- 469 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Derya İçinde Olup Deryayı Bilmeyenler!
İnsan soyu tarihin en karanlık devirlerinden bu güne kendini arıyor. Kim olduğunu, nereden gelip nereye gideceğini tatmini olmayan bir merak duygusuyla sorguluyor. Tarihin en ücra zamanlarından bu yana mitolojik anlatılarla, dinsel vahiylerle ve bilimsel çalışmalarla insan kendi ürettiği soruların yanıtlarını arıyor ve her biri farklı olan yöntemlerle aynı cevabı bulmak için aralıksız çabalıyor.
Hayâlînin yazımıza başlık olan beytinde dile getirdiği gibi derya içre olup deryayı bilmeyen balıklardan da tuhaf insan soyu içinde bulunduğu koşulları ön yargılarından, geleneklerinden, dini inançlarından sıyrılarak irdeleyemiyor ve sonuç olarak adeta bir kısır döngü gibi her defasında evrenin keşfine çıkıyor.
Bu uzun ve zorlu yolda Kaf Dağı’na uçan kuşlar misali yorulanlar, kaçanlar, telef olanlar olurken, inanç dolu yürekleriyle Bilgi Ağacı’na konup Simurg’un evini tutuşturanlar ise küllerinden yeniden doğarak hakikat düşlerini omuzluyor. Rengârenk kanatlarına gerçeğin tozlarını yükleyip geriye dönen otuz kuşun hikâyesi de çok da uzağında olmadığımız topraklarda yüzyıllardır anlatılıyor.
Simurg, kuşlar ülkesinde bir efsanedir. Kanadında dünyanın bütün renklerini saklayan ve Kaf Dağı’nın yücesine kök salan Bilgi Ağacı’nda yaşayan bir kuştur Simurg, başka bir deyişle Zümrüd-ü Anka. Yalnızca onu gerçekten görmek isteyenlere görünür ve bedel ödemekten çekinenlerin asla ulaşamayacakları dağın doruklarında gizlenir. Daha önce onu aramaya çıkan hiçbir kuş geriye dönmemiştir. Ancak efsane bu ya bu kez yalnız çıkılmaz yola. Gönüllü kuşlardan oluşan kalabalık bir kafile oluşturulur ve bu kafile bilge kuşun öncülüğünde zorlu yollara koyulur.
Neler öğrenmez ki Simurg’u görmeye ant içmiş kuşlar bitmek bilmeyen o uzun yolda? Her geçen gün sayılarının azalmasına rağmen yola devam etmekteki ısrarları buradan gelir. Korkuyu, yılgınlığı, ihaneti görürler, tanırlar. Ve her defasında arınır, yollarına devam ederler. Her birinden bir iz taşıyan ama benzersiz olmayı başaran, ömrünün sonuna geldiğinde tünediği Bilgi Ağacı’yla birlikte kendini ateşe veren ve kül olana kadar kavrulan, sonra küllerin arasından yeniden doğan Simurg beklemektedir bu gerçeğin peşine düşen inatçı kardeşlerini.
Ama Kaf Dağı’na ulaşmak ve Simurg’u görmek o kadar kolay değildir. Çünkü daha önce bu düşün peşine nice kuş düşmüş ve bir tanesi dahi geriye dönememiştir. Ama günün birinde o düş gerçekleşecekse, onu gerçek kılanlar elbette yola düşenler olacaktır. Nitekim kafileden geriye kalan yalnızca otuz kuş erişir dağın doruklarına. Sonsuz bir itikatla taptıkları ve görebilmek için uçsuz bucaksız gökyüzünü arşınladıkları Simurg, otuz (si) kuş (murg)’dan başkası değildir ve olamaz. Dallarına kondukları Bilgi ağacının bir anda alev alır ve renk renk kıvılcımlar saçarak yok oluş ve yeniden doğuş devinimini otuz kuşun benliğiyle tekrarlar.
Simurg ölür ve Kaf Dağı’nın ölümsüz bekçisi Simurg küllerinden yeniden doğar. Yine hiçbir kuş dönemez kuşlar ülkesine, gördüklerini, bildiklerini anlatamazlar. Oysaki Simurg her bir kuşun bedeninde gizlidir. Bu gerçeğe inanamayanların ve kendi gücünün farkına varamayanların bilincinin en derinlerine sakladığı bir hazinedir. Ama ne yazık ki o hazineye sahip olmak isteyenlerin zorlukları göze alamadığı, bu cüreti gösterenlerin ise idrak ettikleri gerçeği anlatamadığı bir efsane olarak söylenegelir.
Simurg efsanesiyle alegorik bir tarzla ifade edilen insanın yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Kendi özüne ve doğaya yabancılaşan insan dünyayı yaratanın kendi elleri olduğu gerçeğini göremez ve duyumsayamadığı bir yaratıcının peşine düşer. Gerçeğe ulaştığı anda ise adeta bir katharsis yaşar. Katharsis bireyin içinde bulunduğu koşullara dair yabancılaşmasının ortadan kalkması, arınması ve böylelikle özgürlüğe kavuşmasıdır. Tasavvufçuların vahdet i vücut şeklinde ifade ettikleri) Ya da Marksistlerin “özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla birlikte varoluş (being) ve varlığın birliği gerçekleşecektir” şeklinde. ifade ettikleri gibi. Zira Marks’a göre “Simurg efsanesinde anlatılan da bencilliklerinden arınan kuş kafilesinin bu varoluşudur. Özüne ve doğaya karşı zorunluluklarını kavrayan kuşların özgürleşmesinin hikâyesidir.”.
Hayâli’nin gazelindeki gibi, derya içinde olup deryayı görmez. Yabancılaşan ve yalnızlaşan insanın da kendi etrafında ördüğü duvarlar vardır. Bu duvarların ötesini görmek şöyle dursun, her geçen gün kendi karanlığına daha fazla hapsolur. Ama kendini telkin yolundan da hiç vazgeçmez.
Değiştirme iradesi gösteremeyen kimse rüzgârın savurduğu yana sürüklenip durur. Rüzgârdan korunmak için kendilerine barınak yapanlar ise o barınağın tutsağı olur. Kendi kapısını çalmayan açlıktan, zulümden ve katliamlardan bihaber olarak yaşayanlar bir sabah uyandıklarında dönüştükleri yaratığın duygu, düşünce ve eylemlerini kontrol edebilme gücünü dahi gösteremezler. Balık ya da kuş olarak sembolize edilebilir bu hal… Kimi zaman süpürge ve kürek yardımıyla çöplüğe atıldığında anlaşılır ama iş işten geçmiş olur. Kimi zaman ise var olmayan bir zaman ve ülkede sonu olmayan bir döngüde kanat çırpmanın hikâyesi olur.
Gerçeğin sırrına erişmek ve bu sırrı güce dönüştürmek ise ancak insan kalarak mümkündür. Çünkü “insan tarihin öznesidir. Değişir, değiştirir.”
YORUMLAR
"dünyanın en tuhaf mahluku"nun tuhaflığı, meczupluğu,
Sinmişliği en tatlı hem de en acı anlatan dizesidir.
"koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve adeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani, şu 'derya içre olup deryayı bilmeyen balık'tan da tuhaf."
Gerçeğin sırrına erişen ve bu sırrı güce dönüştürebilenlere selam olsun.