- 798 Okunma
- 4 Yorum
- 5 Beğeni
790 - ŞERBET
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
Neslihan Hanım az gelmedi Virane’ye... İyileşinceye kadar derdini anlattı durdu. Şimdi hatırıma geliyor da anlattıkları... Kolay değil sara hastası bir adamla yaşamak! Hele son yılında olanlar! Bayılmaların sıklaşması... İlaç nedeniyle alınan aşırı kilolar...
“Kaldıramazsın, taşıyamazsın! Yatar uyur. Ağzından tükürükler çıkmaya başlar. Saatlerce yattığı olur. Sonra kendine gelir. Ne olduğunu hatırlamaz.” diyordu.
İlk zamanlarda ondan çok korkmuş. Yüzünün ifadesi çok fena bir hal alıyormuş. Nefessiz kalıyor, morarıyormuş. Bazen kafasını “Tak tak” dakikalarca yere vuruyormuş. Bunlardan hiç haberi olmuyormuş. Sinirsel bir olaymış. Nöroloji hastasıymış.
Gün geçtikçe ilaçların dozu arttırılmış. Nöbetler sıklaşmış. O bunlara sabır ve hoşgörüyle katlanmış. Nöbet esnasında çiş kaçırmalar oluyormuş. Yıkıyor, temizliyormuş. Ne yapsın! Kim yapacak!
“Senin bana anlatmak istediklerin var... Anlat bakalım!” derdi Define. O da hemen hemen hep aynı şeyleri anlatırdı. Aynı şeylerdi ama her zaman aynı heyecanla tekrar anlatırdı. İçinden atamadıklarıydı mutlaka. Hani bir yıkamada çıkmayan lekeler vardır... Aynı onlar gibi ruhuna işlemişti bence. Çıkmayan lekeler... Öyle duru suyla falan silmeyle geçecek cinsten olmayan... Kazınarak çıkarılabilen, çıksa da izi asla yok edilemeyecek cinsten... Öyle bir şeydi hastasının yaptığı hasar.
“Her seferinde öldüğünü zanneder, paniğe kapılır, çığlıklar atmaya başlardım! Sallardım sallardım, kendine gelmezdi! Dişleri kilitlenirdi, açılmazdı! Nefes alamadığını, dudaklarının patlıcan moruna dönmesinden anlardım. Ağzını açarsam belki nefes alır zannıyla müdahale etmeye çalışırdım.”
Gecede gündüzde, böyle bir hastayla baş başa olmak... Ne zaman ve nasıl geleceği belli olmayan bir kriz anında yapayalnız yardımcı olmaya çalışmak... Üstelik çok gençmiş o zamanlar.
“Kimselere diyemedim hastalığını. “Birilerinin yanında kriz gelirse! Ya anlarlarsa?” diye içim içimi yer bitirirdi! Hastalık ne onun suçuydu ne de benim ama ne dedikodular ederlerdi! Onun için onunla kalabalıklara girmemeyi tercih ederdik. Çoğu zaman evde vakit geçirirdik. Komşular falan anlamasın, bilmesin... Ancak iş yerinde de nöbet geldiği olurdu. İş arkadaşları hastalığından haberdardı.”
Daha sonraki yıllarda bir derken iki çocuk... Önce Betül, sonra Bülent... Çocukların önlerinde aniden yere düşmesi o vahim olayın tekrarı...
“İlk zamanlarda sık sık rahatsızlanmazdı zaten. Yılda ya da altı ayda bir... Giderek sıklaştı. Çocukların onu o halde görmelerini hiç istemezdim. Aniden yere düşmesini ve altına kaçırmasını... Ağzının bir yana burnunun bir yana gitmesini... Cereyana tutulmuş gibi aynı hareketi onlarca kez yapmasını... Hele yüzünün aldığı korkunç ifadeyi çocuklarımın görmesini hiç istemezdim ama zamanla gizlenemez bir hal aldı. Onların ne hale geldiklerini en iyi ben tahmin edebiliyordum. Çünkü ilk zamanlarda ben de aynı şeyleri hissetmiştim.”
“Sara hastaları, Allah’ın şanslı kullarıdır. Hastalıklarının, kendileri için bir nimet olarak bahşedildiğini bilenler, ondan hiç şikâyet etmezler. Sabrederler ama Eyüp sabrı gerekir. Şayet isyan etmezlerse, onlara sabırlarına karşılık olarak cennet verileceğinden bahsedilir. Doğrusunu Allah bilir.
Sana gelince Neslihan Hanım Kızım... “Bir hastaya vardın ise, bir yudum su verdin ise...” demiş Yunus. Yarın orada karşına gelecek ona yaptığın iyilikler. Verdiğin hizmet karşılığında Kevser Şarabı sunulacak İnşallah sana! Ondan içenler bir daha susamazlarmış. Sarhoş etmezmiş. Çok ama çok lezzetliymiş. Bildiğimiz su gibi de değilmiş. Biraz peltemsiymiş. Kar suyu gibi... Hem de buz gibiymiş. Ferahlatıcıymış. Üstelik Efendimizin elinden içilecekmiş. Ümmetine o sunacakmış. O, Kevser Havuzu’nun başında olacakmış. O şerbet, altın tasla ikram edilecekmiş cennetliklere. Ondan sonra orada onlara korku yok, eziyet yok, üzüntü yok, kaygı yok... Her an kesintisiz sevinç ve mutluluk var!” demişti Define.
“Ah Fazıl’ım ah!.. Sonunda ecel şerbetini içti! “Şerbet” dedin ya... Aklıma o geldi. Bazı insanlara, yani cennetlik olarak ölenlere, ölmek üzerelerken bir bardak şerbet sunulurmuş. Melekler ikram ederlermiş. Öyle diyorlar. Doğru mudur acaba? O da içmiş midir?” diye merakla sormuştu. Dede de:
“O kadarını bilmem. Nasıl ölündüğünü ölürken öğreneceğiz. Öyle diyenler var. Sekerat, yani ölüm sarhoşluğu içindeyken sanki ağaç dallarına uzanır gibi yukarılara uzananlar meyve koparır gibi yaparak onları ağızlarına götürenler, ısırır gibi, çiğner yutar gibi yapanlar varmış. Çok duydum bunları.
Bazılarına birkaç defa şahit olduğum da oldu. Yanında olanlardan birinin: “Cennet meyveleri yiyor. Perde açıldı. O tarafta ruhu! Kendinde değil. Ruhu ya geri gelir ya da gelmez! Son zamanlarda o tarafa gidip gidip geliyor. Böyle acayip şeyler yapıyor.” dediğini de işittim.
Hastalarda ağız kuruluğu olur. Belki o nedenle bir şeyler içtiklerini hissederler. Belki de gerçektir kendilerine ruhsal âlemde içecekler sunulduğu. Bazılarının hararetten dudakları çatlar. Ölüm esnasında hayli ağırlaşır hastalıklar. Ölümlerinin kolay olması için zemzem içirirler. İçemeyecek kadar ağır olanların ağızlarına pamukla damlatılır. Böylece hararetlerinin kesileceğine, canlarını kolay vereceklerine inanılır.
Fazıl Bey savmış sırasını! Sıra bizlerde... Nasıl yaşamışsak öyle öleceğiz. İyi yaşamalıyız ki iyi ölelim! Canımız, tereyağından kıl çekilir gibi çekilsin! Bütün damarlarımız, sinirlerimiz çekilip koparılırcasına değil... Mümine yakışır şekilde can verelim İnşallah! Allah o anda da yar ve yardımcımız olsun! Ölümün de hayırlısını nasip etsin!” diye bildiklerini sıralamıştı dede.
“Rahmetli de öleceğini söyledi. Vedalaştı. Helalleşti. “Ben beş gün içinde öleceğim. Sakın üzülme! Ben senden hoşnudum, Allah da hoşnut olsun İnşallah! Orada bir araya gelmemizi nasip etsin! Sakın ağlama! Ağlamak olanları değiştirmez! Sana hakkım, ananın ak sütü gibi helal olsun! Sen de hakkını helal et!” demişti. İnanmamıştım. İnanmak istememiştim ama dediği gibi de oldu!”
Define onu her defasında, hayatın yalan olduğunu, insanların bugün var yarın yok olduğunu tekrar tekrar söyleyerek teselli etmeye çalıştı . O da her seferinde bunları çok az farklarla tekrarladı durdu. Anladım ki insanın, içinde dertler, engin denizlerin dalgaları gibi çalkalanıp dururken sessiz kalması mümkün değilmiş. Kulaklarıma, kıyılara çarpan hırçın dalgaların sesleri gelmeye başladı. Rüzgârın uğultusu...
“Aşk ağlatır, dert söyletir!” derdi annem, arkadaşlarıyla sohbet ettiği esnada, yeri geldikçe. Define dert babasıdır, o da dert annesidir. Evde ve Virane’de almış olduğum eğitim gereği benim de olacağım o! Ben de dert ablası olurum büyük ihtimalle.
“Senin gibi kadın zor bulunur! Senin saflığında, temizliğinde... Ne vefalı bir eş olmuşsun! Aşk olsun!.. fakat hayat devam ediyor. Ölenle ölünmez ki!” diyordu dede.
“Herkes öyle diyor ama ben galiba onunla birlikte dünyadan gittim. O mezara gömüldü, ben yatağa…” diyordu o da. “Her hatırladığımda ağlıyorum. Hiç aklımdan çıkmıyor ki zaten! Nereye baksam o! Ne yesem ne içsem o geliyor hatırıma. “Rahmetli bunu severdi, şunu severdi. Bu şarkı bizim şarkımızdı. Bu şarkıyı duyduğumuzda kalkar dans ederdik.” Böyle neler neler geliyor aklıma! Hatırlamalar bir dursa, belki gözyaşlarım da duracak ama kafamın içi kırış kıyamet!..”
“Hayata yeniden başlamak gerek! Kesinlikle yanlış yapıyorsun! Bunu sen de biliyorsun!” diyordu dede ama o bildiğini okuyordu. Çünkü ateş düştüğü yeri yakıyordu!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 790
YORUMLAR
"ŞERBET" başlıklı yazınızı; yine bir tas soğuk şerbet niteliğinde içiverdim, şerbet tadında okudum. Güzel bir yazı....
İnsanoğlu kendini bildiği günden beridir görünen görünmeyen, tedavisi olan olmayan hastalıklarla yaşayarak hayatını sürdürmüştür günümüze değin. Tüm hastalıkların içinde tek bir hastalıktan korkarım; gönül hastalığı... Maneviyat tek ilacıdır kalbin, iyi bilmek gerekir. Tüm sevgiler oradır, eksilmesi insanlığı yok eder.
Saygılarımla Efendim.