- 868 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
'pain in the spleen'
‘İsterseniz baştan başlayabiliriz fakat önceliğimiz sizin bu korkunuzu yenmeniz için bir istenç var etmek. Bunun için bana yardım etmenizi istiyorum. Her gelişinizde korkularınızın üzerine gideceğinize dair sözler alıyorum ama siz yine, aynı odaya kendinizi hapsediyorsunuz. Eşinizin size yardım ettiğini söylemiştiniz. Az önce ‘hayır, o da bana artık acımıyor bile’ dediniz. Sizce hangisi doğru Aydın Bey?’
Aydın birden fazla kişiliğiyle hayatını devam ettiriyordu. En son karşılaştığımızda ‘malulen emekli olmayı kabul edeceğim, köye gitmek istiyorum’ demişti. Bunu yapmayacağına fazlasıyla emindim. Eşi ve çocuğundan ayrılma fikri ona pek güç geliyordu. Amacı bir fikre varmaktı ama ne düşünürse düşünsün sonuçta bir sandalye üzerinde kendini buluyor, üstü üstüne sigara içiyordu. ‘Bu ara üç pakete çıkardım sigarayı’ derken gözlerinde bağımlı olma arzusu yatıyordu. Herhangi bir şeye bağımlı olabilirdi: Sigara, çay, viski, kokain, kadınlar… Erekte olmakta güçlük çektiğini biliyordum. Kullandığı ilaçlar yalnızca beynini değil, vücudunu da uyuşturuyordu. Eşini ve çocuğunu merak ediyordum. İçimden ‘acaba böyle olmasına sebep eşiyle yaşadığı ciddi bir sorun olabilir mi’ diye geçtiği oluyordu. Malulen emekli olup, köyünde soğan patates yetiştirebilecek kadar güçlü ve sabırlı bir yaşam arzusundan da uzaktı!
…
İnsan istediği kadar sevsin, bu yeter mi bir şey mi? Ait olmak duygusuyla tanışmamış bir çocuk için, yetişkin birey olduğu zaman birini sevdiği ya da birinden sevgi gördüğü anda, o insana karşı aidiyet duyabileceğinize inanabiliyor musunuz? Ait olamama duygusundan nefret ediyordum. Başarmaya ne kadar çalışırsam çalışayım bir tarafıyla eksiklik duygusu ağır basıyor ve hissetmeye başladığım tam anlamıyla bir pislik gibi davranıyordum. Buna sebep olan duygu dün veya başka bir gün okuduğum gazete haberiyle alakadar olabilirdi:
‘…Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan S. N.’nin intihar girişimi öncesi bıraktığı not yürek burktu.’
Fotoğrafın üzeri blurlanmıştı. Lanet olası bir a4 kâğıdı bile değildi. Neydi bu saçmalık, intihar eden biri için daha ciddi bir hazırlık gerekmiyor muydu? Acele ettiği için bence ağır yaralandı. Eğer acele etmeseydi ve arkasında bıraktığı nota daha özenli davransaydı ekipleri böyle uğraştırmayacaktı. Umduğum gibi bu kötülüğün bile sınırlayıcı tarafı var. İntihar bir kötülük olabilir mi? En azından sınırlı bir kötülük olabilir. Onun gibilerin başına gelebilir ama benim başıma gelemez. Nihayetinde sınırlı sayıda intihar girişiminde bulunan ve girişimler sonucu ölenler var. Benim böyle bir saçmalıkla uğraşacak zamanım yok. İyi veya kötü ayrımını yapmanın bile güçleştiği karanlık bir masada yaratılmış, hatta sarı bir zarfa koyularak, mumla zarf itinayla kapatılmış olmalı. Uyuyamadığım için arabayı bir dere kenarına çekip, uyuduğum günlerden kalma bir ihtiyaç gereksinimi de diyebiliriz. İtina göstermek gerekiyor, her ne olursa olsun itinayla yazılmamış, saçma sapan bir sürü kelimeyle cümle bile olamamış intihar notuna kusura bakmayın da iyi gözle bakamıyorum.
…
Kütüphaneye onun için yazılmıştım. Uzun süredir aynı şeyi düşündüğümü fark ettim: ‘Bu sefer karar verdim ve kendisiyle konuşacağım.’ Doğruca masasına yönelecek, onunla konuşacaktım. Hiç olmadığım kadar iyimserdim. Kötü ne varsa geride, bir sokak ortasına arkamı dönmeksizin bırakmıştım. Yanına gidecek, onu ne kadar beğendiğimi, belki pek çok kez duyduğu haliyle ‘nasıl güzel olduğundan’ bahsedecektim. Montumun iç cebindeki gülün zarar görmesinden korkuyor, adımlarımı içtiğim sigaradan bir türlü ayrılamadığım için çok yavaş atıyordum. Doğduğu şehrin yağmurlarını gözlerimle görmesem de pek çok defa duymuştum. Denizinden, rüzgârından ve şehrin sokaklarına yayılan o güzel toprak kokusundan hikâyeler dinlemiş, en az onun kadar, onun sevdiği ve sahiplendiği kadar ait olduğu vilayete yönelik bağlılığım vardı. Kendime ‘son bir sigara’ daha söyledim. Bu sefer son olmalıydı.
Kamu kurum ve kuruluşları vasıtasıyla kaydı alınan her bir şeyini öğrenmiştim. Bu yüzden başka biri tarafından bir zamanlar nasıl da aşağılandığımı düşününce iyice arsızlaşıyorum. Ne yani, birinin hayatıyla alakalı bir şeyleri merak edip araştırınca suçlu mu oluyorum? TCK’da yüzlerde yer alan bir maddeye göre bu suçtu. İhlal basit haliyle olsa bile suç olarak kabul ediliyorsa ve bunun kanıtı da varsa sanığa hapis cezası bile verilebiliyordu. İşte ben, suçluyum; boktan bir yargı: Vurun kahpeye! Peki, gerçekten bunun sebebini soran oldu mu? Yine de kütüphanede çalışan memura bu yaptığımın en ufak zararı dokunmayacaktı. Sadece kendisine ‘Teras Kafede çay içebilir miyiz’ teklifinde bulunacaktım. Orayı seviyordum. Altıncı veya yedinci kattaydı sanırım ve ambiyansına garip bir takıntım vardı. Kendim mi bir hayalettim yoksa karşımdakiler mi hayaletti? Korkunç bir aidiyetsizlikle başa çıkamamanın üzerimde oluşturduğu stresten kurtulmak adına yaptığım her şeyi kabul ediyordum fakat beni kim duyuyordu: ‘Alo, orada mısın? Sesim geliyor mu? Ben… Peki, on milyonuncu kez suçlu olabilirim ama siz nasıl akladınız kendi ruhlarınızı? ‘ Bu insanın Türk olmasına rağmen Türk gibi hissetmesi çıkmazıyla da alakadar bir paralellik gösteriyor.
-Pardon, kaçıncı sınıftansınız?
-Anlamadım, pardon ne demek istediniz?
-Türk müsünüz siz?
-İyi misiniz Beyefendi? Bana da akıllısı çatmaz ki arkadaş! ‘Türk müsünüz’ ne demek arkadaşım? Elhamdülillah Türk’üm!
-Akıllısı niye çatsın size? Yahu hiç mi espri yeteneğiniz kalmadı? Dışarıda diyorum turistler istediği gibi zıkkımlanıp geziyor. Siz nasıl oldu da çıktınız diye merak ettim.
-Ha, öyle söylesenize Beyefendi! Hay Allah iyiliğinizi versin! Köpeğimi gezdirmeye dışarı çıktım. Ondan yani…
Kaçıncı sınıfta olduğumuzu bile kimse tınlamıyor. Siklenmiyorsan, siklemeyeceksin; bu kadar basit! Live and learn; en temel hassasiyetlerimiz için her bir şeyin sebebini uydurmadan direkt söyleyebilirsin de! Peki, sebebini kimse sormadı. Çünkü aslında sebebini kimse merak etmiyor. Açıklamalarım tıpası çekilmiş bir küveti doldurmak kadar nafile bir eylemdi. Öfkeyle engel olmaya, elimle basıncı yarmaya, fizik kurallarına karşı koymaya çalışıyordum. Aynı hastalıklı ruhların birbirini itmesi kadar normal bir şey de yoktur!
-Peki, Türk olmakla senin konunun ne alakası vardı?
-Bu bir benzetme! Saçma olduğu kadar da mantıklı bir benzetme diyebiliriz. Kendi vatanında parya olmaya alışkın bir ırkız. İlk önce zengin Arap döllerini ve birkaç göbekli daha sayabiliriz. Sonra son on yılda ülkene hesapsızca giren göçmenler ordusunu buna dâhil. Ortadoğu cehenneminde Fırat’a karşı ateşte turna pişirecek halimiz yok ya! Diğer yandan Türk müsün? Bekle. Her yerde bekleyeceksin. Neyi beklediğini söylemediler mi? Allah sana da verecek bir gün, hayırlısıyla bekle!
-Söylediklerinden bir bok anladıysam namert olayım!
Rahatsız mı oluyorsun? O zaman usulca çekip gideceksin. Bekledik bir süre ve düşünmek için karar aldık. Kuşku nefretin ezeli dostudur. ‘Ne hissettiğimi merak ediyor musun?’ Herkes için başka elbiseler giydirilmiş olsa da biz buna öfke diyoruz. Olduğumuz ve olabileceğimiz insan bu. Bir işte başarılı olmak, milyonlarca para kazanmak gibi basit meseleler haricinde olduğumuzdan farklı biri olamadığımız için daima kendimizden nefret edip duracağız. Çünkü iyinin yanı sıra belleğimize ‘daha iyi olabilirsin’ fısıltıları işlenmiş. ‘Daha iyi olabilirmişiz’ diye düşünüyoruz. Öfke duy ve patlat kafatasını sarmış beynini: Daha iyi ol! Daha iyi olduğunda ne değişecek? Öncelikle sigarayı bırak. Alkolü azalt ve mümkünse kullanma! Sağlıklı yaşaman lazım: Bir tayt alarak başlayabilirsin. İri ve sarkık kıçını, malafatını da saracak şekilde daracık bir taytla kaplamalısın. Ev bu iş için öncelik olmamalı. Spor salonuna en az altı aylık parayı peşin vererek yazılmalısın. Bisiklet al. Yokuşlarıyla ünlü bir ilçede mi yaşıyorsun? Siktir et, önemli olan o bisikleti alman. Evin bir köşesinde dekorasyon malzemesi olarak bile kullanabilirsin. Sağlığına önem göstermen daha iyi olman için önceliğin olduğun için özel sağlık sigortalarını araştır. Hangisi en ucuzsa ona yönelme! Kredi kartına birkaç taksitle check-in check-up hizmeti verecek özel sağlık sigortan sayesinde mutlu bir şekilde hasta olabilirsin. Evini yenile. Her yıl halılarını yıkat! Renginden ötürü değil, daha sağlıklı kılacağını bilerek evini her yıl nefes alabildiği iddia edilen boyalarla boyat. Sabah ve akşam mutlaka duşunu al ve ağzını günde altı kere gargara suretiyle temizle. Dişlerini fırçaladıktan sonra diş ip kullanmayı adet edin. Asitli içeceklerden uzak dur. Yeşil beslen, az ve hatta hiç ekmek tüketme. Şekeri hayatından çıkar. Mümkünse zeytinin karnından akan yağı mümkünse görerek al. Et tüketip karbon salınımı konusunda dünyaya zarar vermekten utanmıyor musun? Et yeme. Daha iyi olman için aşırı yağlı gıdalardan da mutlaka uzak dur!
…
Rahatlıkla başka birilerinin zamanını heba eden biri değilim. Bu yüzden zorlandığımı itiraf etmeliyim. Makyaj yapmayı bir türlü beceremiyordu. Esmer tenine koyu renkte yaptığı makyaj onun cazibesinin önüne bir set çekiyordu. Ruj sürdü mü dudaklarına en canlısından sürüyor, parmak uçlarındaki ojeleri en parlak siyah ya da kırmızıdan seçiyor ve uzun parmaklarını daha belirgin yapıyordu. Omzuna değmeye yeltenen kısacık saçları vardı. Siyah, düz ve karanlıktılar! O karanlığı, düzlüğün sonsuz gidilecek yollarını ve siyahlığını seviyordum. Neredeyse kendisinden duymuş kadar hayat hikâyesini biliyor, onun bana, benim bilmediğim hikâyelerinden bahsedeceği günü sabırsızca bekliyor ve umuyordum. ‘Giriş’ yazılı kapıdan içeri adımımı attım. Yarısı içilmemiş sigaramı çöp tenekesinin yanında söndürdüm. Hayatta en çok yarım bıraktığım sigaraya üzülüyorum. Bir de bir kez olsun candan sevilmediğime! Bu sefer hiçbir aksilik çıkmayacak, yüzüne gülümsedikten sonra ‘Teras Kafede çay içebilir miyiz’ diye nazik bir teklifte bulunacaktım. O ise ‘beni çok şaşırttınız, inanın ben de sizinle bir gün konuşabilir miyim diye ümit ediyordum. Demek o gün, bugün olacakmış! İnanın ben de sizden bunu duyduğuma çok memnun oldum. Beni dışarıda bekleyebilir misiniz? Biraz sahilde yürür, konuşuruz, sonra da kafeye gideriz’ diyecekti. Kitaplığın önünde ayakta durmuştu. Krem rengi bir bluz üzerindeydi. Altında iki çiçek deseni üzerine işlenmiş kot pantolonu vardı. Sadece pantolonun çiçeklerine bakıyor, yüzüne doğru gözüm kayınca hemen gözlerimi kaçırıyor ve ‘ne kadar da güzelsin, bakışlarımla güzelliğini kirletmekten çekiniyorum’ diye mırıldanıyordum.
Saçları, o düz ve biçimli siyah saçları başından aşağı parlak yakut sarkıtlarını andırırken, onun yanına elimde hiçbir şey olmadan mı gitsem yoksa sahilde beraber yürürken atıştırmalık çerez, meyve suyu mu alsam diye tereddütte kalmıştım. Montumun iç cebinde küçük bir paket çerez ve iki küçük kutu karışık meyve suyu vardı. Elimde bir kitap kendisine doğru yaklaşıyordum. Çok az bir zaman dilimi içerisinde ‘kitabı alacaktım da, yardımcı olabilir misiniz’ diye ağzımdan çıkanlara engel olamadım. Aslında elimdeki kitapla ne türden bir ilişkim olabilirdi ki? Aptalca bir durum içerisinde olmama rağmen ‘az biraz bekleteceğim sizi, hemen geliyorum’ sesiyle elimde kitapla olmayan bağımı bir süreliğine unutuverdim.
‘Beyefendi, beyefendi’ diye seslenilen insan benden başkası değildi! Başımı sevgilimden öte yana çevirdiğimde gördüğüm siluet karşısında elimdeki kitabı yere fırlatasım gelmişti. Yüzü karartılarla kaplanmış, siyah bir sis bulutunu andıran gövdesiyle karşımdaydı. Siyah ve biçim saçları bir an olsun ahizeli telefon kablosu gibi omzuna değmeden boşlukta sallanıyor, elleri her salise büyüdükçe büyüyor ve bana doğru uzatıp, beni boğacağını düşünmüştüm. Bir süre sonra elinin boşlukta ‘buyurun, yardımcı olayım size’ sesiyle masasına doğru beni çağırdığını fark ettim. Kitabı masaya bıraktığımda her şey normale dönmüştü. Az önce gördüğüm şeyler birer yanılsamadan ibaretti. Kitaba bir süre baktıktan sonra ‘bilgisayar bu aralar arızalı, deftere kayıt alıyoruz’ dedi. Benim için nereye neyi kaydettiğinin ne önemi vardı ki? ‘Öğrenci misiniz’ sorusuna bir süre zihnimde muhatap aradım. ‘Bana mı sordunuz’ diye, soruya soruyla karşılık verdim. ‘Bir roman değil sonuçta, aldığınız kitaptan bahsediyorum. Tıp mı okuyorsunuz?’ Aptalca bir muhabbetin içerisine her an dâhil olabilirdim ama onunla dâhil olmayı hayal bile edemezdim. ‘Tıp okumak için fazlasıyla geç kaldığımı düşünüyorum’ dedim. ‘Çok yaşlı mı görüyorsunuz kendinizi?’ Elindeki kalemi üst dudağının etrafında boşlukta dolandırıp ‘bıyığınızın varlığını bence sorun etmeyin, sizi çok yaşlı göstermiyor’ dedikten sonra ‘peki, eminsiniz değil mi, bu kitabı alıyorsunuz, yazıyorum deftere’ deyip dudaklarını kapattı. Tanı açısından öykünün, fizik muayenin ve morfolojinin önemi gittikçe karmaşıklaşan testlerin sayısı arttıkça daha bariz ortaya çıkıyor. Morfoloji özellikle hematolojinin olmazsa olmazlarından ve Wintrobe’un Klinik Hematoloji Atlası kitabı bu açıdan önemli bir kaynak. Peki, kitap tanıtımını okuduğum bu kitapla benim ne alakam var? Coğrafya atlası olsa, çocukken kendimi hiçbir şeye ait hissetmediğim anlarda yaptığım gibi yapar; atlastan bir harita açar ve uzunca süre ona bakıp hayal kurardım. Hematoloji, hemostaz ve platelet bozukukları, kan hastalıkları, morfoloji ve tanı öncesi öyküler gibi bir sürü tıbbi terim ve hadiseyle benim alakam neydi ki?
‘Pardon’ dedim, ‘bir saniye durur musunuz?’ Tam tarihin bugünü gösteren rakamını deftere atacakken onu durdurdum. ‘Bir şey mi oldu’ diye sordu. ‘Ben’ dedim, kekeledim; ‘bu kitabı nasıl ve hangi raftan aldığımı dahi bilmiyorum. Gözüme sanırım atlas kelimesi takıldığı için istemsizce elime aldım. Sizin yanınıza gelirken elim boş gelmek istemiyordum. En azından masanıza kadar gelip, kitabı siz kayıt altına alırken bir süre yanınızda olmak bana iyi gelecekti. Şimdi, olmam gereken iyi durumdan çok uzaktayım. Ben sadece…’ Gerçekten de kekeliyordum. Yumuşacık göğüs kıllarımın terden ıslandığını hissedebiliyordum. Gömleğimin daha kaç düğmesini açabilirdim ki? Gözlerime bakıyordu. Gözlüğünü çıkarıp, kuruyan gözlerini ıslatmak istercesine gözlerini sertçe kapatıp tekrar açtı. Bu hareketi üç kere daha yaptı. Sinirlendiğinde bu hareketi yapıyor olmalıydı. ‘Yani ne, ne istiyorsunuz? Ne için böyle bir şey yaptınız? Anlayamadım.’ Kitabı ve onu arkamda bırakıp, hızlı adımlarla masasından dış koridora doğru yürürken bağırıyordum:’ Yarın saat üçte Teras Kafede sizi bekliyor olacağım.’
…
Aydın intihar edeli altı gün oldu. Hastanenin beşinci katından kendisini beton otoparka doğru attığın gün, Teras Kafede onu bekliyordum. Bugün altıncı gün. Beş mi demek gerek yoksa altı mı; Aydın intihar etmek için pencereye çıktığında saat ikiyi on geçiyormuş. Ben o sıra teras kafenin çalışmayan asansörüne sövüp, merdivenleri tırmanıyordum. Hemşire eşinin kendisini aldattığını öğrendikten sonra intihara karar verdiğini duydum. Kendi ağzından bunları duyabilmemin mümkün değildi. Etrafa pek çok dedikodu yayılmıştı. Aydın’ın cenazesinde hüngür hüngür ağlayan eşinin timsah gözyaşları döktüğünden bahis açan olduğu kadar, aldattığını öğrenen eşinin kendisi yüzünden intihar ettiğini bilmenin verdiği vicdan azabından ağladığını iddia edenlerde vardı. Her gün saat iki buçuğa doğru teras kafenin terasında oturup onu bekliyorum. Demir korkuluğa dokunuyorum. Dilimle dokunmak istedim ancak pas tadını zihnim hatırladığı için vazgeçtim. Bu arada demir paslı değil, kıpkırmızı yağlı boyayla kaplıydı. Bir delinin kütüphaneden kaçarken söylediği son sözlerin üzerine hâlâ onu bekliyordum. Bugün cumartesi ise, bugün sekizinci gün olmalıydı. Söylenen günü saymamış olduğumuz için doğru olan rakam sekizdi. Sekizinci gündü. Ona, ‘yarın saat üçte Teras Kafede sizi bekliyor olacağım’ dediğimde bir Cuma günüydü. Bugün Cumartesi olduğuna göre, aradan bir hafta bir gün geçmişti. Şimdi sekizinci gündeydik. Fakat geçen hafta ki cumayı da saymamız gerekiyorsa dokuz gün mü geçmiş oluyordu? Hayır, sekiz; tamam, son kararım! Matematiğe böylesine işkence çektirdiğime diplomasız ayrıldığım fakülteler şahitti!
-Offfff, sigara dumanı rahatsız ediyor. Söyleyeceğim artık!
-Dur hemen celallenme! Ben de içiyorum sigara, bana bir şey demiyorsun da onun sigarası mı seni rahatsız etti?
-Seninkine alıştım sanırım. Ya seninki incecik bir şey, tamam sen de içme sigara, hatta evet niye içiyorsun ki sigara? Ama seninki ince işte ama ona baksana baca gibi tütüyor. Dumanı buraya geliyor. Öfff, gerçekten rahatsız oldum ama!
-Sakin ol, istersen başka masaya kalkalım mı?
-Ya biz niye başka masaya geçiyoruz ki anlamıyorum! Ne güzel hava var, kalkmış gelmiş terasın en güzel yerine bir de sigara içiyor burada! Anlamıyorum bu salak insanları ya, offff!
-Alınıyorum biraz da ben, bak ben de içiyorum görüyorsun değil mi?
-Ya sana demiyorum ki canım, sen de hemen alın ha! Sana değil balım, sana değil! Yok, vallahi dayanamayacağım ben söyleyeceğim. Hey, siz, hey pardon, bakar mısınız?
Arkası dönük arkadaşının kafası kaz gibiydi! Onun yüzü karıncayiyeni andırıyordu. Ağzını açtıkça yarım metre boyunda dili boşlukta sağı solu yalıyordu. Dil tabanı yuvarlak ama inceydi. Dilinin ucuna doğru bir üçgen uzanıyordu. Koninin ucunda küçük bir silindir varmış gibi uzanan dili ürkütücüydü. Yüzümü kapattım. Ayakkabımın ucunda duran metal kül tablasına sigaramı çoktan bırakmıştım. Bu uzun bir intihar mektubunun ilk tiradıydı. Aydın intihar ettikten sonra kendisinin hemofili hastası olduğunu öğrenmişler. Ben buna hiç inanmadım. Betona çarpan 85 kiloluk bir vücuttan bahsediyoruz. Kanın hangi seviyede koagülasyon sürecine geçeceğini hesaplamak için son derece yanlış bir ölüm öyküsünü ele aldıklarına inansam da, benim antitez sürecimin tıp dünyası adına bir veri bile sunacağına bedenimle beraber inanmıyorum. Altı litre kan, damarlarda dolaşan dört litre su, pek çok oynar veya sabit kemik, yırtılan kaslar, parçalanan kan ve lenf damarları… Bir çoğunun iğrenç diye nitelendirdiği o son görüntü, Aydın’ın yaşarken sahip olduğu organizmasının ana dayanaklarına parçalanmasından başka bir şey de değil!
Yanlarından geçip gidiyorum. Bugünde gelmedi, aslında biliyorum hiç gelmeyecekti, gelmeyecekte zaten! Yüzüne bakarken uzunca dilini ısırıyor genç kız. Korkunç bir yüz ifadesi ve maskesini çıkarmaktan bile korkuyor. Saçları sarardıkça sararıyor ve güneş bembeyaz bir telin üzerinde film şeridini baştan geri sayıyor: ‘Oh be gidiyor, bir an olsun hiç kalkmayacak ve ömrümün sonuna kadar sanki orada durup bana inat sigara içecek diye düşünüyordum.’ Ne iğrenç, ne aşağılık bir insanmışım! Aynı kurallar geçerli: ‘Pisliksin sen, pisliğin önde gideni! Sıçramadan ve sıçıp sıvamadan uzaklaş buradan!’ Sinsi pezevenklerle dolu bir ülkenin en özgür mekanı temiz bir tuvalet taşı. ‘Belki de fazla çaresiz gözüktüğünüz için bu taşın yumurtalarınıza dokunup, sizi üşüttüğünü filan düşüneceksiniz. Belki de bunu ciddi ciddi düşünüp, tuvalet taşlarını balyozla kırmak bile isteyebilirsiniz.’
Hâlâ sesini caddeden duyuyorum. Ampır ampır konuşmaya devam ediyor: ‘ Ya böyle saygısız insanlardan gerçekten bıktım usandım ya! Sonra bana takıntılı diyorlar. Ay benim nerem takıntılı? Bir de pis pis kedi gibi bıyık bırakmıştı gördün mü? Böyle insanlardan ne kadar uzak olursak o kadar iyi. Gerçekten normal değil bu tür insanlar. Bunları akıl hastanelerine yatırmalı.’
Gözyaşımı daha fazla tutacak gücüm kalmamıştı. Aydın için filan ağlamıyordum. Pezevenk iyi yaptı işte, kurtuldu bu aptal dünyadan. Üç gündür ona, ardından hiçbir not bırakmadan öldüğü için kızıyorum. En azından gerçekten nasıl başardığını okumak istiyordum. Aptalca gözyaşlarımı montumun kirli yüzeyiyle silerken, cebimdeki şişkinliği fark ettim. Küçük bir pakette kuruyemiş ve iki kutu karışık meyve suyu hâlâ fabrikadan çıktığı gibi duruyorlardı. Pipeti dişlerim arasında çiğnerken, kan gibi sıcak bir sıvının boğazımı yakarcasına mideme doğru indiğini hissediyordum. Bankta oturalı çok olmamıştı. Gözlerimi kapattığımda ‘bir gemi rotasını şaşırıp buraya vurmalı ve beni de paramparça edip öldürmeli, anca böylesi dehşetli bir güzel ölüm haberi paklar benim gibi aptalı’ diye hayal kurmaya başladım. Montumun diğer iç cebinde, zarf içinde duran kâğıdın okunması için hâlâ hassas olduğum için oturduğum banktan kalkıp, eve doğru yürümeye başladım. Benim ölümüm kansız ve susuz olmalıydı ki, kâğıdın içindekiler okunabilsin!
Yine de lanet olasıca çenesini kapatması için dilini iki parmağım arasında bir süre tutup bekletmem gerekiyordu. Bir avucumda kurumaya yüz tutmuş gül ciğerimi nefessiz bırakırken, asidi kuvvetli yarım metrelik dili çoktan kulaklarımı eritmişti bile!
YORUMLAR
‘…Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan S. N.’nin intihar girişimi öncesi bıraktığı not yürek burktu.”
isimlerimizin bas harfleri degisecek ve gazeteye atilan baslik hep ayni olacakmis gibi hissediyorum bazen..iyi yaziydi.tesekkurler hakkinsesi..
Aysebicakci tarafından 2.5.2021 10:51:07 zamanında düzenlenmiştir.