- 1156 Okunma
- 6 Yorum
- 3 Beğeni
ORMANDA CİNAYET
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Bu şehrin sokaklarında belâ eksik olmazdı. Ortalık mayın tarlasına dönmüştü. Geceleri dolaşmak her babayiğidin harcı değildi. Her an kör kurşunlara hedef olabilir ya da boğazlanıp izbe bir köşede leşin bırakılırdı. Ha bir köpek leşi ha bir orospunun leşi, hiç fark etmezdi. Acıma, merhamet duygusu diye bir şey kalmamış, insanların gözlerini kin, nefret bürümüştü. Âdeta seksen darbe öncesi günleri andırıyordu kaos ortamı. Arada bir fark vardı. O yıllarda siyasi fikir ayrılıklarıyla insanlar sokaklarda kurşunlanır, kahveler taranır, kalabalıklara bombalar atılırdı, şimdi ise kadın cinayetleriyle ortalık çalkalanıyordu.
“Ya benimsin ya da kara toprağın,” erkeklerin vazgeçemedikleri, saçma sapan sahiplenme hastalığı, kadınların hayatlarını zindana çeviriyordu. Bir nevi, kadın kimliği ile dolaşmak suç olmuştu bu güzelim ülkede. Kadınlara, kahkaha atmak, hatta gülmek, yolda tek başlarına yürümek, parkta oturmak, geç saatlerde dışarıda dolaşmak adeta haramdı. Eğer boğazı kesildiyse, kurşunlandıysa, yüzüne kezzap atıldıysa kesinlikle bir sebebi olmalıydı. Toplumun önyargısı, “ Kuyruk sallamasaydı…” olurdu. Boşandığı eşini başka biriyle evleniyor diye çocuklarının gözleri önünde kurşun yağmuruna tutanların, bıçakla delik deşik edenlerin haklı görüldüğü bir anlayış hâkimdi. Velhasıl sönen ocakların sayıları gün geçtikçe artıyordu.
Devlet, çibanlaşan yaraya bir türlü neşter vuramıyordu. Takım elbiseli, kravatlı katiller daha ilk duruşmada ceza indirimi alıyor, serbest bırakılıyor, ellerini kollarını sallayarak dışarıda dolaşıyorlar, tam gaz, kaldıkları yerden devam ediyorlardı cinayetlerine.
Tüm bu curcuna yetmezmiş gibi, son günlerde faili meçhul cinayetler de şehrin üzerine kâbus gibi çökmüştü. Ormanlık alanda boğazı kesilerek öldürülmüş üç kadının tek ortak noktaları vardı. Üçü de hayat kadınıydı.
Polisin çabaları beyhudeydi. Hâlâ bir sonuç alınamamıştı. Birkaç şüpheli gözaltına alınmıştı fakat onlardan da bir sonuç çıkmamıştı. Gerçek katil adeta sırra kadem basmıştı. Kendisi yoktu ama hayaleti ortalıkta dolaşıyor, korku salıyordu. Herkes tedirgindi. İnsanlar birbirlerine kuşkuyla bakıyorlardı. Özellikle kadınlar... Her an enselerinde katilin nefesiyle yaşıyorlardı. Azrail tebdili kıyafet dolaşıyordu.
Korku kadınların yüreğine kâbus gibi çökmüşken, normal hayat devam ediyordu. Devam etmek zorundaydı...
***
Kadın, önünden hızlıca geçen arabalara anlamsızca bakıyordu. Kimi korna çalıyor, kimi farlarıyla sinyal veriyor, kimileri de el kol hareketleri yapıyorlardı. Ulu orta küfürler savuranlar da vardı.
“Fahişe! “
“Ampüllerini patlatırım.”
“Bu can sana feda olsun.”
“Altından girer, üstünden çıkarım.”
“Sürtük.”
Kadın, duyduğu kötü sözleri umursamıyor, tepki vermiyordu. Bu hayatın raconu böyleydi . Bu yaşına kadar neler görmüştü neler. Duymazdan ve görmezden gelmezse, başının belaya gireceğini biliyordu. İtle köpekle dalaşmanın gereği yoktu. Tutunacak bir dalı bile yoktu, yapayalnız ve sahipsizdi. Bu yüzden tetikte yaşamayı öğrenmişti. Güçlü görünse de o aslında gölgesinden bile işkilleniyordu. Ağacın yaprağı yere düşerken hışırtı çıkarsa, kuş kanadını kımıldatsa, ürkek bir serçe gibi titriyor, yüreği pıt pıt ediyordu. Başı derde girse kim sahip çıkacaktı. Bir Allah’ı vardı. O da bu zamana kadar el atmamış, yardımcı olmamış, köpekler gibi itilip kakılmıştı.
Arabaların hangisinin duracağı önemli değildi. Nasıl olsa densizin biriyle gidecekti. Otostopçu değildi, otostopçu olsa başparmağı havada asılı beklerdi. O bir fahişeydi. Mayın tarlası haline gelmiş sokakların aranan gözdesiydi. Tehlikeyle iç içe yaşayan bir yosma.
“Aptal ıslatan,” dedikleri yağmur çiseliyordu, derinden derine. Biraz önce durduğu yerde minik bir göl oluşmuştu. Trafikte seyir halindeki arabalar su sıçratınca ıslanmaktan kıl payı kurtulmuş, yağmur hızını artırınca üstgeçidin altına sinmişti. Üstgeçitten gelip geçen gençler ıslık çalıyorlar, el kol hareketleriyle çirkin işaretler yapıp gülüşüyorlardı. Kim ne yaparsa yapsındı. Umurunda değildi.
Bu zamana kadar sayısız erkekle beraber olmuştu. Çektiği acı ve ıstırabı bir Allah bir de kendi bilirdi. Uzun süre karşı koymaya çalıştı kaderine. İçine düştüğü bataklıktan kurtulmak istedi. Her debelenmesinde biraz daha derine batmasına rağmen yine de ölüme direndi, hayatta kalmak için umutlarını yitirmedi.
Bir kez kader yüzüne gülmüş, bir adama yıldırım âşkıyla vurulmuş onunla unutamayacağı günler geçirmişti. Adam da ona sırılsıklam âşıktı. Kısa süre içinde ona bağlanmış ve güvenmişti. Bir insana böyle kolaylıkla bağlanmak, güvenmek enayilikse, enayiliğin en daniskasını yapmaktan gocunmuyordu. Bu yaşına dek nasıl olduğunu bilemediği âşkın ne kadar yüce bir duygu olduğunu bu adam sayesinde anlamıştı. Âşk, ayaklarını yerden kesmişti. Acılarını unutup ressam sevgilisiyle sade bir yaşam sürmek niyetindeydi.
Güzel günler uzun sürmedi. Ne yazık ki ressam sevgilisinin maddi durumu da onunkinden farklı değildi. Evlerinin kirasını bile ödeyemez hale gelmişlerdi. Daha ucuz bir eve taşınmak da bir işe yaramamıştı. Ressam sevgilisi için o, resimlerinden sonra geliyordu. Gözü gibi baktığı resimlerine kıymaktansa ölmeye razıydı. Hazır para bitince, giriştikleri hayat gailesi iki sevgilinin arasına kara kedi gibi girmişti.
Çalışması gerekti. Hayat kadınlığına tekrar başlayacaktı. Bunu sevgilisinden gizli yapacaktı, başka çaresi yoktu. Sevgilisinin resimlerinden kazandığı para iki aylık kirayı ancak karşılardı.
Sonunda kesin kararını verdi. Üç beş gün gizlice hayat kadınlığı yaptı. Cebi para görüyordu ama vicdanı ise yerle yeksandı. Ressam sevgilisini kandırıyordu. Adamın bunu anlaması da gecikmemişti zaten. Bir gün, o çok sevdiği, delice bağlandığı, gözü kapalı güvendiği sevgilisi sessizce terk etmişti onu. Geride, şehvet dolu günlerde tuvale resmettiği çıplak resimlerini bırakmıştı yalnızca. Bir de ağzı sıkı sıkı kapatılmış bir zarf... İçinde iki satır elveda...
Hayat onun için kaldığı yerden, sokaklardan devam edecekti artık. Bir otele yerleşti. Yanına sadece sevgilisinden ona kalan resimleri aldı. Kendi gibi fahişelik yapan bir kadınla paylaşıyordu odasını. Hem dert ortağı olacaklardı onunla, hem can yoldaşı. Fakat dayanışmaları uzun sürmemişti. Bir sabah, can yoldaşı, oda arkadaşının cesedi Belgrad Ormanı’nda boğazı kesilmiş olarak bulunmuştu.
O günden sonra gölgesinden bile korkar hale geldi. İlk yaptığı iş, otelini değiştirmek oldu. Bu seferki oteli beş yıldızlıydı. Paranın gücüyle birkaç gün hanımefendi olarak yaşayacaktı. Parası bitip sular durulduğunda yine çulsuzların yoğun olduğu otellere kapağı atacaktı.
Aynı odayı paylaştığı boğazı kesilen kadınla az ya da çok anılarını belleğinden silip atmak istiyordu. Yoksa beynini içten içe kemiren kurdun vücuduna yayılmasını önleyemeyecekti. Düşüncelerin saplantı haline gelmesine gönlü razı olamazdı. Otelden ayrılırken geride iz bırakmamayı yeğlerdi. Bu yüzden ressam sevgilisinden hatıra resimlere son kez doya doya baktıktan sonra paramparça edip çöp kutusuna atıp çıktı otelden.
Odayı terk ettikten sonra kat hizmetlisi kadın, merak edip bunlar da neyin nesi diye bakmadan çöp poşetine koyup odayı temizleyip poşet torbasıyla oradan ayrılmıştı.
Bu konularda oldukça deneyimli sayılırdı. Ne olur ne olmaz, çok geçmeden bütün oteller polisler tarafından didik didik edilir bütün fahişeler ahret sorgusuna çekilirlerdi. İşin gücün yoksa aynasızlara ifade vermekle mi geçecekti zamanı. Bu hayatta bir kural vardı. Her ne kadar üzülsen de ölenin ardından günlerce yas tutmayacak, kendi yoluna gidecektin. Herkesin hayatı kendineydi. Cinayet olayından sonra kimseyle konuşmamayı yeğledi. Arkadaşını yalnız başına işe yollarken baş ağrısını bahane ettiği için kendini suçlu hissediyordu. Belki birlikte olduğunda katil cesaret edemeyebilirdi. Neyse ya! Su testisi su yolunda kırılacaktı, kırılmıştı işte. Kendisinin de bir gün aynı akıbete uğrayacağını biliyordu.
Olayın şokunu atlatmak için birkaç gün yeni otelin lobisinde zaman öldürdü. Yüzme havuzuna girip yüzmeye çalıştı. Hatta yüzme konusunda kendisine yardımcı olmak isteyen birisiyle mercimeğe fırına vermekte gecikmedi. İşte böyleydi hayat. Düşmek, tökezlenmek yok, yola devam. İlk gün lobideki gazetelerin cinayet haberini çoktan unutmuştu. Müşterisi ihracatcı olarak tanıtmıştı kendisini. Çok da umurundaydı sanki. Önemli olan paraydı. İhracatçı müşterisiyle üç gün beraber oldular. Adam otelden ayrılırken emeğinin karşılığı diye biraz para bırakmıştı yatağının başucuna. Kaç gün saklandı bilmiyordu. Ona buna yalan söylemekten bıkmıştı artık. Beş yıldızlı lüks otel cehennem gibi gelmeye başlamıştı. O sokakların kadınıydı. Sokaklar tehlikeleriyle birlikte onu bekliyordu. Ne kadar çok adrenalin yaşarsa o kadar mutlu oluyordu.
***
Başkomiser Hamza’nın canı çok sıkkındı. Sayısız olaylarla karşılaşmıştı bu zamana dek. Polisliğe severek girmişti. Macera olmazsa olmazıydı. Tehlike göbek adıydı âdeta. Gözünü budaktan esirgemez, olaylara bodoslama dalardı. Yıllar geçip gitmiş, gençlik yıllarındaki o heyecan kalmamıştı. Şimdi Yeşilçam filmlerinde ki gibi olayların sonunda sahneye çıkmayı tercih ediyordu.
Şimdiye kadar sayısız suçlu girmişti Emniyet’e. Hırsızı, gaspçısı, esrarcısı, magandası, mafyası, oğlancısı, lezbiyeni ve daha ne ararsan vardı. Karısını mı doğrayan, anasını mı boğazlayan, babasını mı kesen, neler neler... Yeteri kadar suçlu görmüştü. Emeklilik onun için tek çare olacaktı.
Emeklilik yaşı gelmişti. Yıllar boyunca Emniyet’te hayat ne derece maceralı geçtiyse, evinde o derece sönük geçmişti. Karısı mizacı itibarı ile soğuk bir kadındı. Gençliği boyunca eşine sadık kalmak için çabalamıştı ancak bir yıl önce Moldovalı bir hayat kadını ile bir ilişkisi olmuştu. Bu yaşında mutluluğu onda tatmıştı. Eşine yurt dışına bir hafta göreve gidiyorum, diye yalan söyleyip kadınla Moldova’da bir hafta tatil yapmışlardı. Daldığı düşüncelerden polis memuru Seyit’in sesiyle sıyrıldı.
“Başkomiserim, imzalar mısınız? ”
“Hayırdır? ”
“Dalmışsınız yine. Öğleden sonra toplantı var ya, katılacağımıza dair belge... Üniversiteden psikolog terapi dersi vermeye gelecek ya, hani.”
“Ah, sahi, yeni uygulama, değil mi? ”
“Evet, öyle Başkomiserim. “
“Hay Allah, o bugün müydü?” diyerek sıkıntıyla ofladı Başkomiser Hamza. Kendi dertleri yetmezmiş gibi bir de elin psikoloğunu dinleyeceklerdi. Son zamanlarda, Emniyet’in her birimine, polislerin bozulan psikolojilerinden dolayı ücretsiz terapi dersleri veriliyordu. Bugün de sıra Cinayet Büro’daydı.
Aslında belki de bir yararı olurdu. Polislerin son zamanlardaki durumları hiç de iç açıcı değildi. İntihar olayları artmıştı. Daha geçenlerde eşini, çocuğunu sonra da kendisini vuran polis, bardağı taşıran son damla olmuştu. Bozuk psikolojileri özel hayatlarına da yansıyordu. Eşinden boşananlar, boşanmayıp da kavga edenlerin de haddi hesabı yoktu.
Öğlenden sonra toplantı salonunda, ön sıralardaki koltuklardan birine gömüldü. Terapi dersi verilmeye başlanmıştı. Hoca, gençten biriydi. Bu zamanki tecrübelerine dayanarak vücut dilinden hocanın karakterini ölçüp biçti. Biraz toyca buldu. Gerçi filozof gibi atıp tutuyor, kelimelerde boğulmuyordu ama yüz mimikleri de öyle söylemiyordu. “Önce yaşayacaksın, sonra bunları anlatacaksın,” diye aklından geçirdi.
“Konuşmak isteyen söz alabilir,” dedi psikolog konuşmasının sonunda.
Salonda çıt yoktu. O hırsızlara, yankesicilere, homoseksüellere, gaspcılara, orospulara kan kusturan polislerden çıt yoktu. Salona nerden girdiği belli olmayan bir sineğinin vızıltısından başka ses duyulmuyordu. Demek herkesin vaziyeti mükemmeldi.
Başkomiser şöyle bir geriye dönüp meslektaşlarını süzdü. Hepsinin yüzünde söylenmesi gereken dünya kadar sorun gizliydi. Psikolog da salondaki mahçubiyeti sezmiş olacak, ilkokul çocuğuna ödev verir gibi hepsine ev ödevi verdi. Herkes içinde bulunduğu sıkıntılı durumu yazarak anlatacaktı. “Özellikle de cinsellikle alakalı sorunları olanlar rahatça dertlerini kaleme alabilirler. Merak etmeyin benden başka hiç kimse okumayacak,” demişti.
***
Başkomiser Hamza biliyordu ki, arkadaşlarının çoğu kaytaracaklar, içlerini kurt gibi kemiren cinsel sorunlarını bir türlü açıklamayacaklardı. Zaten saklana saklana, utanıla sıkılana başlarına gelmedik kalmamıştı.
Yan masada oturan polis memuru Seyit’e takıldı gözü. Seyit kâğıdı kalemi eline almış, dersine başlamıştı bile.
“Ne o Seyit? Bakıyorum havaya girmişsin.”
“Valla amirim böyle ders çalışmadım okul yıllarımda. Ne anlatacağımı şaşırdım doğrusu.”
“Ne var onda oğlum? Benim öyle bir derdim yok, her şey tıkırında gidiyor, dersin olur biter.”
“Ne tıkırı Başkomiserim, karımdan ayrılalı iki yıl oldu nerdeyse. Çocukların hasretinden deli olacağım. Boşanma davası da açmadık henüz. Nasıl arayı yapıp da birleşeceğiz bilemiyorum.”
“Sen de haklısın be Seyit.”
Cinayet Büro’ ya çıkarken merdivenlerde bir polis memuru ve bir adamla çarpıştı Başkomiser Hamza. “Oğlum yavaş ol. Tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun? Tövbe tövbeee...” diyerek azarladı polis memurunu.
“Amirim, kusura bakmayın. Bu şerefsizi ihbar üzerine şey ederken yakaladık. Amirime götürüyorum.”
“Ne ederken?”
“Hayvana tecavüz.”
“Yuh ulan, hiç mi iki ayaklı kalmadı da dört ayaklıların peşine düştün ulan şerefsiz? Götür oğlum, götür amirin bir güzel anlatsın şuna hanyayı Konya’yı.”
Başkomiser Hamza emekliliğini dört gözle bekliyordu. O gün geldiğinde arkasına bakmadan köyüne gidecek babasının tarlalarında çiftçilik yapacaktı. Canı cehennemeydi bütün suçluların, torbacıların, esrarkeşlerin, orospuların. İçi dışı kararmıştı. Böyle giderse fıttıracaktı. Ne bu ya hayvana tecavüz, çocuklara tecavüz. Nereye gidiyordu bu toplum. Böyle giderse bir tane doğru düzgün insan kalmayacaktı. Hacısından hocasına, çöpçüsünden bürokratına kadar neredeyse herkes çıldırmıştı.
Daha odasına yeni girmişti ki telsizin öteki tarafından cızırtılı bir ses, bir cinayet anonsu geçti.
“ Saat 14.30 sularında, Belgrad Ormanında boğazı kesilerek öldürülmüş hayat kadını bulunmuştur. Bütün birimlerin dikkatine...”
Başkomiser Hamza Bey, anonsu duyar duymaz gözleri fincan gibi açıldı, yumruklarını sıkıp duvara olanca kuvvetiyle vurdu. Duvar sarsıldı adeta.
“Bu kaçıncı oldu ya. Ne istiyor bu adam bu kadınlardan? Karın olur öldürürsün, fahişen olur yine öldürürsün. Bu gidişin sonu uçurum. Bir de kalkmışlar bizim psikolojimizi düzeltmeye, siz önce toplumun sosyal yapısını düzelteceksiniz.”
Polis memuru Seyit’e seslendi Başkomiser.
“Seyit, derhal Komiser Nebi’yi ara. Cinayet var.”
“Emredersiniz Başkomserim.”
Komiser Nebi, içine doğmuş gibi Başkomiserin kapısının önünde bitiverdi. Yanında da yardımcısı Semra vardı. Polis memuru İlhan da gelince ekip tamamlanmıştı.
“Hah, geldiniz mi Nebi? Al oğlum ekibini, doğru Belgrad Ormanına... Bir kadın ceseti bulunmuş. Yine aynı yöntemle öldürülmüş. Boğazı kesilerek... Kesin yine hayat kadınıdır. Savcıya haber verdi Seyit, hadi, siz de oyalanmayın. Bu sefer de bulamazsan katili kapının önüne koyarım seni bunu da bilmiş ol. Gider başka birimde çalışırsın.”
Geldikleri gibi geri dönen Nebi Komiser ve ekibi soluğu Belgrat Ormanlarında aldılar.
On dakika geçmişti ki içeri polis memuru Ali girdi.
“Başkomiserim terapi dersinin ikinci yarısı başlayacak birazdan. Hatırlatayım dedim.”
“Yemişim terapisini merapisini. Ülke kadın cinayetleriyle sallanırken terapinin ne faydası olacak. Gelmiyorum ben. Siz gidin, her şeyi not et sonra bana getir.”
“Peki Başkomiserim!”
***
Komiser Yardımcısı Semra ve polis memuru İlhan yol boyunca durum değerlendirmesi yaptılar. Son günlerde bütün dikkatleri cinayetler üzerine odaklanmıştı. Bu üçüncüsüydü ve hâlâ bir ipucu yakalayamamışlardı.
“Komiserim birinci maktulü Riva taraflarında bulmuştuk, ikincisini ise Anadolu Feneri’nin civarındaki bir ormanlık alanda bulduk. Şimdi de Belgrad Ormanı...”
“Bu sefer o katili bulacağız arkadaşlar. Bu sefer kaçamayacak.”
Semra, Komiserinin bu kesin sözlerini hayranlıkla dinliyordu. Komiser Nebi iyi bir polisti. İnsanın yüzüne bakıp içinden geçenleri okuyabilirdi. Bir tek okumayı beceremediği Semra’nın kendisine olan tutkulu âşkıydı. Kesinlikle bunu da fark ediyor olmalıydı ama nedense karşılık vermiyordu. Oysa Nebi de boş değildi Semra’ya karşı.
Semra, bir ara evlenmiş ama bir yıl geçmeden boşanmıştı kocasından. Nebi Komiser sebebini sormaya yeltenmemişti bile. Kendisinin de evlilik sicili pek parlak değildi çünkü. Karısından boşanmıştı ve beş yaşında bir oğlu vardı. Karısıyla yaşadıkları anlaşmazlıklar yakalarını bırakmamıştı. Doğacak çocuklarının, dağılmakta olan yuvalarını kurtaracağını sanmıştı fakat öyle olmamıştı. Bir süre sonra karısı bebeğini de bırakıp onları terk etmişti. Zavallı yaşlı annesi de olmasa çocuğuna nasıl bakardı. Semra’ya karşı hissettiği duygular çok farklıydı. Âşk böyle bir duygu olmalıydı. Ona açılmaya çekiniyordu. Semra’ nın günü gününü tutmuyordu. Bir bakmışsın bahar çiçekleri gibi yüzü gülücükler saçıyor, bir de bakmışsın gündönümündeki hava gibi yüzünde şimşekler çakıyordu.
Trafik canavarını yara yara kat ettikleri yolun sonunda olay mahalline varabildiler. Toprak yolun sağ tarafında duran bir arabanın arkasına park ettiler araçlarını. Öndeki arabanın içinde, yetmişin üzerinde, ak saçlı pos bıyıklı biri. Olay yeri inceleme şeridini çekmeye hazırlanırlarken, kır saçlı pos bıyıklı adam konuşmaya başladı.
“ Komiserim, ihbarı yapan bendim.”
“Öyle mi amca? Gel, anlat bakalım. Ne arıyordun Belgrad ormanında?”
“Oğlum, söylemesi ayıp, uzak yoldan geliyordum, yolda çişim gelmişti. Benzinlik de çıkmadı karşıma bir türlü. Son çare, ormanlık alana park edip bir kenara işerim, dedim. Kimseler görmesin diye biraz içine doğru girdim ormanın. Tam işeyeceğim, çalıların arasında kargaların uçuştuklarını görünce merak edip yaklaştım. Bir de ne göreyim, bir kadın çırılçıplak, boğazı da kesilmiş, kanlar içinde yatıyor yerde. Çekip gitsem mi acaba dedim ama vicdanım elvermedi.”
“Sağolasın amca. Keşke herkes senin gibi duyarlı davransa, çözülmedik cinayet kalmazdı o zaman.”
Nebi Komiser, yardımcısı Semra ve polis memuru İlhan cesedin başına gittiler. Olay Yeri İnceleme ekibi ve Adli Tıp görevlileri dört dönüyorlardı. Kadının çıplak olması Semra’nın tüylerini diken diken etmişti fakat yine de bunu belli etmedi. Meslek icabı her türlü şeye alışmıştı. Zamanla böyle görüntüler sıradan gelmeye başlıyordu insana.
Maktul otuz yaşlarında gösteriyordu. Hayat kadını olma ihtimali büyüktü. Yine aynı yöntemle öldürülmüştü. Cesedin üzerinde katile ait bir iz bulabilmeleri gerekti. Bu kolay olmayacaktı çünkü, belli ki katil yakalanmamak için her türlü önlemi almıştı. Polis memuru İlhan, elindeki fotoğraf makinesinin deklanşörüne aralıksız basıyordu. Maktulün her taraftan görüntüsünü alıyordu. Bu sırada ağaçların arkasından Semra’ nın sesi yükseldi.
Komiserim, Komiserim!..”
“Ne oldu, ne var Semra?”
“Komiserim, burada tuval buldum.”
“ Sakın dokunma.”
“Dokunmadım Komiserim.”
Komiser tuvaldeki yarım kalmış çıplak kadın resmine dikti gözlerini. Bir süre öylece baktı.
“Bu tuvali derhal kriminolojiye gönderin. Bu resmi yapan ressam bizi katile ulaştırabilir.”
Daha sonra polis memuru İlhan’a döndü.
“İlhan, sen şehirdeki tüm otelleri araştır. Fuhuş yapan kadınların kaldığı otellerin listesini hazırla. Cesedi Adli Tıp’a götürecekler birazdan, Semra sen de onlarla git. Ben de Olay Yeri İnceleme polisiyle görüşeceğim. Etrafta delil teşkil edecek bir şey var mı, diye. Hadi bakalım arkadaşlar, bu sefer yakalayalım şu şerefsizi...”
***
Olay Yeri İnceleme komiseri Hulusi, detayları gözden kaçırmayan, görev aşkını her şeyden önde tutan biriydi. Ayağında galoşlar, ellerinde eldiven, yüzünde maske çevreyi kolaçan ederken, neredeyse ekibine iş bırakmayacaktı. Tilkinin koklayarak avına sessizce yaklaşması gibi her tarafı didik didik etmişti. Nebi Komiserin yanına geldiğini görünce ellerini beline dayadı, kafa yorgunluğundan kurtulmak için derin bir off çekti. Ciğerlerindeki kirli havayı atmosfere bıraktı.
“Ne var ne yok Hulisi Komiserim. Önemli bir şey bulabildin mi?”
“Semra’ nın bulduğu tuvalden başka bir şey yok, Nebi Komiserim. Katil dikkatli davranmış. Ayak izi bile bırakmamış. Ormanın yol tarafından buraya kadar maktulü sürükleyerek getirmiş olduğunu sanıyorum. Yerdeki sürüklenme izlerine bakılırsa... Katil bu resmi neden burada bırakmış olabilir? Diğer cinayetlerinde böyle bir şey yapmamıştı. Anlatmak istediği bir şey olmalı... Unutmuş olabilir mi, diyeceğim fakat cinayeti işlerken her türlü detayı en ince ayrıntısına kadar planlayan bir katil, böyle bir unutkanlık yapmış olamaz, gibi geliyor bana. Yalnız, o esnada yoldan geçen arabalardan biri durmuşsa, aceleyle kaçarken resmi burada bırakmış olabilir. Tuvalin üzerindeki boyalar dünkü yağmurdan sonra akmış olmalı. Baksanıza resim tanınmaz hale gelmiş.”
Olay Yeri İnceleme komiseri Hulusi, tik haline getirdiği şekilde, kalın kaşlarını baş parmaklarının içiyle yukarı doğru sıvazladı ve konuşmasına devam etti.
“Maktulün vücudunun çeşitli yerlerinde sigara bastırılarak işkence yapılmış. Önceki cinayetlerde bu da yoktu. Bir de boğazı başka şeyle kesilmiş. Çok ince ağızlı bir keski. Falçata olabilir... Öncekiler ekmek bıçağıyla kesilmişti. Bence bu seferki katil başka biri. Bu seferki cinayet, hayat kadınlarını öldüren seri katilin işi değil gibi geliyor bana. Bir de, benim naçizane fikrime göre, cinayet bugün işlenmemiş. En az üç günlük. Maktulün vücudu şişmeye başlamış. Ama tabii en doğru tespiti Adli Tıp yapacaktır.”
Çok geçmeden maktulü Adli Tıp’a götürecek ambülansın, insanın tüylerini diken diken eden çırtlak sesi, ormanın içlerine doğru yankı yapa yapa yaklaştı. Olay yerine az önce gelen Savcı aracından inerken, Adli Tıp görevlileri, maktulün yanında yerlerini almışlardı.
Savcı, her zamanki soğukkanlığıyla cesedi tepeden tırnağa inceledi. Olay Yeri İnceleme komiseri Hulusi’ ye sorular sordu. Hulusi, Savcıya yeni göreve başlayan memur gibi iştahlı iştahlı, cinayet hakkında bilgilerini sundu.
Komiser Nebi, yardımcısı Semra, polis memuru İlhan haftalardır şehirde korku salan katili nasıl yakalayacaklarını düşünüyorlardı. Her ne kadar bu seferki cinayet diğerlerinden biraz farklı işlenmiş olsa da Nebi Komiser, aynı katille karşı karşıya olduklarını düşünüyordu. Olay yeri kameraların dışındaydı. Kamera kaydı olsaydı, en azından bir ipucu elde etmek zor olmazdı. Aslında son zamanlardaki cinayetler ormanlarda işlendiğine göre en azından ilgili yerlere pekâlâ kameralar yerleştirilebilirdi.
Nebi Komiser, saatine baktı, on dakika sonra mesai dolmak üzereydi. Şimdi daireye gidip Başkomser Hamza’ ya bilgi vermeye hacet yoktu. Cinayet soruşturmasına yarın kaldıkları yerden devam edeceklerdi nasıl olsa. Ekibine dönüp onlarında hoşuna gidecek bir teklifte bulundu.
“Arkadaşlar, saat geç oldu. Emniyet’e dönmeye gerek yok. Biz en iyisi sahildeki kafelerden birinde, birer kahve içelim. Hem cinayet hakkında da fikir alışverişi yapmış oluruz. Ne dersiniz?”
Komiser Nebi’nin sahilde kahve içme teklifinin en büyük sebebi de Semra’yı biraz daha fazla görebilmekti. Onun yanında ne kadar fazla kalırsa, kendini o kadar huzurlu hissediyordu. Cinayetler, katiller umurunda bile değildi. Yeter ki Semra yanında olsundu. Semra da aynı duygular içindeydi. Bir kişi daha vardı ki onun durumu daha da karışıktı. Polis memuru İlhan da Cinayet Büro’ ya atandığı günden beri, Semra’ya platonik bir aşkla bağlıydı. Aşkını itiraf etmesine imkan olmadığının farkındaydı zira Nebi Komiser’ le Semra’nın aralarındaki görünmez bağ uzaktan bile belli oluyordu. İlhan’ın aşkını kalbine gömmekten başka çaresi kalmamıştı.
Şehrin trafiği ile mücadele ede ede vardıkları sahil boyunda, arabayı yol kenarına çekip denize sıfır bir masaya oturdular. Koşarak yanlarına gelen garson, cızırdayan telsizlerden onların polis olduklarını anlamıştı.
“Ne emredersiniz amirim?
“Üç tane sade kahve.”
“Emredersiniz amirim.”
Garsonun arkasından gülerek baktı Nebi Komiser.
“ Bizden başka herkes polis olduğumuzu biliyor vallahi.”
***
Emniyet’te de mesainin bitmesine az kalmıştı. Noktadaki polis memuru, kulübesinden çıkmış hemen yanındaki çam ağacına yaslanmış elindeki gazetenin cinsel sorunlar köşesini öyle iştahlı okuyordu ki duymamak mümkün değildi. Hava almak için bahçeye çıkan Başkomiser Hamza, bir iki adım attı kulübeye doğru. Gazeteye uzaktan göz attı. Dr. Haydar Dümen’in, Cinsel Sorunlar Köşesi’ydi...
“Eşlerden birinde cinsel soğukluk varsa diğeri eşinin zaafiyetini yüzüne vurmamalı, ona sevgiyle yaklaşmalı ki…” diye yazmıştı Haydar Dümen. Polis memuru da hararetli hararetli okuyordu yazılanları.
Başkomiser Hamza, memurunu bozuntuya vermemek için öksürdü. Polis memuru Hıdır, hemen toparlandı. Okumayı kesti.
“Bu okuduklarını kâğıda yaz evladım yoksa ezberinde tutamazsın.”
Mahcup bir şekilde gazeteyi toparlayan polis memuru hazır ol vaziyetine geçti.
“Psikoloji dersi için Başkomiserim... Yarın cinsellik konusunu işleyecekmiş ya Psikolog Bey, onun için bakıyordum valla. Hani, bi soru sorarsa falan, cahil görünmeyelim, diye...”
Polis memurunu daha fazla zor durumda bırakmamak için konuşmayı kısa kesti Başkomiser.
“Hadi bakalım evlat, dersine iyi çalış öyleyse.”
Polis memuru Hıdır, Başkomiserinin arkasından bakarken “Ne Baba adam,” diye geçirdi içinden.
***
“Her mevsim içimden gelir geçersin./ Sen vefasız yolcu kalbimi vîran edersin./ Merhaba demeden elveda dersin./ Sen vefasız yolcu kalbimi vîran edersin.
Kahveler içildikten sonra polis memuru İlhan izin isteyip ayrılmıştı Semra ile Nebi’nin yanlarından. Gece çökmeye başlamadan, fuhuş yapan kadınların kaldığı otelleri dolaşmak niyetindeydi. Komiseri, İlhan’ın görev aşkına bir kez daha hayran kaldı. Üstelik Semra’ya onun da aşık olduğunun farkındaydı. Yine de onları baş başa bırakmak uğruna, göreve yalnız çıkmayı teklif etmişti İlhan. Komiser Nebi, içten içe onun bu hareketini takdir etmişti.
Bu fırsatı iyi değerlendirmeli ve bu sefer Semra’ya olan hislerini açıklamalıydı. Bir kahve daha içme teklifine, karnının aç olduğu yanıtı veren Semra’ya, birlikte yemek yeme teklifini yapmakta gecikmemişti. Sahildeki lokantalardan birine oturmuşlar, yemeklerini yedikten sonra aheste aheste yudumladıkları rakının eşliğinde çalan şarkının nağmelerine kaptırmışlardı kendilerini. İlk sözü hangisi söyleyecekti? Nebi nereden başlayacağına karar verememişken ilk sözü Semra söyledi.
“Polis olduğunuz için mutlu musunuz Komiserim?”
“Eskiden mutlu değildim fakat şimdi çok mutluyum. Çünkü…”
“Evet komiserim cümleniz yarım kaldı...”
“Çünkü seninle tanışma şerefini yakalamış oldum.”
Semra’ nın yüreği yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Heyecanını görmeyecek göz kör olmalıydı.
Nebi Komiser cesaretini arttırmak için bir yudum daha aldı rakısından.
“Bunu nasıl söyleyeceğimi, inan bilemiyorum Semra. Sana karşı olan duygularımı anlamış olmalısın. Üstelik senin de aynı duygular içinde olduğunu sanıyorum. Yanlış mı düşünüyorum yoksa?”
Semra, uzun zamandır beklediği sözleri duymanın verdiği mutlulukla, sevinçten uçacaktı neredeyse.
“Yanlış düşünmüyorsunuz Komiserim. Ben de size karşı aynı hisleri besliyorum.”
“ Seni çok seviyorum Semra? Sen de artık bana Komiserim, yerine Nebi, desen nasıl olur?”
“Buna alışmam zor olacak Komiserim. Şey, yani... Nebi...”
Kadehlerin çın sesiyle rakılarını yudumladılar. Ateş basan eller nihayet kavuştu. Zamanın nasıl geçtiğinin farkında değillerdi. Aşk sarhoşluğu ile cinayet soruşturmasını da unutmuş değillerdi. Semra’nın muhabbeti soruşturmaya getirmesinden bu anlaşılıyordu.
“Ne yapacağız Nebi? Bu katili nasıl bulacağız? Baksana kaçıncı cinayet oldu?”
“Bulacağız, meraklanma sevgilim. Bu güne kadar kaç cinayeti çözdük. Bu sefer biraz uğraştırdı, o kadar. Göreceksin, en fazla iki gün içinde, elimle koymuş gibi bulacağım o katili. Bulamazsam, istifamı vereceğim.”
“Korkarım, istifamızı veremeden, Başkomiser Hamza hepimizi şutlar Komiserim.”
Gülüşmeler eşliğinde sona eren gecenin ıssız karanlığında, katilin hangi hayat kadınını tuzağına çekmeyi planladığından habersizdiler.
***
Üç gün içinde maktulün kimliğİ tespit edilmişti. Tam da düşündükleri gibi kurban yine hayat kadınlarının arasından seçilmişti. İlhan’ın dolaştığı otellerde kalan hayat kadınları tek tek tespit edilmiş ve Emniyet’e getirilmişlerdi. Aralarında son kurbanı tanıyanlar da vardı. Ellerinden gelen yardımı yapmaya hazırdılar. Sonuçta, katilin yakalanamadığı her saniye, kendi hayatları da tehlikedeydi.
Bütün sorgu odaları doluydu. Aynı anda birkaç kadını birden sorguluyorlardı. Verilen yanıtlar hep aynıydı. Özellikle de son günlerde resminizi yapmak isteyen, tanıdığınız ya da tanımadığınız biri oldu mu, sorusuna hepsi de olumsuz yanıt vermişti. Fakat aralarından bir kadının, resim konusunda soru sorulduktan sonra sergilediği huzursuz tavır, gözlerden kaçmadı. Nebi Komiser Emniyet’e getirilen bütün kadınları serbest bırakıp bu kadının üzerine odaklandı. Onda, Cinayet Büro ekibini katile götürecek bilgiler olduğunu hissediyordu. Hayat kadınları birbiri ardına Emniyet’i terk ettiler ve yine sokaklara, korku ve iğrençlikle dolu sokaklara döndüler.
Nebi Komiser’ in karşısında huzursuzca oturan hayat kadını söze nereden başlayacağını bilmiyordu. Korktuğu belliydi. Anlatacak çok şeyi olduğu da belliydi. Onu cesaretlendirmek Nebi Komisere düştü.
“Korkmayın hanımefendi! Hiçbir şeyden korkmayın. Bizim güvencemiz altındasınız. Belki de sizin anlatacaklarınız sayesinde, hepinizin korkulu rüyası olan katili yakalamış oluruz.”
Kadının, bu sözler üzerine kendine güveninin geri geldiği, oturuşundan bile anlaşılıyordu.
“Aslında anlatacaklarımın bir önemi var mı, bilmiyorum Komiserim. Haftalardır gazetelerden okuyoruz hayat kadını katilini. Üstelik oda arkadaşım bile onun kurbanı oldu. Diken üstünde, hep tetikteyiz. Şimdiye kadar okuduğum haberlerde bir resimden, bir tuvalden hiç bahsedilmemişti. Siz bir tuvalden bahsedip bir de ressam tanıdığı olan var mı, diye sorunca anlatıp anlatmamakta tereddüt ettim. Masum bir insanı zan altında bırakmak da istemem.”
“Merak etmeyin Hanımefendi, masumsa eğer zaten salıverilecektir. Hadi, şimdi söyleyin, kim bu ressam?”
“Eski sevgilim... Az önce hepimize, cesetin yanında bulunan tuvalin fotoğrafını gösterdiğinizde, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sanki. O tuvaldeki resim bana hiç yabancı gelmedi. Boyalarının birbirine karışmış olması fark etmezdi çünkü ben o tuval için poz veren kişiyi de o kişiyi o tuvale resmeden kişiyi de tanıyordum. Evet, o kişi benim eski sevgilimdi ve o resimdeki kadın da benim...”
“Nasıl yani? Şimdi bu tablodaki kadın sizsiniz, öyle mi?”
“Evet, o resimdeki kadın benim. Aslında beni terk ederken bütün tablolarımı bana bırakmıştı fakat bir tanesini götürmüş olmalı. İşte böyle Komiser Bey... Katil mi değil mi bilemem fakat eski sevgilimi sorgulamanızda yarar olacağını zannediyorum. Beni koruma altına almanıza falan da gerek yok. Nasıl olsa su testisi su yolunda kırılacak bir gün. Ha bugün, ha yarın...”
Ressamın kimliğini öğrenmiş olsalar da ikamet adresine henüz ulaşamamışlardı. Aradan geçen günler boyunca şehirde yaşayan bir sürü ressamın evine baskın düzenlemişlerdi. Her kapıdan eli boş dönmüşlerdi. Umutlarını kaybettikleri bir gün, çaldıkları kapının ardında aradıkları ressam duruyordu.
***
Sorgu odasının soluk ışığı altında, Nebi Komiser’in baskısına daha fazla suskun kalamayan ressam, hikayesine en baştan başladı. Ne istiyordu hayat kadınlarından? Neden öldürüyordu onları? Onu bir sanatçıdan bir katile dönüştüren sebep neydi?
“ Babam ressamdı ama huysuz biriydi. Annemle sık sık kavgaya tutuşurlardı. Hatta kafayı çekip annemin üstünü başını paramparça eder, çırılçıplak soyardı. Sonra sandalyeye bağlayıp karşısına geçer çıplak resimlerini yapardı. Annem, sandalyeden babama küfürler savurdukça yanan sigarasını anneciğimin her tarafına bastırıp söndürürdü. Ben ise korkuya kapılır bir köşeye sinerdim. Sonunda babam, gözlerimin önünde anneciğimin boğazını keserek öldürdü. Babam hapishaneye girdi, annem toprağa. Sonrasında çocuk yurdunda büyüdüm. Ama yaşadıklarımı asla beynimden silip atamadım. Büyüyünce kendiliğinden babamın huyları ben de göstermeye başlayınca kendimi çok zorladım ama bir türlü duygularımı frenleyemedim. İlk iki kadını boğazlarını kestim. Üçüncüsünde ise vücudunda sigara söndürerek işkence yaptım. Tuvali orada bilerek bıraktım. O resimdeki kadını gerçekten çok sevmiştim. Beni değiştireceğine inanmıştım. Fakat o da diğerleri gibiymiş. Beni kandırıp gizlice hayat kadınlığı yapıyormuş. Bunu öğrendiğimde onu da diğerleri gibi öldürmek istedim. Bir türlü yapamadım. Aşıktım ona çünkü. Aslında belki de resmi orada bırakarak, ona kaçıp kurtulmak için bir fırsat sunmak istedim, bilmiyorum. Yağmurun resmi bulanıklaştıracağını hesaba katmamıştım.”
Emniyet’te bayram havası vardı. Haftalardır yakalanamayan katil az önce tutuklanmak üzere savcılığa sevk edilmişti. Cinayet Büro ekibi yine görevini başarıyla tamamlamıştı. Nebi Komiserle Semra’nın evlilik kararlarını açıklamalarının ardından neşeleri katlanmıştı.
Başkomiser Hamza, “Düğününüzde ne yapıp yapıp Reşat altını takacağım,”, diye espriyi patlattı. Komiser Nebi, yardımcısı Semra gülüştüler. Polis memuru içindeki ince sızıyla dudaklarını ısırdı. Bir dahaki sefere, acele etmeyip mantıklı davranacaktı. Her önüne çıkan bayan polise bundan böyle platonik aşkla bağlanmayacaktı.
“Benden de yarım altın,”dedi.
Semra Komiser,” çok teşekkür ederim İlhan. Sen de elini çabuk tut, bizim gibi uzatmaları oynama. Bak yeni bir elaman tayin oldu. Tam sana göre.” derken göz kırptı İlhan’a.
Gülüştüler. Başkomiser Hamza, Cüneyt Büro elemanlarına hak ettikleri gibi o gün izin verdi. Sevinç nidası ilk Komiser Nebi’den geldi.
" Başkomserim, sen bir tanesin.”
Nebi Komiser, yardımcısı Semra ile ilk kez el ele tutuşup Emniyet Binasından ayrıldılar…
BİTTİ
YORUMLAR
Çocukluk dönemi ne kadar etkili insanın hayatında.
Tüm duygularımızı çocuklukta yaşadığımız olaylar yönetiyor.
Mesela, ben sakın olduğumda çocuğum pamuk gibi, stresli olduğumda ise hırçın. Gün boyu onunla ilgilendiğim de ondan mutlusu yok.
Okul öncesi dönem çocukların gelişimini tamamladığı yaşlardır. Fazlasıyla özenli davranmak gerekiyor.
Ressamın çocukluğunda yaşadığı travma tüm hayatını etkilemiş maalesef.
Ve neden hep hayat kadınlarıyla birlikte olmayı seçti, belki annesi de hayat kadiniydi diye düşündüm.
Birde bu kadar emniyet bilgisi nereden geliyor diye merak ettim. Emniyetten misiniz yoksa.
Son olarak olaylar hikaye de olsa gerçek hayatta da olsa berbat ötesi, yazı ise harikaydı.
Ayhan Sarıkaya
Ne kadar berbat olayı kaleme alırsanız o kadar gerçekçi olursunuz diye düşünmekteyim.
On gün sonra Sahilde Cinayet başlığıyla farklı bir kurguyla polisiye öyküsü paylaşacağım. Umarım onu da beğenirsiniz.
Okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Selamlar.
Tebrik ediyorum, yazınızı sonuna kadar bana okutmayı başarmanız seçtiğiniz konunun gerçek yaşamla uyumlu ve örtüşen yönü olduğunu düşünüyorum...Kaleminiz daim olsun...
Ayhan Sarıkaya
Selamlar.
Uzun da olsa öyküyü okudum. Hikayenin içeriğine hiç girmeyeceğim, tek kelimeyle; toplumun kanayan yaralarından biri olan kadın meselesi büyük bir ustalıkla işlenmiş olmasıdır...
Ustalık dedim; bir yazıda aradığım en önemli yanıdır edeple edebi yazıları yazmak, okuyucuya sunabilmek. Bu öyküde aradığım her şeyi buldum; betimlemeler mi desem, anlatılmak istenen olayların ön açıklamaları mı, olaylar zinciri kopmadan servis edilmesi mi, yoksa topluma gönderilmek istenen mesaj mı desem, hangisi?... Hepsi var, hem de dile getiremeyeceğim kadar ustalıkla işlenmişlerdir. Kutlarım kaleminizi ve hayran kaldım hayal gücünüze.
Saygılarımla Efendim.
Ayhan Sarıkaya
Selamlar.
“KORKUSUZ” dan bilirim seni. İyi bir polisiye yazarısındır. O hayal gücü, o kurgu, o sade anlatım.
“Dur” dedin, “bir polisiye de Deftere yazayım da görsünler nasıl polisiye yazılıyormuş.”
Ama Ayhan’ım maalesef Defterde uzun yazılar okunmuyor ki!
Sen de diyorsun ki şimdi:
“Bu tür yazılar da kısa yazılmaz ki.”
Haklısın.
Belki meraklıları çıkar okur, polisiye nasıl yazılıyormuş görürler.
Okuyan yorumlayan az diye hayıflanma sakın.
Bu tür zeka ister, hayal gücü ister, emek ister.
Defterde bir günde yayınlanan yazıları zengin bir iftar sofrası gibi düşün.
Sofranın ana yemeği yumuşacık pişmiş biftek te olsa(Bu yazı gibi)
İnsanlar salatanın, pilavın dolmanın, tatlının da tadına bakmak istiyor.
Yazının uzunluğunu görünce:
“Bunu okuyacağıma üç, dört yazı okurum. Onlarında tadına bakarım” diye düşünüyorlar.
Ben mi?
Okudum tabii.
Hatta kendimi geriden olanları seyrediyor gibi hissettim.
Bu yazı sadece bir cinayet yazısı değil.
Toplumuzun acı gerçekleri.
Emeğine, zekana, hayal gücüne, kalemine sağlık.
Öperim gözlerinden.