- 534 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Elveda Çocukluğum
Duvarları kerpiçten örülü,
odası kireç badanalı,
buram buram toprak kokan bir evde geçti çocukluğumun en güzel yılları.
Yoktu öyle tavanlarında sallanan ışıltılı avizeler. Gaz kokulu, isli lambaların loş ışığında; uyku basardı, minderler üzerinde.
Öyle kuş tüyü yastıklarda görülen kabuslar değildi gördüğüm, başımı koyduğum hasır yastığımda.
Taşlardan yaptığım evlerin önüne çamurdan kuyular açıp, içerisine saldığım kâğıttan gemilerle köyün en güzel derelerine geziler düzenlerdim rüyalarımda.
Ta ki, annemin ellerinde bir kucak dolusu tezekle, gıcırdayan tahta sürgülü kapımızı, ayağıyla ittirme sesine açardık gözlerimizi.
Ayağıma taktığım lastiklerimle köyün meydanında şelale diyerek avutulduğumuz, yerden fışkırarak çıkan kaynak suyuyla yüzler yıkanırdı elbisemin kollarını havlu yaptığım günlerde. Aldırmazdım çorabım yırtık, topuğu delik lastik ayakkabılarıma su dolmuş; varsın dolsun. Annemin nasırlı elleriyle yaktığı tezeklerin közü, hiç sönmeyecek sanırdım sac sobamızda.
Sobanın üstündeki çaydanlık ve sağında solunda kızaran sac ekmeğinin kokusu kazındırırdı midemizi. Hele ekmeğin arasına koyup da yediğimiz çökeleğin doyulmazdı tadına.
Bilinir miydi hiç; Gemlik zeytini, Edirne peyniri, salamı, sosisi. O zamanların adı yoksulluktu. Sofraların en görkemlisin de bile, masalarda kurulup süslü tabaklarda senfoni eşliğinde yemekler yenilmezdi. Sininin etrafına dizilen en güzel minderler üzerinde başlardı bakır tastaki ayranı ve bir yumrukta kırılan soğanın cücüğünü kapışmalar.
Köyün tepesinde tozu dumana katıp gelen dolmuşun korna sesleriyle atılmaz mıydı kaşıklar. Ne de olsa şehir otobüsüydü; doluşmaz mıydık etrafına.
Arabadan inen esans kokulu şehirlilerin tepeden bakmalarıyla saklardık yaralı bereli ellerimizi.
İçime kadar çektiğim esans kokusunu, annemin arkasından girdiğim ahırdaki benekli dananın yanında kaybediyordum.
Elbette bizim de esanslarımız vardı dolaplarımızda, bayramı bekleyen misafir kolonyalar.
Elbette bize de gelecekti, şekeri bir dahaki seneye ertelenmiş bayramlar.
Biz neyi yaşadık, neyi gördük.
Biz; bakır sinide bir tabağın içerisine dalan beş kaşıkla lokmamızı böldük.
Mersedes değildi belki, ama biz; bize sadık kalan kara eşeğin yeni semeriyle övündük. Atının heybesi dolu çerçi Mehmet’ten bir kilo buğdayla takas ettiğimiz tahta tarakla saçlarımızı ördük.
Ha! Bir de annemin yastık altında ütülediği cepli fistanım vardı şehir kokan, bayrama saklayıp da giymeye kıyamadığım.
Uyku gelir miydi artık, yarın cebimin şekerle dolup dolamayacağını düşünmekten.
Bayramın ilk sabahı el öperdik, önce babamın elindeki yoksulluğu. Aslında, arifeden başlardı babamın huzursuzluğu. Haklıydı da, çocuk bu bilir miydi ki, cep delik cepken delik. Dedim ya, çocuk bu göremezdi ki babanın sakladığı mutsuzluğu, ama yanağımdan öperken, az da olsa anlardım, gözlerinde ki umutsuzluğu.
Camı kırık penceremizden uğuldayan rüzgârın sesine karışırdı birkaç kelimesi. Dolardı gözleri, konuşamazdı. Dudaklarının arasında kalırdı birkaç hecesi. Damda biriken karlar eriyip tahta tavan arasından sızardı minderlerin üzerine ve biz acaba bunu mu düşünür; bilemezdik.
Oysa; hep üzülerek geçermiş, babamın gecesi, gündüzü.
Ve çocukluk yıllarımdan hatırladığım birkaç kelimesi.
...Yüzün hep gülsün bebeğim, gülen yüzün solmasın
...Sen koru yüreğini kimseler dokunmasın
...Sakın üzgün görünme bebeğim, gören mutsuz sanmasın
...Koru tatlı canını, kimse hırpalamasın
...İyilikten yana ol bebeğim, haksızlık uğramasın
...Kötülerden uzak dur, sakın canın yanmasın
...Sen içini temiz tut bebeğim, kötüler Allah’a kalsın.
Bütün bunlar aklıma düştükçe, yüzüm al al oluyor, kızarıyorum. Sonra içime bir rahatlık düşüyor.
Kendimden bahsetmiyorum, evvel zaman içinde gördüğüm bir çocuk size anlattığım. Gizli gizli üzülen.
Duvarları kerpiçten örülü, odası kireç badanalı, toprak kokulu bir evde yaşanamamış çocukluğunun ifadesiydi süzülen.
...Ah ah !
... Avuçlarımın arasından kayıp giden toprak kokulu anılarım
ve anılarımdan çıkmayan çocukluğum.
...Elveda hepinize.
...Elveda çocukluğum.
*Müsadenizle*