin velet!”
“Ben, şey özür dilerim amca.”
Atı vurduğu gibi beni de vurur mu acaba hiç acımadan? Gözlerine bakamıyorum. Bir tuhaf rengi var. Buralı değil herhalde.
“Söylesene çocuk? Yemeğimi ne hakla yersin?”
“Ben çok açtım. Tutamadım şu pisboğazımı!” deyip ağlamaya başlıyorum. Adam üzerinde en ufak bir etki bırakmıyor gözyaşlarım. Nafile çabamdan vazgeçip sessizliğime sokuluyorum.
Hiç konuşmadan mağaranın arka tarafına gidiyor. Kısa süre sonra elinde iki tane tepsi ve üzerinde kızarmış tavukla geri dönüyor. Hayret ediyorum. Nereden bulup da getirmişti ki tavukları? Derken şaşkınlıktan dilimi yutmama sebep olacak şeyi yapıyor. Göz kapaklarını parmaklarıyla hoyratça kaldırıp göz pınarlarından dökülen pul biberi, tavukların üzerine serpiştiriyor. Ve bunu yaparken tavukların etrafında başını hızlı hızlı dans ettiriyor.
Ben, ağzım açık olanlara hayret ederken o:
“Durma orada! Soğutmadan yemek lazım.” diyor.
Birden fark ediyorum ki hiç yemek yememiş kadar açım. Karnımın gurultusu karların büyüklüğünden ürkütücü. İkiletmeden oturup acımasızca parçaladığım tavuğu mideme gönderiyorum. Biz yedikçe tavuklar bitmiyor aksine yenisi doğuyor. Demek ki sonsuza kadar karnımı doyurabileceğim bu mağarada! Hevesim kursağımda kalıyor maalesef birazdan midem bulanmaya başlıyor. Bir lokma daha atamıyor parmaklarım ağzıma.
“Ben doydum.” derken sızıp kalıyorum bir köşede.
Yumuşacık ve bembeyaz bir yatakta açıyorum gözlerimi. Sabah olmuş ve kar durmuş. Hemen mağarayı ve adamı getiriyorum aklıma. Kuş tüyü yatağımdan kalkmak hiç gelmese de içimden, dün gece olanların hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamam gerekiyor. Ayaklarımın çıplak olduğunu görüyorum. Önemsemeden karların arasındaki karyoladan bata çıka karşımda duran mağaraya ulaşıyorum. İçeriye girdiğim an ne yanan ateş selamlıyor beni ne de bitmeyen yemekler. Atı öldürdüğünü düşündüğüm adam da ortalarda görünmüyor. Çaresizce ayaklarımın çıplaklığında, mağaranın girişinde bir virgül gibi eğilirken yalnızlığıma, bir ses duyuyorum.
“Çocuk, burada tek başına ne arıyorsun? Kaybolduysan kasabaya kadar bırakayım.”
Başımı kaldırdığım an, dün yanıbaşımda gözpınarlarında can veren atı ve o adamı görüyorum üzerinde. Hiçbir şey söylemeden yanaşıyorum adama ve ata. Elini uzatıyor. Tutuyor ve biniyorum. Yol boyu susuyoruz üçümüz de. Kasabanın girişine yaklaştığımızda adam bana dönüp:
“Benim yolum bu tarafa doğru. Haydi, in sen çocuk.” diyor.
İniyorum, ikiletmeden adamın sözlerini, ne olur ne olmaz! Dün öldürmüştü atını. Ben biliyorum ya önemli olan da bu! Herkesi kandırabilir ama beni asla! Ben düşünceme hapsolmuşken adam ve at bir anda kayboluveriyor gözlerimden. Nereye giderler ki bu kadar çabuk? Birden kasabaya ulaşmış olduğum aklıma geliyor nihayet. Sevinçle koşan ayaklarım, İsmet’in evinin kapısında soluklanıyor.
“İsmettttt!!!! İssssmmmeeetttt!”
“Ne var? ”
“Hiç mi merak etmedin beni?” diyorum küskünlüğümün sardığı sesimle.
“Niye merak edecektim ki? Anangiller bile etmemiş!”
Demek anamgiller hiç merak etmemiş beni. Demek o adam beni öldürse hiç üzülmeyeceklerdi. Babam bizi bırakıp gitmeseydi böyle mi olurdu hiç! O beni ne yapar eder bulurdu gece. Ortalığı ayağa kaldırırdı benim aslan babam. Ama yok işte yok! Niye gitti ki beni tek başıma, çaresiz bırakıp?
“Ne oldu neredeyse ağlayacaksın bebek!”
“Hiç de bile! Neler yaşadığımı bir bilsen, küçük dilini yutarsın! Sana anlatacaklarım var. Hemen gel!”
“Az bekle!” diyor İsmet.
Karları yapraklarından dökülen bir ağacın sırtına yaslanıyorum. Yıl gibi geliyor beklemek. Bir an önce yaşadıklarımı anlatmak istiyorum İsmet’e. O sırada bir atın tanıdık şarkısı çalınıyor kulağıma. Kaldırıp başımı bakıyorum. Kahverengi at ve üzerinde o adam sessizce yanımdan geçip gidiyorlar.
Nefesimi tutuyorum onlar geçip gidene dek. Ve bırakıyorum soluğumu özgürlüğe:
“İsmettttt!”
BENGÜL ALKAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.