- 308 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SESSİZLİĞİN DİLİ
Paul Simon’ un “The Sound of Silence” şarkısını bilir misiniz? Hani şu, Amerikan başkanı John F. Kennedy’ nin bir suikast sonucu 1963’te ölümünden sonra Amerikan toplumu üzerine çöken sessizliği ve Amerikan halkının travmatik ruh halini yansıtan, “Merhaba Karanlık, Benim eski dostum / Seninle konuşmak için tekrar geldim.” diye başlayan şarkı.
Şarkının adı “Sessizliğin Sesi” anlamına geliyor. Daha edebi bir Türkçeyle “Sessizliğin Dili” şeklinde de dilimize çevirebilirsiniz. Her ne kadar şarkının bazı bölümlerinde Kennedy’nin ölümünden sonra Amerikan toplumundaki sessizlik ve tepkisizlik havası eleştirilse de şarkı genel olarak müzik tarihinde sessizliği en iyi anlatan şarkılardan biri olarak yerini almıştır. Bu güzel şarkı bana da sessizlik üzerine bir yazı yazmak için ilham verdi.
Sessizliğin güzelliğini ilk olarak üniversitede okurken keşfetmiştim. Bursa’da geçen üniversite yıllarım sırasında zaman zaman yapmaktan en çok zevk aldığım şeylerden biri de Gemliğe ya da Mudanya’ya giderek kıyıda oturup denizi seyretmekti. Marmara, durgun, sessiz, mavi deniz, beni dostça karşılar, bağrına basar, masmavi dünyasını açar, bana her şeyi unutturur ve huzur verirdi. Marmara’nın maviliğini bazen dakikalarca bazen de saatlerce seyrederdim. Sükûta, mânâya, sırra dayalı bir sohbetimiz olurdu Marmara’yla.
Evet... sözün olmadığı, anlam üzerine kurulu bir sohbetti bu ama kelimelere dayalı sohbetlerden daha sırlı, daha gizemli ve daha güzeldi. O zamanlar, Marmara’ya o güzelliği, esrarı, mânâyı, ihtişamı veren şeyin de aslında sessizliği olduğunu anlamıştım.
Şimdi düşünüyorum da Marmara dile gelseydi, aramızda söze dayalı bir sohbet olsaydı, ya da Marmara bana şarkılar fısıldasaydı, örneğin. Öyle sanıyorum, o koskoca, masmavi denizin bütün o büyüsü, esrarı ve güzelliği kaybolurdu ve belki de birkaç ziyaretten sonra Marmara beni kendine çekmez olurdu.
Evet… sözsüz konuşabilmek, sözsüz anlaşabilmek güzel şey. Susmak ve anlamak, susarak anlatmak güzel şey. Sözcükler elbette konuşabilmemiz için var. Ama sessizliğin de bir esrarı, bir büyüsü yok mu sizce de. Derin denizlerin sessizliği sizleri de büyülememiş midir? Suskun, derin, kocaman bir maviliğin kıyısında hangimizin içini biraz korku, biraz hayranlık diye tarif edebileceğimiz, aslında tam olarak da tarif edemeyeceğimiz duygular kaplamamıştır. Ve hangimizin kalbi ürpermelerle dolmamıştır. Dalgalı denizlerin durgun, mavi denizler kadar görkemli olmadıklarını söylesem bana katılmaz mısınız? Sessizlik ya da eskilerin deyimiyle “sükut” size de, zaman zaman da olsa, daha anlamlı ve daha gizemli gelmemiş midir?
Aslında insanı insan yapan bütün değerler: Aşk, sevgi, sabır, hoş görü, özveri, sözün bittiği yerde başlamıyor mu? Sözün bittiği yerde başlamıyor mu sanat, edebiyat, resim, müzik gibi yaşamımıza renk katan bütün güzellikler. An geliyor duyguları sese dönüştürmek yetersiz kalıyor ya da anlamsızlaşıyor. Bazı şeyler var ki anlatılamıyor, anlaşılmayı bekliyorlar. Yine an geliyor hiçbir söz, hiçbir konuşma sessizlik veya ortaya konan iş kadar etkili olamıyor. Bu yüzden bir İngiliz atasözünde de “Actions speak louder than words” der. Yani “Hareketler sözcüklerden daha gür sesle konuşur.”
Sükûtun sırrına eren, onun güzelliğini anlayan ve onu en iyi anlatanlardan biri de 19.yüzyılda yaşayan, Fransız şair ve yazar Alfred Comte de Vigny’dir. “Evrende yüce olan ancak sessizliktir. Bundan ötesi zayıflıktır, acizliktir.” diyor Vigny. Aristokrat bir aileden gelen ve sık sık av partilerine katılan Vigny sessizliğin yüceliğini de yine bir kurt avında fark edecektir. Fransız şair, kendisi gibi soylu arkadaşlarıyla çıktığı bir kurt avında, vahşi ormanlarla kaplı bir dağda, bir erkek kurdun dişisi ve iki yavrusunu kurtarmak için verdiği savaşa tanıklık eder ve bundan çok etkilenir. Avcılar bembeyaz karlar üzerindeki ayak izlerinden, az önce oradan geçmiş olan iki kurt ve iki yavrusunun yerlerini belirlerler, silahlarını hazırlarlar ve bu kurt ailesinin bütün kaçış yollarını kapatırlar. Kendisine, dişisine ve yavrularına saldırmak üzere olan bu avcıları hisseden erkek kurt için artık karşı koymak ve kahramanca hayatını feda etmekten başka çare kalmamıştır. Pençelerini az sonra kendisine mezar olacak karlara saplar ve bekler. Av köpeklerinin en iri ve saldırgan olanını gözüne kestirir ve onun işini bitirir. Köpeğin boynu erkek kurdun dişleri arasındadır. Avcılar habire ateş ederler. Kamalarını kurdun böğrüne kabzalarına kadar saplarlar. Fakat kurt hiç inlemeden, ızdırabını sessizce yudumlayıp, öylece düşmanlarına bakmaktadır.
Şair o anda kurdun gözlerinde sessizliğin yüceliğini okumuştur. Bu yücelik şaire, ağlamanın, inlemenin ve yalvarmanın ancak bir zayıflık olduğunu anlatmıştır. Erkek kurt kaderin kendisine yüklediği görevi yerine getirmiş, ızdırap çekmiş; ancak inlemeden ölmüştür.
Bu asil hayvan, şaire, sevdiklerini yaşatmak için hayatını feda etmeyi ve özveriyi de öğretmiştir.
Vigny meşhur “Kurdun Ölümü” şiirini de bu olaydan sonra yazmıştır.
Ama ne yazık ki, insanlar artık sessizliğin dilinden anlamıyor.
Çağımız insanları olarak hızla modernleştik, kentleştik, bilimde, teknolojide, sosyal alanlarda çok büyük gelişmeler kaydettik. Ama, galiba, bazı değerleri ve güzellikleri ihmal ettik. İçinde yaşadığımız modern dünya bütün getirisine rağmen bir yandan da bütün o saldırı aletleriyle internetle, cep telefonlarıyla, SMS’lerle, chat odalarıyla bizleri esir alarak kendi iç evrenimizde sessizliğin büyüsünü, gizemini ve güzelliğini alabildiğine yaşamaktan bizleri alıkoyuyor.
İnsanlar artık sessizliğin dilinden anlamıyor. Günümüzün aşkları da gürültüye kurban ediliyor.
Günümüzün aşkları SMS’lerle, telefonlarla kapsama alanına alınıyor, chat odalarına hapsediliyor ve internet okyanusunda boğulmaya terk ediliyor. Artık sevgilide fani olan, sevgilinin boyasıyla boyanan aşıklar yok. Artık aşıklar sevgiliyi kendi boyasına boyamak istiyor. Söz dinlemiyor, kendi sözü dinlensin istiyor, her sözüne, her çağrısına bir karşılık gelsin istiyor. Hani Özdemir Asaf’ın şiirindeki gibi:
“ ‘Kim o?’ deme boşuna
Benim ben ..
Öyle bir ben ki gelen kapına
Baştanbaşa sen ”
diyen aşıklar yok. Tıpkı çok eskilerde kalan bir şarkıda belirtildiği gibi:
“ Cânını cânâna vermektir kemâli âşıkın
Vermeyen cân itirâf etmek gerek noksânın ”
diyen aşıkların artık kalmadığı gibi.
İnsanlar artık sessizliğin dilinden anlamıyor. Ve aşıklar anlamıyor, sözün, aşkın ancak parça buçuğu olduğunu. Aşıkların suskunluğu en keskin, en deli dolu, en içten sözleridir, oysa. Bakın Mevlana gerçek aşkı ne güzel tanımlıyor: “Sözcükler pek çok şeyi açıklar; ama aşk, asıl, üzerine harfler, sözcükler düşmediğinde daha berraktır.” Bu sözün söylenmesinin üzerinden yaklaşık beş asır geçtikten sonra dünyaya gelen İngilizlerin ünlü şairi William Blake’ de “ Asıl aşk, söylenemeyen aşktır.” diyerek adeta Gönüller Sultanı’ nı tasdik etmiştir.
Evrende görkemli, gizemli ve sırlı olan her şey susuyor. Susan herşey de görkemli, gizemli ve esrarlı oluyor. Konuşmak, biz insanlar için yeri geldiğinde anlaşmak için bir zorunluluktur, belki ama susmak da bir süstür. Sessizliğe katlanamayan, gürültüyü bir yaşam şekli olarak benimseyen, çok ve gereksiz konuşan çağımız insanına uzak bir olgu, galiba susmak.
Anlaşılan, susmak bir yürek işi. Susmak bir cüsse işi. Susmak yüce dağların, derin denizlerin, masmavi göklerin, uçsuz bucaksız çöllerin işi ... Ve susmak derin sevdalıların işi.
Remzi ORMANCI
Mart 2008, BURSA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.