- 683 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
783 - UKALALIK
Onur BİLGE
Yine Virane’deydik. Dışarıdan gelenler de vardı. Bunlardan biri de İbrahim Bey isimli bir gazeteciydi. Mahalli gazetelerden birinde muhabirlik yapıyordu. Dine ve ibadete sıcak bakmıyordu.
Bazı arkadaşlar, Define’yle birlikte yaz sıcağına rağmen oruç tutuyorlardı. Onların önünde bir şey yemek içmek doğru olmayacağı için diğerleri de bir şey ısmarlamıyor, sigara da içmiyorlardı. İbrahim Bey ince ince dalga geçiyordu herkesle.
Üç ayların ilk ayı... Recep ayında bir günlük orucun, bu aylar dışında tutulan otuz günlük oruca bedel olduğu konuşuluyordu. O sırada ikindi ezanı okundu. Ezan bittikten sonra Mahir avuçlarını açtı ve hepimizin duyabileceği bir sesle Ezan duasını okudu. Âmin dedik.
“Nedir bu okuduğun?” diye sordu bizim gazeteci. “Bari anlamını biliyor musun?”
“Biliyorum. Bilmesem okumam!” diye cevapladı Mahir. Işıl kimsenin ezilmesine müsaade edemez! Ben de öyleyim ama o benden önce atıldı:
“İki milyon sevap kazandıran dua...” dedi.
“Kim demiş onu?”
“Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurmuşlar.”
“Ne demişler?”
“Ne mi demişler? “Her kim ezan okunduğunda Ezan duasını okursa, Allah-u Teâlâ ona iki milyon sevap yazar, iki milyon günahını siler ve onu iki milyon derece yükseltir.” demişler.”
“Siz de inanıvermişsiniz! Kim rivayet etmiş? Ne zaman kayda geçmiş? Şu kadar sevapmış da bu kadar sevapmış...”
“Beyefendi, ben biraz safım da, Peygamber Efendimiz ne derse, inanıveririm! Sevap miktarını yanlış aktardıysam, melekler düzeltir, doğrusunu yazarlar. Tabi ki bunların hesabını tutacak olan biz değiliz!”
“Bilmem! Kur’an’da var mı neyin ne kadar sevap olduğu?”
“Kur’an’da, “O kendiliğinden konuşmaz!” ayeti var! O ne dediyse doğrudur! Ayrıca Allah, görevliler tayin etmiştir. Hardal tanesi kadar sevap zayi olmaz. Yanlışım varsa, yanlış hesap Bağdat’tan döner.”
“Yaptığınız ibadetin sevabını mı hesaplıyorsunuz! Bana ters geldi de...”
“Biz iktisatçılar, bir çuvaldızdan kaç iğne çıkacağını hesaplarız. Alışkanlık... “Nereye ne kadar yatırım yapabilirsek, ne kadar ne kazanabiliriz?” diye düşünürüz. Rasyonel düşünce budur! Akıllı insan böyle düşünür!”
“Biriniz dediniz ki: “Günde, ayda, yılda şu kadar sevap eder...” Tuhafıma gitti.”
“Melekler şaşırmaz, doğrusunu yazar da... Özendirmek için “Şurada bir de ben kabaca hesaplayıvereyim!” dediyse ne olmuş?”
“Dini iyi kullanıyorsunuz!” sözünü duyunca Işıl kontrolünü kaybetti! Az daha adamı dövecekti!
“Nasıl kullanıyorum? Siyasete mi soyundum! Oy mu istiyorum! Ticarete mi atıldım! Kâr mı istiyorum! Diğer dinlere mi saldırıyorum! İnançlara mı dokunuyorum! İnsanların imanlarını yok etmeye mi çalışıyorum! Hangi ayetlerin aksini iddia ediyorum! Kimden, ne menfaatim var! Ne yapıyorum? Kullanım karşılığında ne elde etmişim, ne beklemekteyim! Dinimi nasıl kullanıyorum? Bunu bana açıklar mısınız!”
“Mümin böyle yapmaz! Böyle şeyler küfürdür! Siz bu düşünce, davranış ve hesapçılıkla olsanız olsanız kâfir olabilirsiniz.”
“Bir mümine kâfir diyen, kendisi kâfir olur! Parayla iman gizlidir! Kimde olduğu bilinmez! Bunu değerlendirecek olan da siz değilsiniz!”
“Görünen köy kılavuz istemez!”
“İftiranızdan Allah’a sığınırım! El Hamd-ü Lillah, Müslümanım ve dinim, en büyük iftiharımdır! Allah, size de katıksız iman nasip etsin ve sizi de Firdevs cennetine layık kullarından eylesin!.. Âmin!” Define, en tatlı en yumuşak sesiyle Işıl’a:
“Beyefendi misafirimiz... Oruç tutan tartışmaya girmez! Tartışma, şeytandandır. Mübarek aylardayız!” dedi. Işıl zaten diyeceğini demiş ve söyleyeceklerini duayla tamamlamıştı. Defineye hitaben:
“Saldırıya uğrayan ben olduğum halde, neden ben kınanıyorum? Ben sadece cevap hakkımı kullandım! Ne onu tanıtırım, ne bilirim, ne de zihniyetiyle uğraşırım! Bugün, burada kendisini ifade ve deşifre etmekte...” dedi. O da her ikisini de kibarca uyardı:
“Neden kırıyoruz birbirimizi? Yoksa biz, tartışmaya hazır insanlar değil miyiz? Bu sert ve sivri çıkışlar hiç de şık değil!”
“Şık değil. Kabul ediyorum ama Işıl Hanım’la anlaşamadık! Sizinle de tamamen zıt şeyler düşünüyor olabiliriz ama arkadaşlık edebiliyor, sohbet gibi bir güzelliği paylaşabiliyoruz. Aramızdaki nezaket mesafesini koruyor ve birbirimizi incitmeden iğneliyoruz. Olgunluk bu olmalı!”
“Gayet tabii! Konuşma da tartışma da nezaket çerçevesinde olmalı!”
“Dua bedenseldir. Ben duanın Arapça yapılmasına karşıyım! Allah Türkçe bilmiyor mu! Bence ibadet kendi dilimizle yapılmalı! Bizi, dilimizi kullanmaktan mahrum bırakıyorlar!”
“O zaman siz önce adınızı değiştirmelisiniz. Madem ki dilimize o kadar değer veriyor, ibadetin bile Türkçe yapılmasını arzu ediyorsunuz, kendinizden başlamalısınız. Bizi neden size Türkçe hitap etmekten mahrum bırakıyorsunuz? Şu ana kadar yapmış olduğunuz konuşmada bile onlarca Arapça Farsça kelime varken, ibadet diline neden bu raddede cephe alıyorsunuz?”
“Dualar bari Türkçe edilsin!”
“Dualar, genelde Arap Harfleriyle yazılır, altlarına okunuşları ve anlamları da eklenir. İkisi de ortaya konmuştur. Mademki kaç sevap olduğuyla alakadar değilsiniz, hangisini isterseniz onu tercih edersiniz. Diğerini okumak zorunda değilsiniz. Arzu ettiği ve içine sindiği gibi okuyanı da eleştiremezsiniz!”
“Okuduğunuz Kur’an’ı anlıyor musunuz?”
“Kur’an’ı okurken, anlayabilecek kadar bilgiye sahibim. Hamdolsun! Dinimizin güzellikleri her insana aynı derecede nüfuz edemez! Yapısı kayaysa, üzerinden süzülür gider, topraksa tümünü emer.”
“Namazda konsantrasyonu sağlayabiliyor musunuz? Okuduklarınızı anlayamıyorsanız, bu pek mümkün görünmüyor da...”
“Kişiye göre değişir. Okunanların anlamları karmaşık değil ki! Herkes ezberlediğinin ne demek olduğunu bilir. Konsantrasyon, tilavetten çok iman ve ihlas meselesidir!
Sizin mantığınızla gidersek, namazın tümü Arapça olduğuna göre, namaz kılanların hiç biri konsantrasyonu sağlayamamakta, sadece hareketleri yapıp, ibadet ettiklerini sanmaktadırlar. Öyle mi?
Şimdi size namaz kılıp kılmadığınızı sorsam, ya çelişkiye düşeceksiniz, ya da bana dediğinizi tekrarlayacak: “Ben bedenimi ana dilimden başka bir dilde harekete geçiremiyorum. Onun için duaya ne hacet, namaza ne hacet!” diyerek ibadet etmediğinizi itiraf edeceksiniz. Bu da tutarlılığınızı gösterecek ve sizi tam anlamıyla resmedecek ki bence hiç de iç açıcı ve tasvip edilebilir bir durum değil!”
“Dua bedenseldir. Ağız dil, diş, beyin ciğer... Dua, okumaya ve anlamaya yarayan hangi uzuvlar varsa o uzuvlarla olur.”
’Vücutta her bir tüy huşuya iştirak etmedikçe, ibadet, hakkıyla yapılmış olmaz! Tüylerin iştiraki de iman ve ihlasın tüm hücreleri etkilemesiyle mümkündür. İman ve ihlas bedende değil, ruhtadır. Yani dua, sadece bedensel değildir. Daha çok ruhsaldır. Beden, ibadete yardımcı olur. İbadete bedenin değil, ruhun ihtiyacı vardır. Çünkü her insanın özünde tapınma ve sığınma ihtiyacı vardır. “Leküm diyniküm, veliye dîn...” “Sizin dininiz size, benim dinim bana...”
Önce Işıl, sonra da Define tek kişilik ordu nasıl olurmuş, gösterdiler gazeteciye! Böyleleri hakir görüyorlar bizi. İman ediyoruz ya, kandırılıyormuşuz. Akıllı geçiniyorlar. Daha hastalık kavramadı canlarını! Ölümün ucu görünmedi! Başları derde girince bülbül gibi duaya, aksatmadan ibadete başlayıveriyorlar! Gelsin sadakalar, kurbanlar! Can havliyle Kur’an’a sarılıyorlar!
İbadet Türkçe yapılmalıymış! İngilizler İngilizce, Fransızlar Fransızca yapsınlar! Bir araya geldiklerinde karman çorman olsun! Dünyada kaç dil varsa o kadar dilde ibadet edilirse camide ne olacak? Hacda ne olacak?
Ukalalıktan başka bir şey değil bu!
Kısacık ve geçici dünya hayatı için üç kuruşluk ticaret yapmak amacıyla onca dil öğreniliyor da sonsuz bir cennet hayatı için neden ibadet dili öğrenilmiyor, anlayamıyorum!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 783