- 261 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AYDINLANMA
Aydınlanma,’’arayan, soran ve hesaplaşan aklın ürünüdür’’ Onu yaratan koşullar, bilimdeki gelişmelerle doğrudan ilişkilidir. Aydınlanma süreci, insan aklının gelişme sürecidir.Aklın egemen olmadığı yerde hurafeler ve boş inançlar egemendir. Ortaçağ’a karanlıklar çağı denilmesi bundandır. Orta çağ kültürü dinsel bir kültürdür. Dinsel nitelikher şeyin belirleyicisidir. Bilim sanat ve insanın kendisi bu kültürün ürünüdür. İnsanın insan olarak değeri
diye bir sorun yoktur. Bu anlayışta insan, tanrının kuludur;tanrının yönettiği ve ne olacağını önceden bildiği bir yaratıktır.
İnsan iman etmek ve kayıtsız koşulsuz inanmak zorundadır.İnandığı şeyi anlamaya ve onu akıl ölçülerine vurmaya başladıkça şeytana uymakta ve değersizleşmektedir. Akıl ve mantık, bu inanış sistemine ve gökten indiği söylenen tanrı kelamına bağlanmak için vardır. Bilimsel çalışma ve tespitler dinsel inanca ters düşmemek, onu doğrulamak koşuluyla yaşam alanı bulabilir ancak.
16.yüzyılda, insanda kan dolaşımının nasıl olduğunu bulmak için bir kadavraya otopsi yapan Servetus, bu eyleminden dolayı diri diri yakılırken,böceklerle haşerelerin öküz pisliklerinden , farelerin ise Nil ırmağının çamurlarından oluştuğunu söyleyenler el üstünde tutuluyordu.
Aydınlanma, insan aklı ve bilincinin özgürce düşünce üretmesi temelinde ona değer verilmesini ifade ettiği halde, dinsel inanışlar , önceden saptandığı söylenen kurallara kayıtsız koşulsuz teslimiyeti içerir. Din-bilim çatışmasının temelinde bu vardır. Bu çatışma, aklın devreye girmesinin zorunlu sonucudur. Arayan,soran, , hesaplaşan aklın bağımsızlığına dayalı aydınlanma felsefesi, hem bu bağımsızlaşmanın nedeni hem de sonucudur.
’’Tanrı, evreni bir anda yaratabilecek güçte olduğu halde, altı günde yaratmıştır. Yaratmanın pazardan başlayıp cuma günü tamamlanması, kullarına, her iş ve hareketlerinde sabırlı ve temkinli olmalarını, acele etmemelerini bildirmek içindir. Tanrı, dünya gökünün altında, ona bitişik bir deniz yaratmıştır. Tanrı, güneş, ay ve yıldızları kendi nurundan yaratmıştır. Bunlar, adı geçen denizin içinde balık gibi yüzerler.Bu denizin içinde, 360 ilikli, elmastan bir araba yaratılmıştır. Güneşi de onun üstüne yerleştirip her iliğini tutmak için bir melek atamıştır. Ta ki güneşi arabasıyla o denizde doğudan batıya çekip götürsünler...’’
Bin yedi yüzyıllı yıllarda yazılan Marifetname’de bunlar söyleniyor. Peki bugünkü Marifetnameler biraz daha ’’çağdaş’ . Sarı öküzün boynuzları üstündeki dünyadan değil, , atomdan, televizyondan, bilgisayardan, elektrikten, telsiz, telefon ve radardan bahsediyorlar. Dil aynı dil, kaygı aynı kaygı. Görelim...
’’Ampulü icat eden Tomas Edison öldüğünde, dolabından Nur suresinin bazı ayetlerinin çıktığı söylenir. Edison Allah kelamına dayanarak ısrarla ampul yapmaya çalışmıştır. İlahi bir müjdeye dayanmasaydı yirmi bin deney yapacak gücü kendinde bulabilir miydi?’’
Şefik Döğen,Yeni Asya Yayınlarından çıkan Kuran’dan İcatlara adlı kitabında bunları yazıyordu.
Elimizdeki kitaptan bir örnek daha verelim.
’’Peygamberimiz, Kabe’nin yanında uyur uyanık bir vaziyetteyken, Cebrail aleyhisselam geliyor. Göğsünü karnının altına kadar yarıyor, kalbiini çıkarıyor. Altın bir tasla getirdiği zemzem suyuyla yıkıyor, tekrar yerine koyuyor. Sonra da iman ve hikmetle dolduruyor. Peygamberimizin hiçbir acı duymaması isei kalp ameliyatlarının acı hissettirmeden yapılabileceğini göstermektedir...Eğer biz Kuran’a eğilebilseydik, bir zamanlar olduğu gibi bugün bir çok keşif ve buluşları Avrupalılardan önce bulduk.Unutmayalım ki, Allah çalışan kullarına verir.’’
Evet...Yeni marifetnamelerde bunlar yazıyor.Ve Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, öğrencilerin aradıklarını bulabileceklerine inanmış olacak ki, söz konusu kitabı 1985 yılında okullara tavsiye etmiş...
Diyanet İşlerinin yayınlarına baktığımızda da durum değişmiyor. Diyanetin yayınlarının bu marifetnamelerden pek farkı yok.İşte size bu yayınlardan bir kaç örnek:
’’Kuran’ okuyup ezberleyen ve davranışlarını Kuran’a göre ayarlayan kimselerin anne ve babalarına kıyamet gününde güneş ışığından daha parlak bir taç giydirilir.’’
Bu sözler Diyanetin yayınladığı bir çocuk dergisinde geçiyor.
Profesör. Dr. Aysel Ekşi’nin deyimiyle, ana okulundan başlayarak çocuklara yaşama sevinci değil, kıyamet günü,şehit olma, cin, peri, kavramları belletiliyor;merak edip araştırma, sorup öğrenme yolları değil.Aynı derginin Mart’90 sayısında ise,’’Eğer Allah bir bölgeyi susuz bırakmışsa veya yağmuru geciktirmişse bunun önemli bir sebebi vardır. Dini bütün halkımız, içkiyi, kumarı, fuhuşu, faiz yemeyi, ibadetten uzaklaşmayı, Allah’ın gazabını davet eden sebepler olarak görür. Yağmur sıkıntısını da bu gazabın bir parçası olarak değerlendirir. O nimetlere kavuşmanın tek yolu ise, yeniden Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Bu nedenledir ki, yağmur duası o bölge halkının toplu bir pişmanlık göstergesidir.
Akıl, mantık ve bilim dışı bu tür yazılar, bizi eleştirme külfetinden kurtarmaktadır. Çünkü hiçbir eleştiri yazısının, eleştirilecek metin kadar etkili olabileceğini düşünmek de zor.
İnsan aklı ve düşüncelerinin bu denli kuşatma altına alındığı, insanın çocukluktan başlayarak önce aile, toplumsal çevre ve giderek eğitim kurumları ve kitle iletişim araçlarıyla kendine, bilime ve aklın aydınlığına yabancılaştırılması karşısında, aydınlanma düşüncesi önemli bir gereklilik olarak durmaktadır. Böylesine tozun dumana karıştığı bir ortamda , laik olduğu sürekli yinelenen bir cumhuriyetin başkentindeki bir lisede’’Erkeklerin kadınlarla el sıkışması zinadır’’ sözlerinin bir öğretmenin ağzından dökülmesi bizi şaşırtmamalı. Varsın bu okullar laik cumhuriyetin okulları olsun...
İnsanın yatak odasına kadar uzanan, kurallar koyan, telkinlerde bulunan ve insanın gerçek mutluluğunun bu kurallarda gizli olduğunu söyleyen dinsel inançları oluşturup yaygınlaştıran önderlerin bizzat kendileri bu mutluluktan ne derece pay alabildiler? İslam tarihinde dört halifeden üçü, çıkar çatışmaları medeniyle öldürülmüştür. Osman, Ali, Cemel ve Kerbela olayları, mezhep kavgaları, iktidar çekişmeleri, soykırımlar, bu mutluluğun çok uzağına denk düşüyor. Sadece Müslümanlık değil, musevilik ve hıristiyanlık da insanları iyiliğe, erdeme, mutluluğa götüremediler. Üstelik, binlerce yılı bulan bir yaşam ve egemenlik alanı buldukları halde...
Rönesansla birlikte başlayan aydınlanma hareketinin dokusunu oluşturan felsefe, çıkış olarak orta çağ karanlığına ve onun dinsel içeriğine karşı bir tarihsel dönemin yükselişini vr insanlık ideallerini ifade ediyordu belki, ama aydınlanma düşüncesi bütün bunları içerse de her tarihsel dönemde içerik olarak çeşitlenip zenginleşen bir kavram, bir felsefedir. Galileo ve Copernicus’u yaşadıkları dönemde yargılayan karanlık düşünce ve onun insana aykırı örgütlü yapısı, buna neden olarak, ileri sürülen bilimsel savları gösteriyordu.Çünkü bu savlar , egemen olan dinsel inanışın dayatmalarını vr evrenin açıklanmasına ilişkin yanıtlarını yerle bir ediyordu. Çünkü onlar, dinsel inanışın verdiği yanıtlarla yetinmemişler, doğru olanı aramışlardı. Bu yüzden onlar birer bilim adamı olmaları yanında, bu bilimsel tespit ve kuramlarıyla aydınlanma felsefesine daha çocukluk döneminde doğrudan omuz vermişlerdi. Rönesansla başlayan aydınlanma, aslında giderek baskın olmaya başlayan bir kültürün zorunlu ve önlenemez yükselişiyle iç içe gelişiyordu. Evet, Rönesans burjuvazinin kültür devrimiydi. Aydınlanma felsefesi bu tür devrimin mantığını canlı tutuyordu. Bir zamanlar insanlık ideallerinin taşıyıcısı olan ve sınıf olarak ilericiliği tensil eden burjuvazinin süreç içinde gericileşmesi, onu, bayraktarlığını yaptığı aydınlanma düşüncesine yabancılaştırmıştır bugün.
Sınıflı toplumlara baktığımızda , mülk sahibi olan ve buna dayanarak toplumu kültürel, ahlaksal ve siyasal olarak yorumlayan, biçimlendiren ve denetleyen , yasalar oluşturan egemen sınıfların yanında, çalışan ama yukarıda sayılanları etkileyecek kadar mülkü olmayan, aynı zamanda kendileri ve egemen sınıfların yaşaması için gerekli ürünleri üreten geniş yığınları ve sınıflar arasında süregelen mücadeleleri görürüz.Egemen sınıflar, bu egemenliklerini sağlayan toplum düzenini sürekli hale getirmek için askeri,ekonomik ve kültürel oluşumlar yanında,bütün bunlara eklemlenecek durağan bir evren teorisine de gerek duyarlar. Çünkü böyle bir teori , egemen sınıfların bu ayrıcalığının değişmez ve doğal bir kural olduğunu söyler. Her sınıflı toplumda, egemen olanlar böyle bir düşünüş biçimini toplumun en uzak hücrelerine kadar taşırlar. Buna ihtiyaçları olduğu için dinsel inançlar her egemenlik sisteminin niteliği ve gereklerine göre yeniden yorumlanır, egemen sınıflarca, onu aşmak yerine sömürü düzeninin sürdürülmesine yaratacak şekilde yeniden üretilir. Sömürü ve talan düzenlerini bugünkü biçimiyle düşündüğümüzde, korumak için özel bir çaba sarf edilen dinsel dogmaların aslında mevcut düzenin yarattığı bir üst yapı kurumu olmadığını, ama birlikte ve ona eklemlenmiş olarak yaşatıldığını da görmekteyiz. Egemen sınıflar, öz olarak kendilerini yansıtmasa da bu dinsel dogmaları desteklemekte, yoksul kitlenin sınıfsal bilinçten uzak kalması ve sömürü düzenlerinin bir başka boyutta onaylanması yönünde kullanmaktadır.
Aydınlanma mücadelesi orta çağ karanlığına karşı verilip bitmiş bir mücadele değildir. İkili bir karakteri vardır. Birincisi, insan aklı ve düşüncesinin önünde set oluşturan metafizik, boş inançlar ve dinsel dayatmaların kendisi de dahil olmak üzere dinsel kültürden beslenen bütün alt kültür ve değer yargılarının sadece tek kişilerle sınırlı kaldığı, kişinin kendine ait inancını oluşturduğu, kendi sorunu sayıldığı ve dayatma olmaktan çıkarıldığı yere kadar aydınlanma mücadelesi devam edecektir. Çünkü insana soluk aldıran şey en başta aklın özgürleşmesidir. İkinci sınıfsal kurtuluş mücadelesiyle iç içe yürümekte olmasıdır bugün.
Burjuvazinin devrimci sınıf olarak yükselişine denk düşen laiklik kurumu, bu yükselişin zorunlu bir sonucuydu ve bilimsel gelişmeye dinsel yanıtlarla yetinmemeyi öngören bir alan tanımlanmaktaydı. Burjuvazinin aydınlanma hareketi bununla sınırlıdır. Dünyasal olanla dinsel olanın veya devlet işleriyle din işlerinin ayrılması olarak ifadesini bulan klasik laiklik tanımı, yarını bugünden kurmaya yönelen insan ve sınıflarca anlaşılan aydınlanma düşüncesinden içerik olarak farklıdır. Çağımızın aydınlanma felsefesi, diyalektik materyalist bir dokuya sahiptir ve yükseliş dönemindeki burjuvazinin aydınlanma anlayışından izler taşısa da onu aşmıştır. Çünkü bu aydınlanma felsefesi salt din ile devlet işlerinin ayrılmasının değil, devlete bağlı olsun veya olmasın bütün dinsel oluşum ve dogmaların sömürüyü sürdürmek amacıyla kullanılması nedeniyle toplum ve insan bilincinde yarattığı illüzyonun ortadan kaldırılmasına işaret eder. Burjuvazinin kendi sonunu geciktirmek için kullandığı bilimin, diyalektik materyalist felsefe ışığında tabana yayılması için yeterlidir. Diyalektik materyalizmin yalnızca bir dünya görüşü ve yaşam biçimi değil, aynı zamanda bir bilim felsefesi olması, yeni aydınlanma düşüncesinin niteliği ve insaniliğini ortaya koyar.
Diyalektik materyalizm felsefenin can verdiği aydınlanma mücadelesinin , dinsel eğilimlerce şeytanla bir işbirliği, egemen sınıflarca bozgunculuk olarak sunulması doğaldır. Çünkü aklın ve bilimsel düşüncenin egemenliğine inanan insanın varlığı ve eylemi, yüzyıllar boyu koruyup benimsettikleri dinsel yaşam ve yargı biçimiyle birlikte sömürü ve talan düzenini sarsmakta, açmazlarını ortaya serip devrimci inkara uğratmaktadır. Çünkü akıl ve mantık onların karşısına hiç tanımadıkları bilim, insan, onur, emek, emeğin kurtuluşu, özgürlük, devrim, sosyalizm ve sınıfsız toplum kavramlarında cisimlenerek çıkmaktadır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.