- 519 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
YETİM ÇOCUKLARIN DRAMI
Osmanlı Devleti, 1. Dünya Savaşında yedi düvele karşı, yedi cephede amansız bir mücadele veriyordu. Mücadele verdiği cephelerden biri de Kafkas ve Galiçya Cepheleriydi. Bu cephedeki mücadele, Sovyetler Birliğine Devletine karşı veriliyordu. Savaş; ölüm, açlık, yokluk, çile ve sefalet demekti. Mecbur kalınmadıkça da savaşılmazdı. Savaş bir millet için başvurulması gereken son çareydi. Barış umutlarının bittiği yerde başlıyordu savaş. İttihat ve Terakki, bu ülkenin yönetimini zorla ele alınca ülkeyi savaştan savaşa sürükledi. Rahmetli Turgut Özal’ın tabiriyle 1908’den 1918’ kadar ülkeyi bozuk para gibi harcayıp toprak kaybettirdi. Savaştan savaşa sürükledi. Adına da özgürlük, barış, demokrasi ve insan hakları dendi. Olan bu millete oldu…
İttihat ve Terakki yönetimi çılgın rüyalara kapıldı. Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakki’nin amansız telkinleriyle 1. Dünya Savaşında Almanların yanında yer aldı. Güya amaçları Osmanlı Devletinin kaybettiği toprakları geri almaktı. Kaybedilmiş toprakları almak şöyle dursun, elindeki toprakları da kaybettiler. Osmanlı toprağı paramparça edildi. Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleri ile Mondros Ateşkes Anlaşması ve Sevr Anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Ama her nedense suçlu olarak başkaları gösterildi. Abdülhamit Han suçlandı. Kızıl sultan iftiraları atıldı. Oysa onun zamanında pek toprak kaybedilmemişti. Osmanlı Devletini yıkmak için hem içerden hem de dışardan uğraştılar. Hatta ve hatta içerdekiler dışardaki düşmanlarla işbirliğine bile gittiler. Bu bir ülke için ne acı bir durumdur. Ulutmayın, tarih tekerrürden ibaret derler…
Yozgat’ın Çekerek ilçesinin Karahacılı Köyünden; Omar Emmi’in (Ömer) Ali, Kösalin Goca (Koca) Ali ve Torungilin İsmayıl (İsmail) Rusya ile yapılan Kafkas Cephesinde dinleri, bayrakları ve vatanları uğruna mücadele ederken Rusya’ya esir düşüp gazi olmuşlardı. O dönemlerde her Türk vatandaşı dört, altı ve sekiz yıl askerlik yapardı. Bu askerlik yılı, kardeş durumuna göre ve kardeşlerin askerde olma durumuna göre değişirdi.
Gazi Ali’nin babası Omar Emmi; uzun boylu, buğday tenli ve ela gözlü babayiğit bir delikanlıdır. Omar Emmi’nin Gazi Ali; uzun boylu, esmerdi. Kara gözlü ve karakaşlıydı. Ne ince ne de kalın yapıya sahipti. Orta yapıda bir vücudu vardı. Kösalin Gazi Goca Ali; uzun boylu, sarımtırak benizli, düz, siyah saçlı avurdu içe çöküktü. Külüstür gibi yağınnılı biriydi. Yürürken belini bükerek giderdi ama hızlı yol alırdı. Torungilin Gazi İsmayıl da uzun boyluydu. Daracık alnı, uzun yüzlü ve esmer bir delikanlıydı. Kendisi babayiğitti. Tuttuğunu koparırdı. Sizin anlayacağınız, üç gazi asker de aslan parçası gibiydi. Kükredi mi yanında kimseler duramazdı...
Savaş meydanında kan gövdeyi götürüyordu. Bu amansız 1. Dünya Savaşında askerlerden bazıları şehit olmuş, bazıları da düşmana esir düşmüştü. Bu üç Gazi Kahraman asker de düşmana esir düşenlerdendi. Bu askerler, esaret altınayken aç ve susuz kalmışlar. Ölüm kaç kez kapılarını yoklamış bir bilseniz ama bu kahraman askerler ölüme teslim olmamışlar. Hayatta kalmayı başarmışlar…
Sovyetler Birliği, bu üç güzide askeri esir almış, her bir askeri ya da grup halindeki askerleri Rus vatandaşlarına teslim etmiştir. Rus vatandaşları da kendilerine teslim edilen esirleri bir köle gibi çalıştırmışlardır. Adı üzerinde esirdiler. Gel beri, git ileri demişler. Bu üç gazi, denize yakın yerdeki bir Rus vatandaşına teslim edilmişti. Kendisine esir olarak verilen Rus vatandaşı bu esir gazi askerlere dağlarda domuzlarını güttürmüş. Yemeleri için önlerine el kadar ekmek koymuştur. Sofradan hep aç kalkmışlar. Karınlarını doyuramamışlar. Gündüzleri domuz gütmüşler, akşamları ahırda domuzların dışkılarını temizlemişler, yemini ve suyunu vermişler. Diğer hayvanlara da aynı şekilde bakmışlar. Esaret altında düşmanın gözetiminde karın tokluğuna durmuşlar. Domuzları dağda yayıp evlerine getirmişler. Bu işi sevmeseler de zoraki tiksine tiksine yapmışlar. Gâvurların Müslüman esirlere yaptığı en büyük zulüm domuz bakımı yaptırmalardır. Bir Müslüman, bunu asla içine sindiremez. Buradan kaçmaya çalışmışlar. Kaçma palanları yapmışlar. Ancak planlarını bir türlü gerçekleştirmemişler. Kaçacaklar kaçmasına da ancak bir yer bilmiyor ki kaçıp gitsinler. Üç kişi açlıktan kıvranıyor. Dizlerini karınlarına çekiyorlar. Yerine göre ot buldu mu ot yemişler, yılan çıyan buldu mu da onu yemişler. Zaman böyle acı zulüm içinde geçmiş gitmiş…
Dağda domuzları ve diğer hayvanları otlatırken yanlarına Gürcü Elekçisi bir vatandaş gelmiş. Gürcü Elekçi, uzun boylu, sarı sakallı ve mavi gözlüydü. İncecikti, pek kilolu sayılmazdı. Elek, halbur vb. işleriyle uğraştığı için ona bu ismi vermişler. Üzerinde bir hırka vardı. Gezgin birine benziyordu. Her halinden Hıristiyan olduğu anlaşılıyordu.
Gürcü Elekçi;
“Siz Türk müsünüz?” demiş.
Bu esir askerler de:
“Evet, biz Türk’üz.” demişler.
“Siz, burada ne yapıyorsunuz?” Demiş.
Onlar da:
“Burada esir kaldık, esir düştük. Şimdi de bir Rus vatandaşı bizi esir tutuyor. Onun domuzlarını güdüp otlatıyoruz ve diğer hayvanlarına bakıyoruz. Rusların domuzlarının ve diğer hayvanlarının yemini, suyunu verip altının pisliğini temizliyoruz. Ayrıca tarla, bağ, bahçe ve diğer işlerinde karın tokluğuna çalışıp duruyoruz.” Demişler.
Gürcü Elekçi:
“Sizi, memleketinize salsam gider misiniz?” demiş.
Esir askerler:
“Biz; yol, bel bilmiyoruz. Paramız pulumuz, yürüyeceğimiz ayakkabımız, giyeceğimiz elbisemiz yoktur. Biz, sefalet içinde yaşıyoruz. Biz nasıl gideriz? Nereye gideriz, bilemiyoruz?” demişler.
Gürcü Elekçi:
“Müslüman Türklerin bana ve aileme çok iyiliği dokundu. Allah şahittir ki! Ekmeklerini çok yedim. İnkâr etsem; dizime, gözüme durur. Ben, Türkleri severim. Aynı işkence ve zulmü Ruslar bizlere de yaptılar. Ben, sizin buradan kaçmanız için yardım edeceğim. Beni takip edeceksiniz. Sizi yüksek bir tepeye çıkaracağım, oradan Karadeniz görünecektir. Size gösterdiğim Karadeniz istikametini takip ederek oraya ulaşacaksınız.” Demiş. Esir Türk askerlerini Karadeniz’in gözüktüğü bir tepeye çıkarmış.
Gürcü Elekçi eliyle işaret ederek:
“Şoo gördüğünüz yer Karadeniz’dir. O gözüken denizi sürün ve sahil boyunca gidin. Hiç korkmayın. Oralarda iyi insanlar vardır. Eğer söylediğim şekilde giderseniz, işte o zaman Türkiye’ye vatanınıza varsısınız.” demiş. Esir askerler, yola düşmüşler ve başlamışlar kaçmaya. Kaçıyorlar ama yollarındaki araziler engebeli, dere tepe, taş, kaya… Patika yollar mevcuttur. Adını bilmedikleri ağaçlar, kuşlar ve hayvanlar vardır yollarında. Geniş ağzını açan vadiler, zaman zaman sulak ovalar mevcutmuş yollarında. Bu kaçış esnasında yolda aç, susuz kalmışalar. Yılan çıyan vb. ne buldularsa yemişler. Tabi ki yürüyerek yollarına devam etmişler. Araç gereç yok. Gayli Türkiye’ye kaç ayda geldilerse o kadar yolculuk yapmışlar. Yılmamışlar mücadelelerini vermişler. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra gelmişler Artvin, Hopa, Rize, Trabzon ve sahil boyunca devam etmişler. Dağları taşları ve düz ovaları aşmışlar. Ayakları yara bere içinde, elbiseleri yırtık pırtık bir halde şehirleri, kazaları, nahiyleri, köyleri geçerek Tokat’a ulaşmışlar. Ulaşmışlar ulaşmasına da kendileri de bitmiş, tükenmiş. Cılız olan vücutları daha da zayıflamış adeta bir deri, bir kemik kalmışlar…
Esir Gazi askerler; gündüzleri yol almışlar, geceleri bazen dağlarda, dere kenarlarında, bir ağaç veya kaya dibinde bazen de garibanların kaldığı hanlarda akşamlamışlar. Kendilerini hayatta bırakacak ne buldularsa yemişler ve içmişler… Tokat üzerinden Zile’ye oradan da Hacıköye (Çekerek) ulaşmışlar. Köylerine (Karahacılı) gelmişler ki köy değişmiş, çocuklar büyümüş, tanıdıkları yaşlılar vefat etmişler. Yeni yeni evler yapılmış, tarlalar sürülmüş, bağlar ve bahçeler çevrilmiş… Köylerindeki bütün bu değişiklikleri görünce şaşkınlıklarını gizleyememişler. Zaten yakınları kendilerinden uzun süre haber alamayınca savaşta şehit düştükleri kanısına varmışlar. O zaman askere gidenlerin çoğu dönmezdi ya esir olurdu ya da şehit düşerdi. Tabi ki esir askerlerin yakınları, şehit düştüklerini zannettikleri yakınlarını karşılarında görünce çok şaşırmışlardır, aynı zamanda da hayatta kalmalarına çok sevinmişler. Esir Gazi babaların köydeki çocukları aç ve susuz kalmışlar. Üst ve başlarında elbiseleri yok. Her birinin çocukları perperişan vaziyetteler. Evleri tamtakır bomboş. Evlerde ne yiyecek ve ne de içecek var…
Burada kendini asan Omar Emmi’nin ve yetim çocuklarının hikâyesini dile getireceğim. Burada anlatılanlar, gerçek hayattan alınmıştır. Burada yaşananlar; Bozkırın, Balkanların Anadolu’nun, Ortadoğu’nun ve Orta Asya’nın hikâyesidir…
Omar Emmi; uzun boylu, buğday tenli etine dolgun ve karakaşlı, kara gözlü ve babayiğit bir delikanlıdır. Cesaretlidir kendisi. Omar Emmi, fakir bir aileye mensup gençti. Çocukları açlıktan ve bakımsızlıktan iğne ipliğe dönmüştü. Omar Emmi’nin Hanımı Gamer; çocukların geçimini düşünerek çok çileler çekmiş. O zamanlar, bütün köyden ortalık arpası toplarlardı. Bu arpayı hükümetin adamlarının atlarına vermek için muhtarın evinde yüksek bir yere takarlardı. Ailesinin ve çocuklarının bu dramatik durumunu gören Omar Emmi, köyün muhtarına gitmiş, beş çinik ortalık arpası almış. Getirmişler bu arpayı yumuşlar, bulgur taşında güzelce ezerek çekmişler, un haline getirmişler, saçta da güzelce kavurmuşlar. Böylece kavut yiyeceğini yapmışlar. Kavut yiyeceğini yaparken ortalık arpası ununa ecik yağ koyarlar, o unu suyla karıştırırlar ve saçta kavururlar. Kavrulan kavut yiyeceğini top haline getirmişler. Çoluk çocuk; her akşam bire top yemişler. Karınları iyice doymuş. Kavut topundan yiyen çoluk çocuğun gözü gönlü açılmış ve betine benzine kan gelmiş. Bu kavutlar tükenince yine ortalık arpasından beş çinik daha arpa almışlar, sonra taşta ezmişler saç üzerinde kavurmuşlar. Onu top yaparak her gün birer top yemişler bütün aile. Bu durum, böyle devam edip gitmiş…
Aile sonraki zamanlarda kendine gelmiş. Tarlaları ekmişler, biçmişler dene tepe bolarmış. Bağ ve bahçelere ağaçlar dikmişler. Çalışmışlar ve çabalamışlar. Allah çalışana verir. Tembel tembel yatan ise açlıktan kıvranır ve hep başkalarına muhtaç olur…
Omar Emmi’nin dört erkek bir kız evladı vardı. Çocukları küçüktü. İş yapacak yaşta değillerdi. Çocuklar, mal melal işine yardım ediyorlardı. Tarlada pınardan su getiriyorlar, köyden tarlaya azık taşıyorlardı. Çocuklar; Hasan, Ali, Mustafa, Hüseyin ve Arife’dir. Omar Emmi, beş çocukla yokluk içinde yüzerken büyük sıkıntılar çekmişti. Omar Emmi’nin karısı Çekerek Özüveren köyünden Gamer Hanımmış. Baba yiğit bir kadınmış. Boylu poslu, aynı zamanda da çok çalışkanmış. Evde, bağda, bahçede ve tarlada erkek işlerinde bile çalışırmış. Gamer Hanım, evin geçimine katkı sağlamak için sağa sola ırgat gitmiş gün be gün ne buldularsa yemişler. Gamer Hanım, doğum esnasında vefat etmiş, kocası Omar Emmi, beş öksüz çocukla baş başa kalmıştır...
Hanımı vefat ettikten sonra Omar Emmi’ye çocukların yükü, bakımı çok ağır gelmiş. Bu yükü taşıyamaz duruma gelmiş. Çocuklar aş, ekmek istiyor. Çamaşır istiyor, yıkanma ve bakım istiyor. Savaş var, kıtlık var ve yokluk vardı. Elde avuçta bir metelik yok zaten. Her gün kuru kavut yiyeceği ile çocukları avutmaya çalışıyor. Omar Emmi; tarlaları, öküzle sürüp ekin ekiyor. Ekinler yetişiyor ve ırgatlık zamanı geliyor. Belendeki Elekçi Oturan’da buğday biçmeye başlıyor. O zamanlar, her iş insan ve bilek gücüyle yapılmaktaydı. Omar Emmi, tırpanla tarlayı biçiyor bir taraftan da çocukların yükü altında eziliyor. Tek başına bu beş çocukla nasıl baş edeceği kafasını kurcalayıp durmaktadır. Beş öksüz çocuk da babalarının yanında oynamakta, bazen pınardan babalarına su getirmekteler. Ara sıra kavga yapıyorlar, ağlıyorlar; zaman zaman gülüyorlar. Çocuk işte bilirsiniz ya.
Omar Emmi, çocuklarına diyor ki:
“Yavrularım! Ben tarladan köye varana kadar aşın suyunu koyun. Ben geleceğim. Beni bekleyin.” Çocuklarını köye yolluyor. Çocuklar yolda oynaya güle yokuşlardan inerek köye ulaşıyorlar. Köye ulaşınca aşın suyunu ocağa koyuyorlar. Çocukları köye gönderdikten sonra Omar Emmi, etrafındaki ekin biçenlere bakıyor ki herkes tarlasını biçerken şen şakrak, ne kadar da mutlular. Komşu ve akrabası Kösaller, türkü söylüyorlar, uzun hava çekiyorlar, sonra şakalaşmalar ve gülüşmelerin ardı arasını kesmiyorlar. Diğer tarlaları biçenler de aynı terennüme devam ediyorlar. Herkes mutlu, çoluğu, çocuğu karısı yanlarında dertleri, gam ve kederleri yok. Omar Emmi ise esaret çilesinin ardından, evdeki bu yokluk belini bükmekte ve dert yumağı olarak bedenini sarmaktadır. Çocuklar tarladan eve varmışlar ocağa aşın suyunu koyup babalarını beklemeye başlamışlar.
Öksüz çocuklar:
“Babamız eve gelecekte bize aş pişirecek” diye bekleyip durmaktalar. Çocuklar, babalarının tarladan dönmelerini beklerken açlıktan uyuya kalmışlar. Ocaktaki kazanda kaynayan su çekilmiş, buharlaşmış ve kazan dibine yanmış. Omar Emmi’nin Oğlu Gazi Ali, bu olayı daha sonraları hatırladıkça günlerce ağlarmış. Gazi Ali ve oğulları Elekçi Oturan’da çalı ışkını kesiyorlardı. Gazi Ali’nin torunu Fadik, yaşadığı bir olayı şöyle anlatır:
“Ben, Elekçi Oturan’da dedem Ali’in tarlanın içinden kestiği ışkınları bir araya toplayıp yakıyordum. Sonra pınara su içmeye gittim. Orada biraz oyalandım. Dedemin yanına geç döndüm.
Benim gecikmemden endişelenen dedem Omar’ın Ali, bana:
“Kızım Fadik nerden geliyorsun?” dedi.
Ben de:
“Dede! Omar asılandan su içtim de oradan geliyom.” deyince Yaşlı Ali dedem ağlamaya başladı. Gözlerinden akan yaşlar yağmur gibi yanaklarına süzülüyordu. Dedem, babası Omar’ın Elekçi Oturan’da asıldığı olayı hatırlayınca ağlamaktan kendini alamazdı. O, babası burada asılarak öldüğünde ne acılar, ne sıkıntılar çekmişti bir bilseniz. Bu olayı hatırlayınca hep ağlardı. Gözleri kan çanağına dönerdi…”
Çocuklarının bu durumunu gören Omar Emmi, bu dünyada yaşamamın kendisine haram olduğu düşüncesine kapılır. Çocukların yoklukla mücadele etmesine dayanamaz.
Omar Emmi:
“Ben öksüz çocuklarımla nasıl başa çıkarım? Bu öksüz çocuklarımı tek başıma nasıl büyütürüm? Onların ihtiyaçlarını nasıl karşılarım? Benim bu dünyada yaşamam haramdır.” Der. Kafasını kurcalayan binlerce soru vardır. Bu sorulara bir türlü cevap veremez. Sorular kafasını kemirdikçe kemirir. Omar Emmi, başından onca geçen sıkıntılara ve çilelere rağmen sabretmiş. Artık durum dayanılmaz noktalara gelmişti. Öksüz çocukların bu durumuyla mücadele edememekten korkuyordu. Çocukların bu durumu belini büküyordu. Nefsine ve şeytana uyararak talihsiz bir karar veriyor. Tırpanı tarlanın ortasına dikiyor. Sık Eşme’ye iniyor orada bir cigara yakıyor. Yanına aldığı ipi pınarın başındaki indiriz ağacına takıyor.
Omar Emmi:
“Ben, bu öksüz çocuklarıma nasıl bakarım? Ben, bu öksüz yavrularıma nasıl bakarım? Ben, bu öksüz çocuklarımı nasıl büyütürüm?” diye söyleniyor kendi kendine. O, kadar psikolojik bunalıma girmiştir ki şuurunu kaybetmiştir. Herkes köye döndükten sonra indiriz ağacına takmış olduğu ipi boynuna geçiriyor ve kendini asarak oracıkta hayatına son veriyor. O zamanlar, ırgatlık zamanında tarlada yatma vardı. Köye gidip gelme pek olmazdı. Böylece erken işe başlanır, işten geç çıkılır ve ırgatlıktan çabuk kalkarlardı. Kösalin tarlalar da Omar Emmi’nin tarlasına ve tarlada yattıkları yere yakındır. Pınar (çeşme) dere kenarında olduğu için intihar olayı gözükmez ve ses de duyulmaz. Kösalin hanımlar, akşam yemeği için pınara suya geldiklerinde bir de ne görsünler! Omar Emmi’nin kendisini indiriz ağacına asmış olduğunu görürler. Bu dramatik durumu görenler, bağrışırlar ve çığrışırlar. Suya gelen Kösalın hanımlar, bu acı haberi erkeklerine derhal verirler.
Kösalın hanımlar:
“Gelsenize! Gelsenize! Yetişin neredesiniz? Omar emmimiz asılmış, yetişiiin…” diye bağırıp çağırmışlar. Kösalın erkekler, koşarak olay yerine gelmişler, Omar emmilerinin cansız bedenini ağaçta asılı bulmuşlar. Cansız bedeni ipten almışlar. Ağlamışlar, yanmışlar ve sızlamışlar. Büyük acılar yaşamışlar, olaya tanık olanlar...
Oradakiler:
“Ölenle ölünmez. Bir an önce cenazeyi köye ulaştırıp mezara defnetmek gerekir. Bir Müslümana cenaze namazını kılarak cenazeyi defnetmek yakışır. Ne yapalım ne edelim? Bir yığın merdivenine iyice sarıp gecenin karanlığında cenazeyi köye götürelim.” Demişler. Cenazeyi yığın merdivenine sararak köyün yolunu tutmuşlar. Gece yarısı, dere tepe demeden köye kadar taşımışlar. Cenaze taşıma işi gerçekten çok zordur. Yükü de çok ağırdır. Köye zor şartlar altında ulaşan cenazeyi gören akrabaları ve çocukları ağlamaktan kırılıp geçmişler. Hele çocuklar, birbirlerine sarılıp öyle ağlamışlar ki orada toplanan bütün köylüler bu ağıt karşısında dayanamayıp gözyaşlarını tutamamışlar. Kadınlar ve erkekler; diyeşet dizmişler, ağıtlar yakmışlar… Cenazeyi defnetmek için ertesi günü mezarlığı eşmişler, cenazeyi yıkamışlar ve cenaze namazını kılmışlar, omuzlarda taşıyarak köy mezarlığına defnetmişler. Bundan sonra öksüzlerin işi daha da zordu. Anne önceden vefat etmişti. Şimdi babaları da vefat etti. Çile dolu hayat, daha büyük boyutlara ulaşmıştı. Öksüz ve yetimler bundan sonra ne yapacaklardı? Ne gibi bir imtihanla karşılaşacaklardı?
Omar Emmi’nin çocuklarından Arife’yi eşkıyalar dağa kaldırıyorlarmış. O zamanlar, eşkıyalar çok yaygındır. Bu zorbalarla ülkenin her tarafında karşılaşabilirsiniz. Bu haydutlar; hırsızlık yaparlar, cinayet işlerler, ırza ve namusa dolanırlar… Bildiğiniz gibi öksüz ve yetimler sahipsiz olur. Gelen vurur, giden vurur. Genç kız Arife’nin eşkıyalar tarafından dağa kaldırıldığını gören Hacılin Deli Osman, hanım kız Arife’yi eşkıyaların ellerinden alıp sağ selamet kurtarmış. Sonraları gönül rızasıyla bu yetim hanım kız Arife’yi Hacılin Deli Osman’a nikâhlamışlar. Hacılin Deli Osman ve Arife Hanım’dan Cırıl Üsün ve Hoca Dayı doğmuştur. Bunlar ailecek mutlu bir hayat sürmüşler…
Omar Emmi’nin oğlu Deli Hasan cinli biridir. Onun aklı bir gelir bir gidermiş. Allah kimseyi böyle bir evlatla imtihan etmesin. O, çoluğunu çocuğunu ve hanımını zaman zaman dövermiş. Herkes onun şerrinden korkarmış. Deli Hasan’ın dört kız, bir erkek çocuğu dünyaya gelmiş. O, delidir, doludur ama ailesine ve çocuklarına bağladır. Onları zaman zaman dövse de çok sevmektedir ve canı pahasına korumaktadır. Onların kılına zarar gelmesini istememektedir. Çocukları Kamer, Çekerek Hamzalı Köyünde evlenmiş, Zeynep Sorgun Gevrek Köyünde evlenmiş, Aniş ve Yeter Hanım da köyleri Karahacılı’da evlenmişler. Tek oğlan çocuğu Omar da (dedesinin adıdır) evlenmiş çoluk çocuk sahibi olmuştur. O, baba ocağına sahip çıkmaya çalışmıştır. Babasının tarlalarını ekip biçmiş, bağ ve bahçelerine bakmıştır. Çocuklar evlendikleri yerde sıkıntılı bir yaşam sürmüşlerse de mutluluğu ellerinden hiç bırakmamışlardır. Hayata sımsıkı tutunup çocuklarını o günün şartlarına göre güzelce yetiştirmeye çalışmışlardır…
Omar Emmi’nin oğlu Gazi Ali, Kelalilden Huyhuy Hanım ile evlenmiştir.
Omar Emmi’nin oğlu Mustafa’yı Çekerek’in Kahyalı Köyünde ikamet eden Hidayetegile azap vermişler. Yine aynı köy sakinlerinden İbiş’e de oğlu Hüseyin’i azap vermişler...
Görüyor musunuz? Babaları ve anneleri öldükten sonra çocuklar, çil yavrusu gibi dağılmışlar. Kimi azap durmuş, kimi çoban olmuş, kimi hizmetçi olmuş. Kimi köye bekçi durmuş… Yokluk sefalet ve çile ile hayat boyu boğuşup durmuşlar. Çocuk yaştaki bu yetim ve öksüzler, güçlerinin yetmeyeceği işe sürülmüşler. Hor görülmüşler dışlanmışlar, itilmişler ve kakılmışlardır. Çilenin ve ıstırabın acısını sürekli yaşamışlar. Bu Anadolu’nun kaderidir. Bu Bozkır’ın kaderidir. Bu Ortadoğu’nun kaderidir. Bu Orta Asya’nın kaderidir.
Çocuk yaşta Kahyalı Köyüne azap verilen Omar Emmi’nin oğulları yetim Mustafa ve Hüseyin, orada büyümüşler güzel hizmetlerde bulunmuşlardır. Kahyalı aileler, ailecek bu yetim çocukları çok sevmişler, bağırlarına basmışlar, adeta aileden biri olarak kabul etmişler. Mustafa, Hüseyin’den daha büyüktür. Mustafa orta boylu geniş alınlı esmer biridir. O kadar yakışıklı o, kadar yakışıklıdır ki çevredeki kızların yüreklerini yakmaktadır. Ağası Hidayetin kızı Elmas Mustafa’ya abayı yakmıştır. Mustafa da onu sevmiş, ona bağlanmış ve tutulmuştur. İki genç birbirlerine delicesine âşık olmuşlardır. Elmas güzel mi güzel bir kızdır. Selvi boyludur. Ela gözlüdür. Zayıfça bir hanım kızdır. Gençlerin biri ağa kızı, diğeri ise kimsesiz bir azap ve çobandır. Ağanın kızı Elmas, bir çobana veya azaba hiç verilir mi? “El ne der? El bu durumu gördü mü bizi dahdah delisi eder.” Anadolu’da şu; “El gördü mü?” “El ne der?” “Ele güne ne deriz?” “El bizi kınar.” Sözcükleri yok mu? Bu sözler, insanı kahreder durur. Biz, el için mi yaşıyoruz ya da yaşayacağız? Doğru bildiğimiz yolda neden gitmiyoruz? Hidayet Ağa kızını Mustafa’ya vermeye razı olmamış. Hidayet Ağa, Mustafa ve Hüseyin’in azaplığına son verip onları köylerine yollamıştır. Karahacılı Köyünden Ekdi Dayı, Zile’ye giderken Kahyalı köyünde Hidayetgile misafir olmuş. Orada konaklarken kara sevdalı Elmas, gizlice Ekdi Dayının yanına gelmiş.
Elmas:
“Ekdi Dayı! Kölen olam! Ben, sizin köyden Omar Emmi’nin oğlu Mustafa’ya varmak istiyorum. Ancak beni istemediğim halde Hamzalı köyünden birine verdiler. Mustafa köyden gelsin, bizim eve girsin, dene damındaki çuvalın arkasına saklansın ve herkes teravih namazına camiye girince bu esnada beni kaçırsın.” Demiş. Ekdi Dayı, ertesi günü Kahyalı köyünden kendi köyüne yaya olarak dönmüş. Köye dönünce Mustafa’yı çağırmış, damın üstüne çıkmışlar, orada Kahyalı Elmas kızın anlattıklarını Mustafa’ya bir bir söylemiş. Bu ikisi dam başında gizlice konuşurlarken Omar Emmi’nin oğlu Gazi Ali’nin hanımı Huyhuy Hanım, Ekdi Dayı ile kayını Mustafa’nın konuştuklarını gizlice dinlemiş. Bu kız kaçırma işini bozmak için Tıngır’ın yanına gitmiş.
Huyhuy Hanım Tıngıra:
“Sana iki çinik buğday vereyim. Kayınım Mustafa’nın Kahyalı Köyünden Hidayetgilin Elmas’ı kaçırma olayını kızın babası Hidayet Ağa’ya git bildir.” Demiş. Tıngır da iki çinik buğdaya aldanmış ve iki sevdalıyı ayırmak için kara kedi gibi yollara düşmüş. Tıngır Kahyalı’ya düz yoldan gitmiş, kızı kaçırmak isteyen sevdalı Mustafa ise dağlardan gizlenerek gitmiş. Nihayetinde her ikisi de Kahayalı’ya varmışlar. Mustafa kendisine haber verildiği gibi Hidayet Ağa’nın dene damındaki çuvalın arakasına saklanmış ve herkesin teravihe gitmesini beklemeye başlamış. Tıngır da iftarda kızın babası Hidayet’in evine misafir olmuş ve orucunu orada açarak iftar etmiş. Akşama namazlarını kılmışlar, çaylarını içmişler. Teravih namazına camiye gitmek için hazırlık yapmışlar.
Bu arada Tıngır, haberi patlatmış:
“Siz nereye gidiyorsunuz? Birazdan Karahacılı köyünden sizin eski azabınız (çobanınız) yetim Mustafa, kazınız Elmas’ı kaçıracak. Bana inanmıyorsanız, hazın (dene) damındaki çuvalın arkasına gidin ve bakın.” Demiş. Hidayet Ağa ve oğulları hazin (dene) damındaki çuvalın arkasına bakmışlar ki delikanlı Çoban (azap) Mustafa orda gizlenmiş sevdiği kız olan Elmas’ı beklemektedir. Onu orada yakalamışlar ölünceye kadar dövmüşler. Oradaki ev hanımları, delikanlı Çoban Mustafa’nın özerine yatarak onu ölümden korumuşalar. Kahyalı İbiş, olayı duymuş ve koşarak oraya gelmiş…
İbiş Hidayet Ağagile:
“Mustafa’nın yerine beni öldürün.” demiş ve onu zorla bıraktırmış ellerinden.
Kahyalı İbiş:
“Vicdansızlar! Bir insan bu kadar mı dövülür? Siz de hiç din, iman ve ahlak yok mudur?” demiş. İbiş Mustafa’yı yara bere, kırık çıkık içinde sırtına almış, doğruca kendi evine götürmüş. Onun için bir davar keşmiş ve o davarın derisine Mustafa’yı çekmiş. Mustafa bir hafta orada akılsız, beyinsiz ve kendinden bi haber yatmış. Bir haftadan sonra Azap (çoban) Mustafa yavaş yavaş kendine gelmiş. İbiş Mustafa’yı bir eşeğe bindirmiş köyüne götürmüş. Yetim Azap Mustafa, kendi köyüne gelmiş. Evlerinin eşiğine gelince zor ayakta duran Mustafa, kardeşi Gazi Ali’ye:
“Kardaşım! Ben bu eve girmem. Benim bu eve girmem için ilkönce eşin Huyhuy Hanımı terk etmen lazım, ondan sonra eve gireyim.” demiş. Anne ve babasını kaybeden Yetim Gazi Ali orta boylu, buğday benizli yiğit bir delikanlıdır. Sözü senet gibidir. Çocukluğundan beri en çok çile çekenlerden biridir o. Gazi Ali, kardeşi Mustafa’dan olan biteni dinledikten sonra onun bu sözleri üzerine o andan itibaren hanımı Huyhuy ile arası açılmış ve onu boşamış. Çünkü Mustafa’nın bu duruma gelmesine sebep olan kardeşinin karısı Huyhuy Hanım’dır. Mustafa boş durmamış ve intikam almak için kolları sıvamış…
Yetim Mustafa, emmisinin kızı Kinikhalilin karısı Aniş Hanım’a demiş ki:
“Emmi kızı! Sen bu işi kardeşim Ali için göreceksin. Tıngır’ın kızı Melek, Kavakalan köyünden Kör Kadir’e nişanlıdır. Emmi kızı ne yap ne et, sen bu kızı kandır. Tıngır’ın kızı Melek’i kardaşım Ali’ye kaçıralım. O, benim işimi bozdu ve beni ölünceye kadar dövdürdü. Ben ölümden döndüm, üstelik sevdiğim kızı da eller aldı...
Emmim kızı Aniş, bak iyi dinle! Bu gün Melek’in nişanlısı Kör Kadir, Kavakalanı köyünden bizim köye nişanlısı Melek’i görmeye gelmiş. Daha ilk defa, nişanlısı Melek’i görecekmiş. Eğer Melek nişanlısı Kör Kadir’i görürse kardeşim Ali’ye varmaz. O zaman onu kandıramazsın. Nişanlısıyla görüşmeden kızı ne yap ne et, kardeşime ayarla. Kardeşim Ali’nin kendisine sevdalı olduğunu söyle. İyice anlat…” demiş.
Aniş Hanım da:
“Tamam, emmioğlu sen bu işi oldu bil.” Demiş. Bu olay Gıdılıgilin pınarın başında oluyor. Aniş Hanım; Karaoğlangilin kızı, Kinikhalilin karısı Şevket ve Adil’in bacısıdır. Aniş Hanım, Gıdılıgilin pınara varmış. Tıngır’ın kızı Melek de oradaki yunaklıkta yunak yuyormuş. Aniş Hanım yunaklığa varmış ve Melek’e:
“Kız Melek! Omar Emmi’nin Ali’ye var. Omar Emmi’nin Ali sana tutkundur, seni çok seviyor. Sana âşıktır.” Demiş. Aniş Hanım, Mustafa’nın söylediklerini tek tek iyice Melek’e anlatmış. Biraz da kendinden katarak durumu iyice izah ederek onu ikna etmiş. Melek, Aniş Hanım’ın anlattıklarına kanmış ve:
“Evet, Omar Emmi’nin Aliye varırım.” demiş.
Melek annesine demiş ki:
“Ana! Ben Garazgile gidip başımın beliğini ördüreceğim, haberiniz olsun.” Aslında Melek kaçmaya çoktan karar vermiş. Garazgile gitmiş, başının beliğini ördürmüş, oradan çıktıktan sonra Gazi Ali’nin kardeşi Deli Hasan’ın hanımı Fatma Garının yanına varmış.
Fatma Garı Melek’i görünce demiş ki:
“Öne Melek kızım niye geldin?”
Melek:
“Ben, kayının Ali’ye geldim. Ona kaçtım.” demiş. Fatma Garı bu haberi duyunca telaşlanmış.
Fatma Garı:
“Kocam Deli Hasan gelir ve bunu duyarsa beni öldürür.” demiş.
Fatma Garı bu duydukları üzerine Omar Emmi’nin oğlu Gazi Ali’nin büyük eve gitmiş. Oraya varmış ki orada Mustafa ve Tembel’in Ismayıl oturuyorlarmış. Fatma Garı, kayını Mustafa’yı yanına çağırmış ve:
“Mustafa, sana önemli bir şey diyeceğim. Tıngır’ın kızı Melek, ‘kardeşin Ali’ye geldim, ona kaçtım’ diye bizim eve geldi ve evin köşesine oturdu. Abin Deli Hasan gelmeden kız al, buraya getir.” demiş.
Mustafa, Tembel’in Ismayıl’a demiş ki:
“Ismayıl kardeşim! Tıngır’ın kızı Melek, Ali kardeşime gelmiş, ona kaçmış. Onu alıp beraberce eve getirelim. İki genci baş göz edelim.”
Orada bulunan Gazi Ali:
“Ben evlenmem! O kızı da almam. Kesinlikle almam.” Demiş. Gazi Ali’nin bu sözleri üzerine
Tembel’in Ismayıl:
Sen ne biçim bir adamsın! Senin ayağına kadar gelen bir hanım kız için nasıl ilgisiz kalırsın? Kız seni seviyor. Kız, sana sevdalı ve âşıktır. Bir delikanlıya ona kucak açmak gerekmez mi?” demiş ve Gazi Ali’ye öyle okkalı bir tokat yapıştırmış ki gözlerinden ateşler saçılmış. Kızı alıp büyük eve getirmişler. Gazi Ali ile Melek’i bir odaya kapatarak kapıyı üzerlerine kilitlemişler. Gazi Ali ve Melek bu odada karı koca olmuşlar.
Meleğin babası Tıngır, evine geliyor ve karısına:
“Kızım melek nerde?” diye soruyor.
Melek’in annesi kocasına şakasına diyor ki:
“Melek kocaya kaçtı. Nereye gidecek ki herif. Garazgile başını ördürmeye gitti. Birazdan gelir.” Bir hayli beklemişler, ne gelen var ne de giden. Kızı aramaya başlamışlar. Garazgilin orayı yoklamışlar, orada Melek yok. Sağı, solu aramışalar yine yok. Sanki yer yarılmış Melek oraya girip saklanmış. Oysa Melek çoktan kaçıp gitmiş. Haberi öğrenen Melek’in babası kızgınlıkla koşarak eve gelmiş, Melek’in annesinin koluna keseri vurmuş ve kolunu kırmış. Melek’i aramışlar, taramışlar yok. Kızın kaçtığını öğrenmişler öğrenmesinde de kime kaçtığını bilememişler. Bu durumda Omar Emmi’nin büyük oğlu Gazi Ali’den şüphelenmişler. Ailecek doğruca oraya koşmuşlar. Oraya varmışlar ki kapı iki gencin de üzerlerine kilitli. Kapının anahtarı ortalıklarda yok. Melek’in anne ve babası kızgın ve öfkeli bir şekilde damın bacasına çıkmışlar. Bacanın üzerindeki sepeti kırmışlar, bacayı da dağıtmışlar. Saklandıkları evin camını çerçevesini indirerek yerle bir etmişler. Bu arada kızın nişanlısı Kör Kadir, o gece Karasangilin odada misafir olarak yatmaktaydı.
Kör Kadir, sabahleyin bu olayı duyunca:
“Bu kızdan bana hayır yok.” deyip çekip kendi köyüne dönmüş...
Gazi Ali ile Melek Hanım mutlu bir evlilik sürdürmüşlerdir. Onların evliliklerinden üç oğlan bir kız olmuştur. Erkek çocukları; Satılmış, İsmail ve Rızadır. Hayatta kalan tek kız çocuğu ise Fatiş’tir (Fatma). Çocukların hepsi kendi köylerinden sevdikleri ile evlenip çoluk çocuğa karışmıştır. İsmail genç yaşta vefat etmiştir. Kocası vefat eden Ayşe Hanım kocaya varmıştır. Böylece çocukları yetim kalarak yokluk içinde anne ve babasız olarak büyümüşlerdir. Satılmış (Köhneli), Rıza ve Fatiş yaşlı olarak vefat etmişlerdir. Gazi Ali, çocuklarıyla çalışmış, didinmiş varlık sahibi olmuştur. Kendi yaşadığı yoksulluğu çocuklarına yaşatmamıştır.
Omar Emmi’nin oğlu Yetim Mustafa evlenemeden genç yaşta yokluk içinde ölmüştür. Dünyaya gariban gelmiş, dünyadan da gariban olarak muradına eremeden göçüp gitmiştir.
Omar Emmi’nin oğlu Yetim Hüseyin genç yaştaydı. O, orta boylu, zayıf bir delikanlıydı. Bıyıkları henüz terlememişti. Simsiyah üzüm gibi saçları vardı. Kirpikleri ok gibiydi. Alnı dardı. Yüzlerinde gamzesi vardı. Henüz evlenmemişti. Onun da her genç gibi evlenip çoluk çocuğa karışıp mutlu olmak gibi hayalleri vardı. O da kardeşleri gibi Kahyalı Köyünde çobanlık ve azaplık yapmıştı. Çile ve ıstırap hamuruyla o da yoğrulmuştu. Hastaydı hem de çok hastaydı. Yokluk içinde büyümüş, iyi beslenememişti. İyileşmeden askere gitmek istemiyordu. İyileştikten sonra askerlik görevini yapmak istiyordu. Bu durumda asker kaçağı durumuna düşmüştü.
Karahacılı Köyündeki İbiş boyunduruğa dolanan kağnı kayışını kaybetmişti. Bu İbiş’i Kahayalı Köyündeki İbiş ile karıştırtmayalım. Karahacılılı İbiş, boyunduruk kayışının kaybolmasından Yetim Hüseyin’i sorumlu tutmuş. Ne de olsa gariptir ve sahipsizdir. Kimsesi de yoktur. Arkası kalın değildir. Bir suçlu bulunacaksa o da yetim, öksüz ve gariban olmalıdır. Kelli felli, arkası kalın ve boynu sararmış adamlar, suçlu da olsa asla onlara dokunamazlar. Onların güçleri garibanlara ve kimsesizlere yeter. Nerde bir gariban var, hemen imiğine çökerler. Krahacılılı İbiş de Asker kaçağı Yetim Hüseyin’den şüphelenmiş. Onu suçlamış ve ona iftiralar atmıştır. Yetim Hüseyin kayışı almadığı halde İbiş:
“Hüseyin, boyunduruğun kayışını sen çaldın.” diye suçlamış durmadan. İbiş, güçlü arkası kalın ya Yetim Hüseyin’i Mercimeklik’te yakalar.
Karahacılılı İbiş Yetim Hüseyin’e:
“Bizim boyunduruk kayışını sen almışsın. Sen çalmışsın. Onu sakladığın yerden çıkar ve hemen ver. Yoksa olacaklardan sorumlu ben olmayacağım.” Der.
Yetim Hüseyin de:
“Vallahi, Billahi Tillahi! Boyunduruk kayışını ben almadım. Ben almadım…” Der.
Karahacılılı İbiş;
“Yalan söylüyorsun. Sen asker kaçağısın. Seni jandarmaya teslim edeceğim.” Der. Aralarında tartışma çıkmış. Karahacılılı İbiş, belinden kamayı çıkarıp Yetim Hüseyin’in karnına saplamış. Gövdesini delik deşik etmiş. Ağır yaralı olan Yetim Hüseyin eve gelmiş. Acı ve sızısından evde durmamış. Köy kendisine dar gelmiş. Bu derin yarayla Örencik Köyü tarafına gitmiş. Kadışehri’nde askerlik görevi için askerlik şubesine teslim olmaya giderken yaraları azmış. Örencik Köyüne zar zor düşmüş. Oradaki buğday yığının dibine oturup soluklanayım demiş. Yarası enfeksiyon kapmış ve yaraya kurt düşmüş. Genç Yetim Hüseyin Kadışehri’nde askerlik şubesine ulaşamadan Örencik’teki bir tarlanın içindeki yığının dibinde bir gariban öksüz olarak son nefesini vermiş…
Bütün bunlar; asılarak intihar eden bir babanın evlatlarının başlarına gelen dramatik olaylardır. Anadolu’da bu tür olaylar çok yaşanmıştır. Bunun sonuçlarını çekenler de yine her zaman olduğu gibi masum çocuklar olmuştur. Annelere yapılan işkence ve iftira sonlarında ise anneler ya kendilerini asmışlar ya da bit ilacı içip hayatlarına son vermişlerdir. Yine çocuklar; yetim öksüz ve garip kalmıştır. Öksüz, yetim, garip ve kimsesiz kalan çocuklar da güçlüler tarafında ya köle gibi çalıştırılmışlar ya da itilip kakılmışlar ve ileri getirilmemişlerdir…
20.02.2021
Yozgat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.